11 Ocak 2016 Pazartesi

Çekiç

Çekiç

Geçen gün sokak komşum Dinçer abilere Haydar abiyle kahve içmeye gittiğimizde, laf lafı açtı. Derken, o anda konuşulan şeyler benim neredeyse 50 yıl önceki bir anımı çağrıştırınca aklıma geldi anlattım. Şimdi de burada anlatacağım. Hep Dual filan diye yazacak değilim ya. Bu da çekiç üzerine. İnsan belleği işte böyle bir şey, bugünü bir anda elli yıl geriye bağlayabiliyor, çekip çıkarıyor belleğin derinliklerinden.
Bir büyük markette özel renk boya siparişi verdim, boya yapılırken de alet edavat bölümünü gezdim. O kadar mükemmel görünümlü, çok iyi tasarlanmış aletler var ki. Almamak için insanın kendini frenlemesi, kontrol etmesi gerekiyor. Stanley’in bir tornavida takımı gerçekten her özelliğiyle mükemmeldi; tabii sağlamlığını bilmiyorum. Ama çok eski ve kaliteli ürünleri olan, bilinen bir marka olduğu için malzemenin de iyi seçildiğini düşündüm. Evirdim çevirdim, fiyatı çok uygun, benzerlerinin çok altında. Benzerlerini gezdim, en uygunu gerçekten oydu her yönüyle. Bir de yüzlerce paketini dizmişler yan yana, üst üste.
Sonra takım elimdeyken düşündüm. Evde 25 yıldır kullandığım bir tornavida takımı var ve ayda yılda bir kullandığımda da işime çok yarıyor. Eh biraz eskidi, elimdeki kadar, mükemmel tasarlanmış olmasa da işimi eksiksiz gördü bugüne kadar. Yılda 3-5 kere kullanacağım bir alet için daha iyi tasarlanmış, üretilmiş ve mağazadaki sunumu iyi yapılmış ve en önemlisi de uygun fiyatlı bir ürünü niye alayım? Hadi aldım, emektarı ne yapacağım. Bunu alınca bir iki yıl sonra, belki de bir iki ay sonra daha mükemmelini yapmayacakları, beni yine ayartmayacakları ne malum? Esas olan da aletin benim ihtiyacımı görmesi değil mi?
Ve almadım. Gülümseyerek, mutlulukla boya reyonuna gittim, boyamı alıp evin yolunu tuttum.
Tüketim politikaları toplumu öylesine yönlendiriyor, baskı altına alıyor ki, eskiler hızla atılıyor, değerlendirilsin değerlendirilmesin yeni ve her yönüyle çok cazip görünen bir şey alınıp evlere götürülüyor beklemek üzere. Böylece çöp bidonlarının üstü ve yanları da bu tür alet, giysi mobilya vs ile doluyor. Yeniler alınırken kullanım, işlevsellik değeri hiç hesaba katılmıyor, katılamıyor. Alınıyor ve atılıyor. Sanırım,toplumu sarmalayan “var olmak için tüketmelisin” politikası yaptırıyor bunu .
Bu harcama alışkanlığı, sadece insan yapımı şeylere uygulanmıyor; insani ilişkilere de yansıyor. Eşyaları kontrolsüz tüketmek, insan ilişkilerinde de tüketmeyi birlikte getiriyor.
Babam yaşamını saatçilik, tüfek, tabanca tamir ve yapımı ile kazandı. O bizleri, 4 çocuğunu akıl, yetenek ve bilek gücüyle yetiştirdi. Her gün akşama kadar alet kullanırdı. Ne kadar alet dersen, yeteri kadar; ne bir fazla ne bir eksik ve çok özel bir alet değilse yaşamı boyunca da değiştirmeden. Babamın o gün sahip olduğu el aletlerinin tümünü rahatlıkla sayabilirim. Toplam alet sayısı bugün herhangi birimizin evindeki alet sayısından eminim daha azdır. Babam  “Saatçi Memet” ya da lakabıyla “Kadıyoran” olarak bilinirdi. Elektriğin de olmadığı o küçücük kasabada, o sınırlı aletle ürettikleri gerçekten dikkate değerdi Birkaç alet de anı olarak bende. Mesela el mengenesi neredeyse elinin içinin biçimini almıştı. Benim çocukluğumdan beri bu aleti kullandığını biliyorum. Bir de o el mengenesinin biraz daha büyüğü vardı; daha iri şeyleri kıstırmak ve eliyle eğelemek için kullanırdı. Bir üçüncü el mengenesi olmadı yaşamı boyunca; iki masa mengenesi gibi, biri büyük biri küçük. İki Union marka elle çalışan masa matkabı. Tüm aletleri de öyleydi. Bir küçük çekici vardı bir de onun biraz büyüğü. İngiliz çekici denilen, bir tarafı yarım küre biçiminde, bir de büyük dört köşe çekiç vardı sanırım 1,5-2 kilo kadardı, bir tarafı yassıydı ama keser gibi keskin değildi, yarım santim civarında küt, uzun ve yassıydı. Zorlu işlerde kullanırdı. Bir de babamın benim gençliğimde edindiği, dedemin yaptığı demir saplı duvarcı çekici vardı, onu çok kullanmazdı. Yaşamı boyunca kullandığı eğe ve benzeri alet ve araçları çok özenle kullanırdı. Eğenin ağız kısmına el sürmezdi, yağlanırsa törpülemesi zayıflar diye. Saatçi takımları da yine öyleydi. Eksik bir aleti veya artık ihtiyaçlarına yanıt vermekte zorlanıyorsa onu atmadan yenisinin ama en kalitelisinin seçimini yapar, İstanbul’dan sipariş verirdi, parasını göndererek. Neredeyse her kullanmanın ardından da bakımını yapardı.
Babam ilçedeki çoğu insan gibi herkesle iyi geçinen, sevilen biriydi. Sanatından dolayı da ayrıca aranır ve takdir edilirdi. Bir de kendi yakın dostları vardı, onlara özel olarak değer verirdi. Attığı hiçbir komşumuz yoktu, tıpkı aletleri gibi. Tüketmiyordu çünkü değerlendiriyordu, paylaşıyordu.
Yukarıda sözünü ettiğim, babamın az kullandığı demir saplı dördüncü çekici, gözyaşlarıyla nasıl edindiğini anlatacağım.
1968 yılıydı. Orhan’la (Ercan), dedemin zamanının büyük kısmını geçirdiği ve o zaman o bölgenin belki de en bakımlı ve büyük bağını, bahçesini yaptığı, adına Fürembeyi dediğimiz, sanırım 200 dönümlük bir dağa gittik. Dağ diyorum, çünkü dedem zamanında bağ olan burası, dedemden sonra bakımsızlıktan dağ olmuştu, davarların otlama yeriydi. Babamın zaman zaman su çıkarma çabaları, bakım için çiftçiliği bilmeden harcadığı çabaları, sonuç vermiyordu. O bakımlı bağ giderek dağ’a dönüşmüştü. Dedemin çıkardığı sular bakımsızlıktan su yatakları ve toprak altındaki taştan suyolları çökünce kurumuş ya da ip gibi akar olmuştu. O suların beslediği bitkiler de tabii bundan nasibini almış, çoğu kurumuştu. Sadece dayanıklı meyve ağaçları ve zamana direnen bazı üzüm asmaları çıkıyor ve çobanların otlak olarak kullanmalarından dolayı kuruyup gidiyorlardı. Bugün bile bazı yerlerde asma tevenkleri görmek mümkün.
Babam benim çocukluğumda su çıkarmak için kolları sıvadı. Uzunca bir zaman her gün gitti geldi. Zaman zaman beni de yardıma götürüyordu. Meyilli bir yerde bayırdan dolayı giderek derinleşen bir kanal açmıştı. 15-20 metre sonra, kanalın sonunda derinlik 3-4 metreyi bulunca, oradan ileriye doğru 60-70 cm yüksekliğinde 10-15 metre boyunda bir tünel açmıştı. Sonra bu tünelin bitiş yerinden ve hizasından 10-15 metre ilerden bir kuyu açıp, ilk açtığı tunelin drinik hizasına gelince, kanalın başına doğru bir tünel açmaya girişmişti. Sona yaklaştığı zaman, tünelin ucuyla, kanalın ucunun biri birini karşılaması için de beni götürüyordu. Ben elimdeki taşı zaman zaman babamın kazdığı yönde kil duvara vuruyordum. O da benim sesimi dinleyerek yönünü buluyordu. Yaptığı planlamaya göre, bir kanal 4 kuyu ve bunları iki taraflı bağlayan tünellerde çalışıyordu. Babam ilk kazdığı kuyu ile kanalı birleştirdikten sonra, aynı kuyunun ters yönünde 4-5- metre, öndeki tünelin hizasına kadar kazıyor, ilk tünelle birleştiriyor, altını taşlarla üstü kapalı ark yapıp ilerideki yeni kuyu açmaya gidiyordu. İşte ben de bu tünellerin biri birini karşılaması için çocuk halimle işe yaramanın mutluluğuyla babamın çağırmasını dört gözle bekliyordum. Suyu bulmuş ve kanalın ucundan akıyordu. Babamdan sonra o su da dedemin emeğinin akıbetine uğramıştı. Son gittiğimde bu su da iplik gibi akıyordu.
Bu ve buna benzer anılar, babamın anlatımları, benim için Fürembeyi’ni anlamlı bir yer yapmıştı. Şimdi bile Ağın’a her gidişimde ilk uğradığım yer, 1 saatlik mesafedeki burası olur.
Orhan’la 1968 yılında av için değildi sanırım, mişmiş, kayısı ve varsa meyve toplamaya Fürembeyi’ne gittik. Dedemden kalan birkaç ağaç vardı ve bir kısmının da meyvesi çok güzeldi. Aşağı Fürembeyi’nin alt yukarı ucundaki mişmişin başına çıktık Orhan’la. Yağmur sularının oluşturduğu seller toprağı sürüklemiş, zaten beyaz olan toprak taşlı bir beyazlığa bürünmüştü. Ağacın başındayken (ki oldukça büyük bir ağaçtı), aşağıda sel yatağının oyduğu beyaz ve çakıllı toprakta bir demir boru parçası ilişti gözüme. Orhan’a seslendim, o da” boru gibi bir şey” dedi. Aşağıya indim. Bir taşla borunun etrafını kazdım. Ortaya sapı demirden, el yapısı bir duvarcı çekici çıktı. Topladığımız meyvelerle eve geldim. Yukarıdaki büyük odada babam her zaman oturduğu yerde oturuyordu. Elimdeki meyveleri orada bir yere bırakırken babama Fürembeyi’nde bir çekiç bulduğumu söylediğimde babamın duygulu gözlerle elimdeki çekice baktığını fark ettim. Gözlerinde de yaş damlaları belirmişti. Babamın gülerken gözlerinden yaş geldiğini çok görmüştüm, zaten içtenlikle gülerdi. Ama bu yaşlar başkaydı. Babamın sessiz tepkisine şaşırmış olarak çekici oraya bir yere bırakıp odadan sessizce çıktığımı bugünkü gibi anımsıyorum.
Gözyaşlarının yanıtını ancak ertesi günü öğrenebildim.
1900’lerin başı, yaklaşık bugünden 100 yıl önce. Dedem sabah güneş doğmadan Fürembeyi’ne gidiyor, akşama kadar çalışıyor, ailece çalışıyorlar akşam da geç vakit eve dönüyorlarmış. Bir yerlere duvar örmek için kendisinin yaptığı çekici de götürdüğü bir gün işi uzayınca eve getirmemiş bir yerlere saklamış. Yaşı da doksanına merdiven dayamış olmalı, ertesi gün çekici bulamamış. O gün ve takip eden birkaç gün daha çocuk olan babam dahil evdeki herkesi götürmüş, her tarafta çekici aramışlar, dedem bulamayınca çok öfkelenmiş çok üzülmüş ama ne çare, bulamamışlar. Anlaşılan hem kendi yaptığı için, (o zamanlar belki de Ağın’da başka çekiç yoktu), hem de işine yaradığı için çok kıymetliydi. Günlerce arayıp bulamadıkları çekici, arada geçen yaklaşık 50 yıl sonra, ben elime alıp çıkagelmiştim. Babam daha odaya girer girmez elimdeki çekici görünce hemen tanımış. Daha sonra babam, nerede bulduğumu tahmin etti. Dedem de doğru anımsıyormuş ama anlaşılan toprağa, belki de bir duvara gömdüğü için bulamamışlar.
O çekiç babamın atölyesinde hep durdu. Yaklaşık 10 sene önce atölyeden arta kalanları karıştırmıştım ama elime gelmedi. Zaten o zaman aklımda da yoktu. Ta ki geçen gün konuyu anlatana kadar. Bu anı da böyle tazelenince ilk gidişimde o çekici bulmak da zorunlu hale geldi.
Anılar belleklerimizde taptaze duruyor da çekiç evde duruyorsa tabi.
Osman S. Kapusuz


Hab

Bugün markete gitmem lazım. Alınacak gıda listesi giderek uzadı. Genellikle aldıklarımızı az alıyoruz sık alıyoruz. Bu da gıdaların evde bozulma riskini azaltıyor hem de daha taze oluyor. Bu da 2-3 günde bir markete gitmek demek. Semt pazarına daha çok yazın gidiyoruz, taze sebze meyve almak için.
Yukarıda yazdıklarım muhtemelen senin için de geçerlidir. Gıda ihtiyaçlarımızı en yakınımızda ve en uygun markete veya bakkala giderek karşılıyoruz. Bu marketlerde de olmayan yok. Onlarca soğutucu, yüzlerce raf ve buların üstünde gıdalar eşyalar. Seçiyoruz bütçemize ve ihtiyaçlarımıza göre parasını ödeyip alıyoruz. Yine evdeki soğutucuya koyup kullandıkça çıkarıyoruz. Dilimize yanlış olarak buzdolabı olarak giren soğutucuların ısısı da istenilen ayarda ve sabit ısıda olduğu için gıdalar da bozulmuyor uzun süre. Buna bozulmasın diye mesela bakliyata sinek ilacı sıkıp, kurumasın diye de bulaşık deterjanı sürdüklerini, yüzlerce sağlığa zararlı katkı maddesini gıdalarımıza kattıkların, sürdüklerine burada girmeyeceğim.
Tahmin edebileceğin gibi bu yazımda sana uzun uzun market alışverişlerimi anlatmak değil niyetim.
Derlerki, her şeyin bozulması, insanın doğaya uyum sağlayarak yaşamak yerine doğaya hükmetmesiyle başladı. Bunu doğruluğu da her geçen gün “küresel ısınma” sonuçlarını yaşamaya yeni yeni başlayarak öğreniyoruz. Ders alındığını söylemek de zor.
Benim bu yazıda sana anlatacağım doğa- çevre değil. Doğaya uyum sağlayarak yaşama örneklerini kendi yaşamımdan, daha doğrusu sevgili annemden örneklerle anlatacağım. Anlatacağım iki anımdan biri belki hala geçerlidir ama ikincisinin uygulandığını hatta anımsandığını bile sanmıyorum.
Annem kış aylarında İstanbul’a gelir bazen bir ay bazen daha da uzun kalırdı. Her gelişinde evin bazı şeyleri kökünden değişirdi. Bunlar da kesinlikle onadığım bugün de anlatmaktan guru duyduğum değişikliklerdi.
Daha eve ilk girişinde, giriş kapısının karşısındaki mutfağın kapı koluna asılı çöp poşetine göz ucuyla bakardı. O poşet genellikle dolu olurdu içinde de neredeyse tümü yiyecek artıkları olurdu. Gelişinin ertesi günü o poşet artık dolmazdı. Çünkü yenebilen hiçbir şey atılmaz, değerlendirilirdi. Biz işe, Ayşe okula gittiği için mutfağı da zorunlu olarak ele geçirmiş olurdu. Temizliğe karıştırmazdık ama mutfağa söz bile söylememize izin vermezdi. Bu benim de çok işime gelirdi. İnsanın annesinin yemeği kadar güzel yemek var mıdır? Bu benim için hep böyle oldu. Her zaman annemin yemeklerini aradım, özledim.
Yiyecek artıklarını ne yapardı diyebilirsin şimdi. Anlatayım. Önce yemeği gereği kadar pişirirdi. Tabaklarda yemek artırılmasına izin vermez, homurdanırdı, o yüzden yenecek kadar tabak doldurulurdu. Artan varsa da bunlar toplanır, ekmek kırıntısıyla beraber kuşlara verirdi.
Annem geldikten 10 gün sonra evin pencere mermerlerine kızımın deyimiyle “babaannemin kuşları” olan güvercinler gelmeye başlardı. Onları sürekli beslerdi. Güvercinlerden sonra da serçeler gelir daha küçük kırıntıları toplarlardı.
Ama ası anlatacağım hab. Doğrusu nasıl yazıldığını da bilmiyorum. Söyleniş biçimiyle de yazıyorum. Hz. Googul da da olmayacağını tahmin ettiğim için araştırmadım.
Ağın’a elektrik 1969 da geldi, yani ben 20 yaşındaydım. Elektrik olmayınca buzdolabı dediğimiz soğutucu dolaplar da olmazdı. Sıcaklarda yiyecekler de çabucak bozulurdu. Burada bir gelenekle gelen bir beceri vardı. Yiyecekleri yine her şeyin bozulmasına neden olan güneşte kurutmak. Anımsadığım kadarıyla neredeyse kurutulabilecek her şey kurutulurdu. Zaten bakkaldan yiyecek pek bir şey alınmazdı. Neredeyse yağ bez gaz tuz dışında. Annem yaz boyunca didinir taşınır bizi kış boyu beslemek için hazırlık yapardı. Hiç durduğunu anımsamıyorum. Uyandığımda hep ayaktaydı, uyumaya gittiğimde de yine O ayaktaydı. Bu İstanbul gelmelerinde de değişmedi.
Şimdi düşünüyorum da gerçekten hazır bir şey alınmayınca aylarca 3-4 kişinin beslenmesi nasıl hiç de kolay olmasa gerekti. Sadece annem mi böyleydi. Hayır, her anne, her kadın böyleydi. Ablalarım da onun doğal yardımcısıydı. Bir de mahalledeki her kadın diğerinin yardımcısı destekçisiydi. Sürekli alış veriş halindeydiler. Dayanışırlardı. Bunların da aklımda kalan en önemlisi hab idi.
Ağın’da hayvancılık yoktu. Herkesin kendi yağ, süt, peynir ihtiyacını karşılamasına yetecek kadar hayvan beslerdi. Bazen bir inek, bazen iki koyun bir keçi filan. Bunlar da hiç sabit kalmazdı, yavrulayan hayvanlar sayıyı artırır, hastalıklar azaltırdı. Altmışların sonlarına doğru keçi beslenmesi zaten az olan dağlardaki doğal ağaç örtüsünü korumak için yasaklandı. İnekler de şimdiki cins inekler gibi günde 5-10 kilo veren ineklerden değildi. Tam bilmiyorum ama sanırım en fazla veren 1-2 kilo verirdi. Şimdi habı anlatınca neden anımsadığım da anlayacaksın.
Süt de işlenmezse çok çabuk bozulur. Neredeyse dayanma ömrü ısı ortamına bağlı olarak bir gün bile değildir. Yani o gün sağılan süt o gün işlenmek, yoğurt (sonra yağ), peynir yapılmak zorundaydı.
Şimdi düşün annem sabah kalktı, ineği. 2 kilo süt çıktı. Bununla ne yapabilirdi. Yoğurt yapsa o kadarcık yoğurtan ne yağ çıkardı, yayığa bile koyamaz bu sefer süt yerine yoğurt bozulurdu. Herkes de aynı konumdaydı. 20 kilo süt olsa bu sorun olmaz. O gün yoğurt yapılır, ertesi gün de yayıkta bu tereyağına çevrilir, tuzlanarak uzun ömürlü temel gıdalardan biri haline gelirdi.
İşte bu sorunu annemler, tabii ki onların da anneleri ve onların da anneleri, dayanışarak, paylaşarak çözmüşlerdi. Mahallede 5-6 komşu ile anlaşırlardı, bu sayı bazan çok artar bazen eksilirdi. Bunu şimdi bu yazıyı yazmaya başlayınca nedenini anlıyorum. Sütün verimli zamanında sayı azalıyor, verimsiz zamanında paylaşılan sayı çoğalıyordu. Diyeyim ki işlenecek süt 20 kilo olsun, bu kiloyu tutturacak kadar komşu bir araya geliyordu. Daha fazlasını işlemek zor daha azı da verimli olmuyordu anlaşılan.
Daha tan ağarmadan kalkan annem, sabah ineğini sütünü sağar, hep aynı bakraca doldurur bir komşuya giderdi. Bu sabahın karanlığında ısız sokaklarda birçok kadının evden eve sessizce gidişleri, sonra bir araya gelip kısık sesle konuşup işlerini yapması benim hep görsel olarak çok ilgimi çekmiştir. Bu gidişleri kısa da sürmezdi anımsadığım kadarıyla. Sonra arada bir de bizim evin önünde toplanırdı aç boğazlarımızı beslemek üzere sabahın köründe işe koyulan anneler. Uzun uzun konuşurlardı. Ben buna şimdi dedikodu demeyeceğim. Aslında tüm haberler o sabahın ilk saatlerinde paylaşılır, belki de birilerine yapılacak yardım, destek için kararlar alınırdı.
Yine o hab günü komşularda yaşlı veya ineği koyunu olmayanlara süt ve ertesi gün de yoğurt gönderirdi annem benimle. Niyeyse bu işi çok da zevkle yapardım.
Evde bezden dikilmiş diş fırçası askısı gibi bir şey vardı. 30x40 cm bir bezi, 40 cm tarafından 15 cm olarak yukarıya doğru katlanıp, yanlarından ve 2-3 cm arayla da dikine dikilerek bölümlere ayrılmış bir bezden cepler. Her bölümün üstünde de “Zelha, Hatce” gibi komşu annelerin isimleri yazılıydı. Bunlar renkli iplerle dikiş biçiminde yazılırdı. Bir seferinde ben kurşun kalemle yazmıştım annem de bunun üstünden renkli iple geçmişti. Çocukluğumun o işe yaramanın verdiği ciddiyetle özenle yapmıştım. Bu gözlerde bağ asması çubukları olurdu. Bugün böyle bir şeyi sana göstersem – bu nedir? Desem, inan anlayabilmen bulabilmen mümkün değil. Bu bez gözlerden hab yapan her evde vardı. Onlarda da yine isimler vardı, sedece kendi ismi yoktu, bizdeki gibi.
Bu paylaşımdaki adaletin nasıl sağlandığını bilmiyordum, biraz düşününce bulduğumu sandım. Yanlış yazmayayım diye de ablama sordum, doğru bulmuşum. Benim aklımda kalan, zaten gördüğüm de sadece asma dalların ucunu koparır süt kabını içine batırır, asmanın boğumunu gelecek biçimde de bu asma dalı ucundan ufak ufak koparılırdı. Boğum sütün üst kısmına tam gelince de, ölçülen süt kiminse, onun isminin yazıldığı bez kılıfın içine sokulurdu. Çok küçükken bu bir araya gelmeleri izlediğim halde bir ayrıntı aklımda kalmış, süte batırılan kısım bezin içine sokulurdu. Ya sağlığa uygunluk için ya da çubuğun tersi ölçü olarak alınmasın diye. Bazen bir gözde birden fazla çubuk olurdu. Böylece o günkü sütler bir evde toplanır işlenirdi.
Paylaşımda adalet de şöyle sağlanıyordu. Hab için herkes evindeki aynı bakracı kullanılıyordu. Annem o gün sağdığı sütü o bakraca koyuyor, komşuya gidiyor, süt bu asma çubuklarıyla ölçülüyor, o çubuğu alıp eve getiriyor, sütü verdiği komşunun adı yazılı bez teleğe koyuyordu. O komşu da hab sırası bize geldiğinde süt annemin bakracına dolduruluyor telekteki çöp alınıyor ölçülüyordu. Az veya çok geldiğinde ise yeni bir asma sapıyla veya aynı sap kısaltılarak ölçülüyordu. Böylece bizdeki çöp hep annemin alacağını gösteriyordu. Şöyle bir şeyi aklına getirmeni istemiyorum. Annemin veya bir başka annenin, eve geldikten sonra alacağını belirleyen asma çubuğunu başka bir çubukla daha uzatarak değiştirmesi nasıl önleniyordu. Böyle bir şeyin akla gelmesi bile söz konusu değildi. O nedenle aklına getirme dedim.
Bazen acaba diyorum bu küresel ısınmayı ve sonuçlarını ufak ufak görmeye başladıktan sonra, hiç elektrik icat edilmemiş olsa mıydı, doğa katledilmemiş olsaydı insanlarla birlikte tüm canlılar daha sağlıklı ve mutlu mu olurduk?

Osman Kapusuz