Mutluluk
Lisede münazara dersi vardı,
şimdi var mı bilmiyorum, sorgulama yapıldığı için muhtemelen kaldırmışlardır ya
da kaldırmak üzeredir. Sınıfta üçer beşer kişilik iki grup olur, aynı konuda
iki farklı görüşü savunurduk. Ne kadar yararlı bir ders olduğunu, insana
sorgulamayı öğrettiğini daha sonra anlayabildik. Bu konularda biri de “insanın
gelişmesinde aile etkendir-çevre etkendir” konusuydu. Şimdi ben hangi konuyu
savunduğumu anımsamıyorum; sınıf jürisinin hangi grubu başarılı bulduğunu da
tabii anımsamıyorum. Ama şimdi soracak olsalar, niye ikisinden birini veya
binlerce etkenin içinden niye birini ya da ikisini öne çıkarayım ki derim. Aile
yapısını, hatta genleri ötelememiz olası değil. Okulda yetiştiğimiz çevreden
etkilenmemiz de hiç yabana atılmaz. Bu bağlamda, bazı özelliklerimizi elimizde
olmadan edindik, bazılarını da tercih ettiğimiz için öyle olduk; o huyları,
özellikleri edindik.
Kültür de sanırım bu süreçte
aileden başlayan, çevreyle birlikte okul sonrasına kadar biraz da kendiliğinden
gelişen etkilenim, kazanım. Daha sonra bunların da yönlendirmesiyle ve
tercihlerimizle belirliyoruz kültür yapımızı. Bu ülkede yaşayıp da arabesk
müzik dinlememiş bir insan bulmak mümkün mü? Tercih etsen de etmesen de
defalarca ve yıllarca dinlemişsindir. Ama klasik müziği dinlemeyen milyonlar
vardır mutlaka. Burada, seçimimizde belirleyici olan duygusal derinliğimizin
yanı sıra, bu müzikleri ne kadar sık dinlediğimiz de etkili oluyor mutlaka.
Tabii sadece kültür deyince müziği almamak lazım, tüm sanat kolları da birbirini
etkileyerek gencin yapısının oluşmasında etkili oluyor. Hayatında hiç roman
okumamış bir insanın klasik müzik dinliyor olmasını bekleyemeyiz. Çok büyük bir
olasılıkla sadece arabesk dinleyen birinin de bir roman şiir okumadığını
söyleyebiliriz.
Yukarıdaki anlatımımdan tercih
yaptığım anlamı çıkmasın. Bir insan emek çekilen kaliteli her tür kültür
ürününü de beğenebilir, böyle olması da çok doğaldır. Biri diğerinin karşıtı
değildir bence. Münazara konusundaki aile-çevre etkisi gibi, birinden biri daha
ağırlıklı, belirleyici olabilir.
Bence insan zevk aldığı işi
sürekli yapar, sanat dalını izler, böylece de zevk aldığı, kendisine yakın
bulduğu müziği dinler. Yoksa fıkradaki gibi “Erzurum Erzurum olalı böyle
işkence görmedi” ye döner iş.
Bir de anısı olan müzikler
vardır bu tür yorumlardan bağımsız olarak ele alabileceğimiz. Bugün altı plağı
üst üste koydum Dual pikabıma, biri de Mendelssohn’du. İkinci yüzündeki bir
parça beni yıllar yılı gerilere götürdü, ama sadece bir parça. Lise yıllarında
bir akraba evinde çalan bir radyoda, şarap içerken dinlemiştik. Müzik çalınca
susup dinlemiştik, belki de bu beni etkilemişti. Bu hepimizde olur; bazen bir
anıya, bazen bir filme götürür. Ama kesinlikle eski zamanlara.
Zaman için söylenen birçok laf
vardır, belki de sonsuzdur. Kiminde yakınırız kiminde bitmesini geçmesini
istemeyiz. Zaman üzerine feylesoflar da çok kafa patlatmış, çok kalem
tüketmişlerdir. Akılda kalan bazıları,’
zaman durdurulamaz’, ‘ zamanının eskitemeyeceği şey yoktur’, ‘zaman nasıl da
geçti; anlamadım’ gibi neredeyse herkesin söyleyebileceği veya söylediği
sözlerdir. Acaba zaman bizleri ne kadar değiştiriyor, geliştiriyor? Buna
rahatlıkla çok diyebilirim. Ama bunu gelişme için söylemek daha gerçekçi. Çünkü
insan çok değişmiyor. Hani derler ya yedisinde neyse yetmişinde de o. Onun
gibi. Biraz köşeleri alınmış, biraz yontulmuş filan.
Kendim için de bunlar geçerli
tabi. Yaşamımı belirleyen temel
düşüncelerde, inançlarda, kültürde bir değişim yok ama gelişim de doğal olarak
vardır mutlaka.
Şimdi diyeceksin ki bu kadar
zorlayarak bu lafları müzikten girip zamandan çıktın; niye yazdın tüm bunları.
Yazdım, çünkü okuyunca bana kültür değişimine uğramış demeni istemiyorum. Yirmi
yaşında Yüksel ablamın evinde başta Carmina Burana gibi klasikleri dinlerken,
Neşet Ertaş’ın 45 lik küçük plağını da zevkle dinliyordum. Hatta plağın
kapağındaki Ertaş’ın kocaman lüks bir villanın merdivenlerinde, elinde sazıyla
çekilmiş fotoğrafına özenti diye çok kızmış ve o kapağı yırtmıştım. Ama yıllar
geçtikçe öğrendim ki o fotoğrafta Neşet Ertaş’ın hiç ama hiç günahı yoktu. Adım
gibi eminim ki plak yapımcısı adamı götürdü orada çektirdi fotoğrafı. Çünkü o
pozu hiç kabullenememiş bir duruşu vardı.
12 Mart birçok genç gibi benim
de yaşamımı tümden değiştirdi. Sonuna yaklaştığım lise bitirme ve girdiğim
üniversite sınavının başarılı sonucuna rağmen, apar topar bir gecede karar
verip askere gittim
İstanbul’da 2 yıl kalmıştım.
Yüksel ablamlar dışında aklıma gelenler, Kemal abi, Beyhan, Zafer, Bülent gibi
dostlar edinmiştim. Hemşerilerimle en çok da Ümran’la (Uyanık) görüşüyordum.
Bir de Teyze oğullarım Mehmet ve Ömer.
Birçok şeyi arkada bırakmanın,
biraz da zorla gitmenin getirdiği ve zaten yapıda olan karşı çıkma huylarıyla
daha ilk günden ters düştüm komutanım olan, tüm özellikleri sadece benden daha
önce askere gelen er-erbaş komutanlarımla. Düzeltilmesi olanaksız olduğundan
bana anlamsız gelen her şeye karşı çıkıyor, katılmıyor ve ardından dayak
yiyordum, bazen 1 tokat bazen 2 tokat-yumruk, günde 3-4 kere pataklandığım da
oluyordu. Ama iki yumruk veya tokattan sonrasına “tamam diyordum yaptığım suçun
karşılığını gördüm” ve devamına engel olmaya çalışıyor ve kesinlikle de
başarıyordum. Yaptığım her karşı çıkmanın cezasını da aşağı yukarı kestiriyor
ve peşin kabulleniyordum. Kabulleniyorduk desem daha doğru olur çünkü daha
gittiğim ilk günden başlayarak benim gibi 12 Mart kaçkını ve yine devre kaybı
gidenlerle birlikte davranıyordum. En başta da Faik (Yılmaz) ile dostluğumuz
çok ileriydi. Mıntıka temizliğinden kaçmanın bedeli bir tokat veya yumruk;
mutfaktan, yemekhane temizliğinden kaytarmak 2-3 tokat. Özel tarifeli işler de
vardı tabii. Askerliğimin daha haftası dolmadan sabah kaytardığım mıntıka
temizliğinden, Adnan’a (Celayir) rastlayınca bir saate yakın muhabbet edip, o
mutlulukla yemekhaneye döndüğümde, o gün yemekhane temizliği bizim takımda
olduğu için, kepçe gelene kadar 2 tokat, 3 yumruk ardından 4 kepçeye hiç gıkım
çıkmamış, sırıtmıştım, beni hırpalayan Arapkirli yemekhaneci usta er komutana.
Bir hafta boyunca ellerim şiştiğinden tüfeği zor tutmuştum. Yine Burdur un
dağlarında sıcakta toz toprak içinde saatlerce ot yolup, bir damla su içemeden
geldiğimiz eğitim alanında, Faik’le boyumuzdan dolayı en başta olduğumuzdan, on
metre yanımızdaki 4 musluklu çeşmeden akan sulara dayanamayıp, bakışarak karar
verip, aynı anda koşarak çeşmeye gitmiş, ağzımızı musluklara dayayıp içmeye
başlamıştık. Tekmil alma işlemi durmuş, çavuşlar bizi ensemizden tutup sıraya
sokmuşlardı, tekmil verilene kadar. 3-5 dakika bekleyemeyişimizin çok açık bir
nedeni vardı. Çünkü tekmil ardından 450 kişi, o 4 musluğa itiş kakış koşacak,
kısıtlı zaman içinde biz kimseyi itip kakmayacağımız için de susuz kalacaktık.
Tekmil sonrası yediğimiz dörder okkalı yumruk için de sırıtmış Faik’le bir
birimize “ucuza geldi” demiştik. Çünkü biz ilave dörder de tokat bekliyorduk.
Bu yaptığımız da bir direniş biçimiydi ve belki de bizi ezilmekten koruyordu.
Saygı da duyulduğunu, bizden it gibi çekindiklerini de biliyorum bundan ötürü.
Benden beş-altı yaş büyük olan Faik’le beni küçük düşürmek için benim Faik’in
sırtına binip herkesin yemekhanede olduğu akşam eğitimi sırasında yemekhaneye
girmemi emrettikleri zaman karşı çıktığımda tüm zorlamalara ardından, bizim
dikelmemizle de, ısrarcı birkaç komutan olmasına rağmen bu defa da geri basmışlardı.
İşte böyle günler geçerken
yemekhaneci usta er komutanım bana “4. Batarya’ya git yemekhanecide bir plak
var, onu al getir” dedi. Ben de gittim 45 lik bir Orhan Gencebay plağını
getirdim. O günler askerliğimin 10. Günüyse, yaklaşık olarak, acemi birliğinde
55 gün kaldım ve geriye kalan o 45 günde sabah, öğlen ve akşam yemeklerinde “Nerde Boynu Bükük Bir Garip Görsen Hor Görme
Kim bilir Ne Derdi Vardır” Türküsünü defalarca, ama defalarca dinledik.
Bilsem kırardım getirirken, dayağı da yerdim, bu arabesk işkenceyi çekmekten
iyiydi. Sözleri de dayanılır gibi değildi. Çoğu aklımda olduğu halde yine de
internetten buldum, işte aşağıda.
Nerde boynu bükük bir garip görsen
Hor görme kim bilir ne derdi vardır
O garip halinde ne sırlar gizli
Onu bu hallere bir koyan vardır
Belki benim gibi bir sevdiği vardır
Madem yaşamaya geldik dünyaya
Benim de her şeyde bir hakkım vardır
Sevmiyorsan hor görme bari
Benim de senin gibi bir allahım vardır
Benim de senin gibi bir allahım vardır
Nice ümit dolu hayat tolunda
Yolunu kaybetmiş garip ne yapsın
Her şey haktan ama zulmetmek kuldan
Gönül bir zalimi sevdi ne yapsın
Gönül bir hayini sevdi ne yapsın
Yıllar geçse de, o türküyü
dinlediğim zaman (çoğunlukla dolmuşlarda) hep askerliğimi derinden anımsadım.
Yıllardır artık o türkü çalmıyor hiçbir yerde, ya da ben rastlamıyorum.
Acemilik, ustalık derken 18 ay
sonra askerlik dönüşü, önce bir İstanbul seyahati yapmıştım. Az olan, yeni
edindiğim dostları ziyaret etmiştim. Yüksel ablam Moran Lisesinde öğretmenliğe
başlamış, Funda nişanlanmış, yakında evleniyordu, Ateş tıp öğrencisi bir
sevgili bulmuştu. Demirci Kemal abi işsizdi, Yunus yine fabrikadaydı, Beyhan ve
Zafer ordudan atılmışlardı; Beyhan Marmaris’te deniz kenarında ev yapıyordu,
Umran yine Wat Motor’da ömür tüketiyordu, teyzeoğulları Ömer ve Memet Ankara’ya
dönmüşlerdi. Elazığ öğrenci yurdundaki hemşerilerim okulu bitirmiş sağa sola
dağılmışlardı. Birkaç gün sonra aileyi ziyarete Ağın’a gitmiş, babamın
ısrarıyla 8 ay kalmıştım. O sürede Gürhan’la “foto ortak” stüdyosunu açmıştık,
alüminyum tencereden spot ışığı, elden iyice düşme bir agrandizörle beraber,
masa sandalyeyi de kendimiz yapmıştık. Arkasından Ankara ve yine İstanbul’da
yaşamı yakalamaya, tırmalamaya gelmiştim.
Yıllar geçti, birçok şey gibi,
askerlik anıları da unutuldu, belleğimizin gerilerinde kaldı.
Sevgili komşum Hande ile güzel
bir havada Kaya’nın bizi ekmesiyle, o 4-5 aydır hiç pisiklete binmediği halde
beni yalnız bırakmadı ve ikimiz daha öncede defalarca yaptığımız gibi 17 km
pedal basıp Selimpaşa’ya gittik. Her zamanki gibi Çarli’nin kahvesinde daha
maden sularımızı söylemeden saçının sakalının arkasından Yaşar göründü. Her
zaman Selimpaşa’ya gittiğimde arardım onu, biraz oturup arayacaktım ama yine
sitem etti. Yaşar’ın evi Selimpaşa limanının hemen üstünde denizden güneşin
doğuşunu da batışını da izleyen, balıkçıların ve teknelerin tüm davranışlarını
inceleyebilen bir konumda. Yaşar’ın “tarlam” dediği 10 metrekarelik ev önü
açıklığında çalışıyormuş biz gittiğimizde, kahve için gelmiş. Her gittiğimde, yüzlerce
olan plaklarını Dual plakta bize dinletirdi yeni dostum. Biz terli terli maden sularımızı o kahvesini
içerken, söz açıldı benim Dual pikap maceramdan, yazıyı o da okumuştu.
Birkaç plağı üst üste koyup
çalabilmek için diskin ortasına takılan 10 cm boyunda 0.5 cm kalınlığında adı
“çoklu mil” olan bir parça var. Bende yoktu. İnternetten sipariş vermiştim, bir
gün önce gelmiş ama bozuk (?) çıkmıştı. Çoklu mil’i aldığım internet satıcısı
zzzafer’e (Zafer İpek) bozuk çıktığını tekrar kargo ücreti ödemek istemediğimi
yazdım. Bana hemen, yenisinin kargosunu kendisinin ödeyeceğini eski
gönderdiğinden hiç bahsetmeden yazdı ve hemen de gönderdi. Doğrusu böyle
satıcıya epeydir rastlamamıştım, beni şaşırtmıştı.
Ertesi gün geldi, kargocuyu
beklettim, pikaba taktım, o da çalışmıyordu, arıza benden olabilirdi! Teslim
aldım. Tekrar söktüm pikabı, bir iki saatlik ince ayar ardından plaklar peş
peşe çalıp düşüyordu. Çoklu milin ikisi de saat gibi çalışıyordu. İlk gelende,
tırnağın biri biraz zorlanıyordu, onu yağlamıştım. Durumu Zafer’e hemen yazdım,
ama sorunun benim pikaptan kaynaklanıyor olabileceğine kesin inandığım halde
bunu yazmaya, doğrusu cesaret edemedim. Olabilme ihtimalini yağladığım için
artık çalışıyor belki de olabilir bahanesini yazarak adresini istedim. Kargo
ücretini de ödeyerek iade ettim. Bu yazıyı O’na da gönderirsem iyice
rahatlayacağım.
Yaşar da da o çoklu milden
vardı ama kullanmıyordu, kullanmayı da bilmiyordu. Benim eşten dosttan ve
piyasadan derlemeye çalıştığım plaklara Yaşar da katkı yapıyordu. Bu arada çok
ilginç bir gözlemimi de buraya yazmak istiyorum. Eski plakları evlerinde çalan
Peyami, Yaşar gibi dostlarım plaklarını seçip, ‘bunu seversin’ diye bana
verirken, yıllardır kullanmadıkları için atmayı düşündükleri pikap ve
plaklarına talip olunca önce sevinen dostlarım, sonra ilginç şekilde
vazgeçtiler. Doğrusu bunun nedenini anlayabilmiş değilim. Buna sadece Cevat
uymadı, kullanmadığı çoğu klasik plakları seçerek birçoğunu bana verdi.
Şimdi yine gelelim Selimpaşa’da
Çarli’nin kahvesindeki üçlü muhabbete.
Yaşar çoklu milin 45 lik
plaklarda kullanılıp kullanılamadığını sordu, tabiî ki kullanılırdı, ama ben
Onda 45 lik plak olduğunu bilmiyordum. “Oooo” dedi. Her zamanki iyi şeyleri
aşırı abartması, kötülükleri görmezden gelmesi özelliğiyle “1000 tane 45 lik
plak var, belki de fazla” dedi. Ben bundan 100 civarında plak var anladım.
Neler olduğunu da sayarken saydı saydı
Orhan Gencebay’da var deyince “Nerde Boynu Bükük Bir Garip Görsen”….”
Olmaa mı? dedi var tabii, mutlaka vardır” dedi. Tabii hemen talip oldum.
Akşam Yaşar aradı plağı bulmuş,
bana dinletiyordu.
İnan bana hiç de kötü bir müzik
olarak gelmedi şimdi. Bir zamanlar işkence diye algılıyordum, şimdi sadece
kısaca dinlemek hoşuma gitti. Bunun bende olan bir değişiklikten değil, benim o
günlerdeki direncime olan güvenden geldiğini sanıyorum; bir anı olarak da o
günleri hatırlıyorum anlaşılan.
Evvelden “pehlivan tefrikası1”
diye bir yazı biçim vardı. Şimdiki dizi filmlerin o zamanki gazetelerdeki
benzerleri, karşılıkları. Biri birine çok benzer ve hep devam eder,
bırakamazsın da. Böyle yazıların tümüne “pehlivan tefrikasına döndü” derlerdi.
Eğer sen böyle yazdığım Dual tefrikamdan hoşlanır bunu da belli edersen bu da
“Dual pehlivan tefrikasına” dönecek. Çünkü Pikabımın amfisini güçlendirmek için
araştırma çalışmalarına başladım. Yine Ahmet’ten başlayarak yardım istemeye
başlayabilirim, hazırlıklı olmanı tavsiye ederim.
İşte böyle, bu yazıyı yazarken
pikapta sırasıyla Teodorakis, Joan Baez, Rodrigo, Tchaiskovsky ve Ruhi Su’nun
Çocuklar plakları çalıyor. Beşli bitince takım olarak çeviriyorum, arka yüzleri
çalıyor.
Mutluluğun adı ne?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder