5 Mayıs 2016 Perşembe

Mutluluk

44 Yıllık Dual Pikap Macerası Çeşitlemesi:
Lisede münazara dersi vardı, şimdi var mı bilmiyorum, sorgulama yapıldığı için muhtemelen kaldırmışlardır ya da kaldırmak üzeredir. Sınıfta üçer beşer kişilik iki grup olur, aynı konuda iki farklı görüşü savunurduk. Ne kadar yararlı bir ders olduğunu, insana sorgulamayı öğrettiğini daha sonra anlayabildik. Bu konularda biri de “insanın gelişmesinde aile etkendir-çevre etkendir” konusuydu. Şimdi ben hangi konuyu savunduğumu anımsamıyorum; sınıf jürisinin hangi grubu başarılı bulduğunu da tabii anımsamıyorum. Ama şimdi soracak olsalar, niye ikisinden birini veya binlerce etkenin içinden niye birini ya da ikisini öne çıkarayım ki derim. Aile yapısını, hatta genleri ötelememiz olası değil. Okulda yetiştiğimiz çevreden etkilenmemiz de hiç yabana atılmaz. Bu bağlamda, bazı özelliklerimizi elimizde olmadan edindik, bazılarını da tercih ettiğimiz için öyle olduk; o huyları, özellikleri edindik.
Kültür de sanırım bu süreçte aileden başlayan, çevreyle birlikte okul sonrasına kadar biraz da kendiliğinden gelişen etkilenim, kazanım. Daha sonra bunların da yönlendirmesiyle ve tercihlerimizle belirliyoruz kültür yapımızı. Bu ülkede yaşayıp da arabesk müzik dinlememiş bir insan bulmak mümkün mü? Tercih etsen de etmesen de defalarca ve yıllarca dinlemişsindir. Ama klasik müziği dinlemeyen milyonlar vardır mutlaka. Burada, seçimimizde belirleyici olan duygusal derinliğimizin yanı sıra, bu müzikleri ne kadar sık dinlediğimiz de etkili oluyor mutlaka. Tabii sadece kültür deyince müziği almamak lazım, tüm sanat kolları da birbirini etkileyerek gencin yapısının oluşmasında etkili oluyor. Hayatında hiç roman okumamış bir insanın klasik müzik dinliyor olmasını bekleyemeyiz. Çok büyük bir olasılıkla sadece arabesk dinleyen birinin de bir roman şiir okumadığını söyleyebiliriz.
Yukarıdaki anlatımımdan tercih yaptığım anlamı çıkmasın. Bir insan emek çekilen kaliteli her tür kültür ürününü de beğenebilir, böyle olması da çok doğaldır. Biri diğerinin karşıtı değildir bence. Münazara konusundaki aile-çevre etkisi gibi, birinden biri daha ağırlıklı, belirleyici olabilir.
Bence insan zevk aldığı işi sürekli yapar, sanat dalını izler, böylece de zevk aldığı, kendisine yakın bulduğu müziği dinler. Yoksa fıkradaki gibi “Erzurum Erzurum olalı böyle işkence görmedi” ye döner iş.
Bir de anısı olan müzikler vardır bu tür yorumlardan bağımsız olarak ele alabileceğimiz. Bugün altı plağı üst üste koydum Dual pikabıma, biri de Mendelssohn’du. İkinci yüzündeki bir parça beni yıllar yılı gerilere götürdü, ama sadece bir parça. Lise yıllarında bir akraba evinde çalan bir radyoda, şarap içerken dinlemiştik. Müzik çalınca susup dinlemiştik, belki de bu beni etkilemişti. Bu hepimizde olur; bazen bir anıya, bazen bir filme götürür. Ama kesinlikle eski zamanlara.
Zaman için söylenen birçok laf vardır, belki de sonsuzdur. Kiminde yakınırız kiminde bitmesini geçmesini istemeyiz. Zaman üzerine feylesoflar da çok kafa patlatmış, çok kalem tüketmişlerdir.  Akılda kalan bazıları,’ zaman durdurulamaz’, ‘ zamanının eskitemeyeceği şey yoktur’, ‘zaman nasıl da geçti; anlamadım’ gibi neredeyse herkesin söyleyebileceği veya söylediği sözlerdir. Acaba zaman bizleri ne kadar değiştiriyor, geliştiriyor? Buna rahatlıkla çok diyebilirim. Ama bunu gelişme için söylemek daha gerçekçi. Çünkü insan çok değişmiyor. Hani derler ya yedisinde neyse yetmişinde de o. Onun gibi. Biraz köşeleri alınmış, biraz yontulmuş filan.
Kendim için de bunlar geçerli tabi.  Yaşamımı belirleyen temel düşüncelerde, inançlarda, kültürde bir değişim yok ama gelişim de doğal olarak vardır mutlaka.
Şimdi diyeceksin ki bu kadar zorlayarak bu lafları müzikten girip zamandan çıktın; niye yazdın tüm bunları. Yazdım, çünkü okuyunca bana kültür değişimine uğramış demeni istemiyorum. Yirmi yaşında Yüksel ablamın evinde başta Carmina Burana gibi klasikleri dinlerken, Neşet Ertaş’ın 45 lik küçük plağını da zevkle dinliyordum. Hatta plağın kapağındaki Ertaş’ın kocaman lüks bir villanın merdivenlerinde, elinde sazıyla çekilmiş fotoğrafına özenti diye çok kızmış ve o kapağı yırtmıştım. Ama yıllar geçtikçe öğrendim ki o fotoğrafta Neşet Ertaş’ın hiç ama hiç günahı yoktu. Adım gibi eminim ki plak yapımcısı adamı götürdü orada çektirdi fotoğrafı. Çünkü o pozu hiç kabullenememiş bir duruşu vardı.
12 Mart birçok genç gibi benim de yaşamımı tümden değiştirdi. Sonuna yaklaştığım lise bitirme ve girdiğim üniversite sınavının başarılı sonucuna rağmen, apar topar bir gecede karar verip askere gittim
İstanbul’da 2 yıl kalmıştım. Yüksel ablamlar dışında aklıma gelenler, Kemal abi, Beyhan, Zafer, Bülent gibi dostlar edinmiştim. Hemşerilerimle en çok da Ümran’la (Uyanık) görüşüyordum. Bir de Teyze oğullarım Mehmet ve Ömer.
Birçok şeyi arkada bırakmanın, biraz da zorla gitmenin getirdiği ve zaten yapıda olan karşı çıkma huylarıyla daha ilk günden ters düştüm komutanım olan, tüm özellikleri sadece benden daha önce askere gelen er-erbaş komutanlarımla. Düzeltilmesi olanaksız olduğundan bana anlamsız gelen her şeye karşı çıkıyor, katılmıyor ve ardından dayak yiyordum, bazen 1 tokat bazen 2 tokat-yumruk, günde 3-4 kere pataklandığım da oluyordu. Ama iki yumruk veya tokattan sonrasına “tamam diyordum yaptığım suçun karşılığını gördüm” ve devamına engel olmaya çalışıyor ve kesinlikle de başarıyordum. Yaptığım her karşı çıkmanın cezasını da aşağı yukarı kestiriyor ve peşin kabulleniyordum. Kabulleniyorduk desem daha doğru olur çünkü daha gittiğim ilk günden başlayarak benim gibi 12 Mart kaçkını ve yine devre kaybı gidenlerle birlikte davranıyordum. En başta da Faik (Yılmaz) ile dostluğumuz çok ileriydi. Mıntıka temizliğinden kaçmanın bedeli bir tokat veya yumruk; mutfaktan, yemekhane temizliğinden kaytarmak 2-3 tokat. Özel tarifeli işler de vardı tabii. Askerliğimin daha haftası dolmadan sabah kaytardığım mıntıka temizliğinden, Adnan’a (Celayir) rastlayınca bir saate yakın muhabbet edip, o mutlulukla yemekhaneye döndüğümde, o gün yemekhane temizliği bizim takımda olduğu için, kepçe gelene kadar 2 tokat, 3 yumruk ardından 4 kepçeye hiç gıkım çıkmamış, sırıtmıştım, beni hırpalayan Arapkirli yemekhaneci usta er komutana. Bir hafta boyunca ellerim şiştiğinden tüfeği zor tutmuştum. Yine Burdur un dağlarında sıcakta toz toprak içinde saatlerce ot yolup, bir damla su içemeden geldiğimiz eğitim alanında, Faik’le boyumuzdan dolayı en başta olduğumuzdan, on metre yanımızdaki 4 musluklu çeşmeden akan sulara dayanamayıp, bakışarak karar verip, aynı anda koşarak çeşmeye gitmiş, ağzımızı musluklara dayayıp içmeye başlamıştık. Tekmil alma işlemi durmuş, çavuşlar bizi ensemizden tutup sıraya sokmuşlardı, tekmil verilene kadar. 3-5 dakika bekleyemeyişimizin çok açık bir nedeni vardı. Çünkü tekmil ardından 450 kişi, o 4 musluğa itiş kakış koşacak, kısıtlı zaman içinde biz kimseyi itip kakmayacağımız için de susuz kalacaktık. Tekmil sonrası yediğimiz dörder okkalı yumruk için de sırıtmış Faik’le bir birimize “ucuza geldi” demiştik. Çünkü biz ilave dörder de tokat bekliyorduk. Bu yaptığımız da bir direniş biçimiydi ve belki de bizi ezilmekten koruyordu. Saygı da duyulduğunu, bizden it gibi çekindiklerini de biliyorum bundan ötürü. Benden beş-altı yaş büyük olan Faik’le beni küçük düşürmek için benim Faik’in sırtına binip herkesin yemekhanede olduğu akşam eğitimi sırasında yemekhaneye girmemi emrettikleri zaman karşı çıktığımda tüm zorlamalara ardından, bizim dikelmemizle de, ısrarcı birkaç komutan olmasına rağmen bu defa da geri basmışlardı.
İşte böyle günler geçerken yemekhaneci usta er komutanım bana “4. Batarya’ya git yemekhanecide bir plak var, onu al getir” dedi. Ben de gittim 45 lik bir Orhan Gencebay plağını getirdim. O günler askerliğimin 10. Günüyse, yaklaşık olarak, acemi birliğinde 55 gün kaldım ve geriye kalan o 45 günde sabah, öğlen ve akşam yemeklerinde “Nerde Boynu Bükük Bir Garip Görsen Hor Görme Kim bilir Ne Derdi Vardır” Türküsünü defalarca, ama defalarca dinledik. Bilsem kırardım getirirken, dayağı da yerdim, bu arabesk işkenceyi çekmekten iyiydi. Sözleri de dayanılır gibi değildi. Çoğu aklımda olduğu halde yine de internetten buldum, işte aşağıda.
Nerde boynu bükük bir garip görsen
Hor görme kim bilir ne derdi vardır
O garip halinde ne sırlar gizli
Onu bu hallere bir koyan vardır
Belki benim gibi bir sevdiği vardır

Madem yaşamaya geldik dünyaya
Benim de her şeyde bir hakkım vardır
Sevmiyorsan hor görme bari
Benim de senin gibi bir allahım vardır
Benim de senin gibi bir allahım vardır

Nice ümit dolu hayat tolunda
Yolunu kaybetmiş garip ne yapsın
Her şey haktan ama zulmetmek kuldan
Gönül bir zalimi sevdi ne yapsın
Gönül bir hayini sevdi ne yapsın

Yıllar geçse de, o türküyü dinlediğim zaman (çoğunlukla dolmuşlarda) hep askerliğimi derinden anımsadım. Yıllardır artık o türkü çalmıyor hiçbir yerde, ya da ben rastlamıyorum.
Acemilik, ustalık derken 18 ay sonra askerlik dönüşü, önce bir İstanbul seyahati yapmıştım. Az olan, yeni edindiğim dostları ziyaret etmiştim. Yüksel ablam Moran Lisesinde öğretmenliğe başlamış, Funda nişanlanmış, yakında evleniyordu, Ateş tıp öğrencisi bir sevgili bulmuştu. Demirci Kemal abi işsizdi, Yunus yine fabrikadaydı, Beyhan ve Zafer ordudan atılmışlardı; Beyhan Marmaris’te deniz kenarında ev yapıyordu, Umran yine Wat Motor’da ömür tüketiyordu, teyzeoğulları Ömer ve Memet Ankara’ya dönmüşlerdi. Elazığ öğrenci yurdundaki hemşerilerim okulu bitirmiş sağa sola dağılmışlardı. Birkaç gün sonra aileyi ziyarete Ağın’a gitmiş, babamın ısrarıyla 8 ay kalmıştım. O sürede Gürhan’la “foto ortak” stüdyosunu açmıştık, alüminyum tencereden spot ışığı, elden iyice düşme bir agrandizörle beraber, masa sandalyeyi de kendimiz yapmıştık. Arkasından Ankara ve yine İstanbul’da yaşamı yakalamaya, tırmalamaya gelmiştim.
Yıllar geçti, birçok şey gibi, askerlik anıları da unutuldu, belleğimizin gerilerinde kaldı.
Sevgili komşum Hande ile güzel bir havada Kaya’nın bizi ekmesiyle, o 4-5 aydır hiç pisiklete binmediği halde beni yalnız bırakmadı ve ikimiz daha öncede defalarca yaptığımız gibi 17 km pedal basıp Selimpaşa’ya gittik. Her zamanki gibi Çarli’nin kahvesinde daha maden sularımızı söylemeden saçının sakalının arkasından Yaşar göründü. Her zaman Selimpaşa’ya gittiğimde arardım onu, biraz oturup arayacaktım ama yine sitem etti. Yaşar’ın evi Selimpaşa limanının hemen üstünde denizden güneşin doğuşunu da batışını da izleyen, balıkçıların ve teknelerin tüm davranışlarını inceleyebilen bir konumda. Yaşar’ın “tarlam” dediği 10 metrekarelik ev önü açıklığında çalışıyormuş biz gittiğimizde, kahve için gelmiş. Her gittiğimde, yüzlerce olan plaklarını Dual plakta bize dinletirdi yeni dostum.   Biz terli terli maden sularımızı o kahvesini içerken, söz açıldı benim Dual pikap maceramdan, yazıyı o da okumuştu.
Birkaç plağı üst üste koyup çalabilmek için diskin ortasına takılan 10 cm boyunda 0.5 cm kalınlığında adı “çoklu mil” olan bir parça var. Bende yoktu. İnternetten sipariş vermiştim, bir gün önce gelmiş ama bozuk (?) çıkmıştı. Çoklu mil’i aldığım internet satıcısı zzzafer’e (Zafer İpek) bozuk çıktığını tekrar kargo ücreti ödemek istemediğimi yazdım. Bana hemen, yenisinin kargosunu kendisinin ödeyeceğini eski gönderdiğinden hiç bahsetmeden yazdı ve hemen de gönderdi. Doğrusu böyle satıcıya epeydir rastlamamıştım, beni şaşırtmıştı.
Ertesi gün geldi, kargocuyu beklettim, pikaba taktım, o da çalışmıyordu, arıza benden olabilirdi! Teslim aldım. Tekrar söktüm pikabı, bir iki saatlik ince ayar ardından plaklar peş peşe çalıp düşüyordu. Çoklu milin ikisi de saat gibi çalışıyordu. İlk gelende, tırnağın biri biraz zorlanıyordu, onu yağlamıştım. Durumu Zafer’e hemen yazdım, ama sorunun benim pikaptan kaynaklanıyor olabileceğine kesin inandığım halde bunu yazmaya, doğrusu cesaret edemedim. Olabilme ihtimalini yağladığım için artık çalışıyor belki de olabilir bahanesini yazarak adresini istedim. Kargo ücretini de ödeyerek iade ettim. Bu yazıyı O’na da gönderirsem iyice rahatlayacağım.
Yaşar da da o çoklu milden vardı ama kullanmıyordu, kullanmayı da bilmiyordu. Benim eşten dosttan ve piyasadan derlemeye çalıştığım plaklara Yaşar da katkı yapıyordu. Bu arada çok ilginç bir gözlemimi de buraya yazmak istiyorum. Eski plakları evlerinde çalan Peyami, Yaşar gibi dostlarım plaklarını seçip, ‘bunu seversin’ diye bana verirken, yıllardır kullanmadıkları için atmayı düşündükleri pikap ve plaklarına talip olunca önce sevinen dostlarım, sonra ilginç şekilde vazgeçtiler. Doğrusu bunun nedenini anlayabilmiş değilim. Buna sadece Cevat uymadı, kullanmadığı çoğu klasik plakları seçerek birçoğunu bana verdi.
Şimdi yine gelelim Selimpaşa’da Çarli’nin kahvesindeki üçlü muhabbete.
Yaşar çoklu milin 45 lik plaklarda kullanılıp kullanılamadığını sordu, tabiî ki kullanılırdı, ama ben Onda 45 lik plak olduğunu bilmiyordum. “Oooo” dedi. Her zamanki iyi şeyleri aşırı abartması, kötülükleri görmezden gelmesi özelliğiyle “1000 tane 45 lik plak var, belki de fazla” dedi. Ben bundan 100 civarında plak var anladım. Neler olduğunu da sayarken saydı saydı  Orhan Gencebay’da var deyince “Nerde Boynu Bükük Bir Garip Görsen”….” Olmaa mı? dedi var tabii, mutlaka vardır” dedi. Tabii hemen talip oldum.
Akşam Yaşar aradı plağı bulmuş, bana dinletiyordu.
İnan bana hiç de kötü bir müzik olarak gelmedi şimdi. Bir zamanlar işkence diye algılıyordum, şimdi sadece kısaca dinlemek hoşuma gitti. Bunun bende olan bir değişiklikten değil, benim o günlerdeki direncime olan güvenden geldiğini sanıyorum; bir anı olarak da o günleri hatırlıyorum anlaşılan.
Evvelden “pehlivan tefrikası1” diye bir yazı biçim vardı. Şimdiki dizi filmlerin o zamanki gazetelerdeki benzerleri, karşılıkları. Biri birine çok benzer ve hep devam eder, bırakamazsın da. Böyle yazıların tümüne “pehlivan tefrikasına döndü” derlerdi. Eğer sen böyle yazdığım Dual tefrikamdan hoşlanır bunu da belli edersen bu da “Dual pehlivan tefrikasına” dönecek. Çünkü Pikabımın amfisini güçlendirmek için araştırma çalışmalarına başladım. Yine Ahmet’ten başlayarak yardım istemeye başlayabilirim, hazırlıklı olmanı tavsiye ederim.
İşte böyle, bu yazıyı yazarken pikapta sırasıyla Teodorakis, Joan Baez, Rodrigo, Tchaiskovsky ve Ruhi Su’nun Çocuklar plakları çalıyor. Beşli bitince takım olarak çeviriyorum, arka yüzleri çalıyor.
Mutluluğun adı ne?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder