26 Kasım 2015 Perşembe

İki Tekerle Özgürlük

İki Tekerle Özgürlük.

Bir film vardı izleyememiştim, adı “Tanrılar Çıldırmış Olmalı” idi. İsmi çok çarpıcıydı, aklımda kalmış. Bugün yaşadığımız günler için şöyle dersem yanlış hiç olmaz. İnsanlar çıldırmış olmalı. Müslümanlar çıldırmış olmalı daha doğru olur sanırım. Vicdanın aklın kilitlendiği günler yaşıyoruz. Vahşetin kol gezdiği, kanıksandığı, sessiz kalındığı hatta onaylandığı ve teşvik edildiği bir dönemden geçiyoruz. Sadece komşularımız ve ülkemiz değil dünya da böyle. Kesilen kafalar, katledilen çocuklar, işgal edilen esir alınan kentler, sahillere vuran çocuk insan bedenleri, rahatlıkla dün söylediğinin bugün tersini pişkinlikle haykıran politikacılar. Bunları ve fazlasını her gün her saat izliyoruz, giderek içimize giriyor yaşıyoruz. En kötüsü de artık kanıksıyor ve normal karşılamaya başlıyoruz. Bu vahşeti onaylayan insanlar gösteriler düzenliyor desteklerini belli ediyor taraftar topluyorlar. Bizler sessiz suskun bakıyor ve izliyoruz. Bu ortamda yeni bir nesil yetişiyor, nasıl bir nesil olacağını düşünmek bile ürpertiyor.
Siyaseten de zor yıllar zor günler geçiriyoruz, karanlığa, geriye doğru pupa yelken gidiyoruz. Her geçen gün karanlığa doğru bir haberle oluşumla karşılaşıyoruz. Benim gibi tercihini akılla inanç arasında aklıdan yana yapan ve bu doğrultuda daha iyi bir dünya daha yaşanılır bir ülke için mücadele eden, bunun için de “ben” den önce “biz” olan öylece de var olmayı becerebilen bir kuşak temsilcileri olarak çok daha zor. En büyük zorluk da örgütlü bir şey, sonuca götürecek doğrultuda işe yarayacak bir şey yapamamak. Bu insanı hepten zor durumlarda bırakıyor. Seçimler filan gibi zamanlarda o günkü şartlara göre en doğru bildiğimiz doğrultuda aktif çaba harcasak da, günlük yaşamımızda yakın çevremizde bir çaba içinde girsek de yeterli olmadığını biliyorum. Nesilden nesile taşınan örgütlü siyasi bir mücadelenin sıcaklığı ve köklü değişiklikler bırakan değişimler sağlaması olası değil. Kişisel çabalarımız da kendini tatmin etmekten öteye gidemiyor. Sosyal medyada koltuğa yayılıp okunan bir yazıya bir satır da açıklama getirip takipçilerine paylaşmak kendini tatminden öte ne kadar işe yarıyor? “ben bilirim”den öteye gitmiyor. Üstelik de takipçilerin de senin gibi düşünenler. Bazı arkadaşlarım olaylara yönelik kısa da olsa kendi yorumlarını yazmaları olaylara açılım açısından yararlı ve doğru olsa da bir siyasi çatı altında bir hedefe doğru verilen mücadele olmayınca sonuç çok da değişmiyor. Zinciri çıkmış bisiklet gibi, çevir babam çevir boşa.
Bunları niye yazıyorum? Niye bir bisiklet tur notlarının başına da üstelik kitaplar dolusu yazılan ve yazılabilecek bir konuyu bir paragrafta anlatmaya çalışıyorum. Amacım siyasi bir ayar vermek eleştirmek de hiç değil. Amacım zor zamanlarda birey olarak da insanın günlük yaşamı dışında, kendine biçilenlerden başka yeni bir açılımla klasik alışkanlıklardan sıkıntılardan kurtulma yollarının olabileceğini söylemek, deneyimimi paylaşmak.
Bir laf var çok sevdiğim. Doğadan uzaklaşanın kalbi katılaşır. Bu doğru bulduğum bir söz. Evet, sağlığımızın şartlarımızın elverdiği oranda doğada olmaya çalışmak insanı rahatlatıyor, insanın katılığını bakışındaki sertliği alıyor. Şimdi bana karşı çıkıyor belki de küçümsüyorsun. Karşı çık ama denemende yarar var. Bir Eğe kasabası veya köyünün sakinleştirici etkisi biraz da bu. Oradaki yaşamın daha çok doğa içinde olması ve bunu sonucu da insanların daha sakin yaşamaları. Eh Eğe kasabasına gitmiyor gidemiyorsam da bunu başka yollarla sağlamaya çalışmak da çok zor değil.
Notlarım seni sıkabilir. Sıksın. Yine de oku bence, hatta kendini benim yerime koyarak okumaya çalış. 80-90 km pedal çevirip, akşam bir kuytuda toz toprak içinde belki çamurda çantaları boşaltıp çadır kurup, yerleştirip, yemek pişirip yattıktan sonra sabah tüm bunları mutlaka bir düzen içinde tekrar toplarken bir de yağmura yakalanıp, önündeki yokuşa yönelmenin hiç de imkânsız olmayacağını hatta alışınca nasıl bir keyif olabileceğini düşün. Bitmeyen bir yokuşu, her dönemeçte artık yokuş bitiyor diye beklerken döndüğünde bir yokuş daha çıkınca ve bu böyle defalarca sen kan ter içinde kalarak sürerken yokuş bittiğinde soluklanıp içtiğin suyun tadı, rüzgârın terli yüzünde yaptığı okşamayı, kuş seslerini toprak kokusunu daha farklı seveceksin. Soluk soluğa pedallarken yolda ezilen bir yeşil kertenkeleyi görüp acaba yaşıyor mu diye merak edecek belki de durup bakacaksın. Ne bileyim ben belki sen de zehri kapar 3 kuruş verip iki teker edinirsin. Bilesin ki iki teker üstündeyken aklında evirip çevirdiğin belki de bir yere sığdıramadığın aklından da atamadığın düşünceleri bir yana bırakmak zorunda kalacaksın. Mecbur kalacaksın çünkü o incecik iki teker senin tüm duyu organlarını esir alıp harekete geçirecek, alışkanlıklarını değiştirecek. Evde telefon uzun süre çalmayınca üzülüyorken, iki haftalık tur boyunca telefonunun hiç çalmaması bırak üzmeyi hiç aklıma dahi getirmeyecek.
Yedi sene önce Marmara’yı kuzeyden gidip Kazdağları’nı geçerek Eğe ‘ye gidişimizdeki notlarımda: “Bir de Marmara’yı güneyinden geçip Yine Kazdağları’nı bu sefer daha doğudan geçmeyi düşündüğümü yazmıştım. Yıllar geçti, birçok yere turladığım halde arkadaş bulamayınca burası öylece kaldı gitti. Yol arkadaşları bulunca bu yıl bu isteğim de gerçekleşti. Bu yazıda bu turun notlarını okuyacaksın, tabi, sabır edersen. Biliyorsun ben doğa yürüyüşleri, dağ tırmanışları, pisiklet anılarımı yazarken çenem düşüyor. İstanbul’da sabah yaptığım bir işi akşam unuturken bu gezilerde her şey aklımda kalıyor. Ne kadar kısaltmaya çalışsam da uzattıkça uzatıyorum. Kimse de bunu yüzüme vurmuyor.
Delikanlılığımda otobüs yolculuklarında çok sinirlendiğim sorular vardı. Bunlar “memleket neresi?” ve “askerliği nerede yaptın” sorularıydı. Bu soruların ardından anlamsız bilinen muhabbetler gelirdi. Yıllar geçip yaşamda oldukça yol aldıktan sonra şimdi de özelikle pisiklet yolculuklarımda mola verdiğimiz yerlerde “yaşın kaç?” sorusu yine beni sinirlendiriyor. Ardından da yine klasik laflar oluyor. Biraz şaşkınlık ardından “göstermiyorsun”, gibi sözler geliyor. Benden epeyce daha az yaşamış ama benim birkaç yaş daha ilerimde görünen adama şunu söyleyemiyorum. Söyleyemiyorum ve sinirleniyorum, bazen de bu sinirliğimi belli ediyor insanları kırıyorum istemeden.
Şu yanıtı, muhtemelen anlaşılmayacağım için veremiyorum.
Ben her canlı gibi yaşamaya çalışıyorum, böyle de yapmaya çabaladım yaşamım boyunca. Sokaktaki köpek gibi, dağdaki kurt, denizdeki balık, havadaki kuş gibi hareket etmeye çalıştım, olabildiğince sağlıklı doğal beslenmeye çalıştım. Çoğunlukla dayatılan, öğretilen yaşam biçimleri ve davranışlar yerine kendi ihtiyacım olanı yapmaya çalıştım. Şimdi de buna devam ediyorum. Beslenmem için gereken yiyecek alacak paramı kazanmama ve bunu da hep becerememe rağmen yan gelip yatmadım, yatmıyorum. Karnını doyurmak için koşuşturan, uçan yüzen her öğününde bunun için çaba harcayan her canlı gibi, o öğün yiyeceğimi avlayacakmış, bulacakmış gibi ben de hareket ettim. Ya işe koştum ya boşa ya da spora. Bu da bana mutluluk verdi. Bunun, karizma denilen aptalca ağır adamlık özellikleri edinmemi de yok eden bir davranış olduğunu biliyorum, bundan dolayı da mutluyum. Şimdi de her öğün yiyeceğimizi, para yerine bizzat yiyeceğin kendisini, diğer canlılar gibi kendi çabamızla edinmek zorunda kalsaydık bu gün de aç kalmazdım sanırım. Ben normal yaşımdayım her şeyimle. Sen ise böyle yapmamışsın. Tüketmişsin makineyi. Ben ne yapayım. Bir yandan makineyi tüketmişsin bir yandan da mutluluğu kaybetmiş kalıplar içinde yaşıyorsun. Suratın asık, muhtemelen mutlu olmayı mutluluğu aramayı da bırakalı çok olmuştur.
Bu dediklerim sadece gittiğimiz kırsaldaki insanlarda geçerli değil, kentte de aynı, hatta daha hareketsiz bir yaşam var. Bir de yaşanan yıllar çoğalıp, emeklilik denilen illet de boğazına yapışmışsa çekiliyor kenara. Kahve kültürü varsa, işe gider gibi kahveye gidip aynı saatte de işten gelir gibi eve dönüyor. Bu yoksa eşinin dizlerinin dibinde ona yaşamı dar etmekle meşgul oluyor. Hele bir de geçmişinde politika ile uğraşmışsa, memleketi kurtarmak için iki tek atmaya da gerek duymadan en derin tahlilleri sıralayıveriyor peş peşe sosyal medyada.
Bu lafları ne kırsalda çoğunlukla köylerde rastladığım insanlara ne de kentlerde konuştuklarıma diyemiyorum. Ama neredeyse uğradığımız her yerleşim yerinde bu konuda bir şeyler konuşuluyor. Konu çok zor iş taa oralardan buraya kadar ile başlayıp ilerlemiş yaşa geliyor. İçlerinden şöyle dediklerini işitir gibi oluyorum çoğunlukla. Ben kendime eziyet etmem. Bu davranışları sadece fiziki çabanın yadırganması değil. Bir de öğretilmiş alışılmış davranış dışında bir şey görmeleri yatıyor. Yaşını başını almış birinin köşesinde oturmak varken üstelik de bir bisikletle dağ bayır dolaşması çok yadırganıyor. Çünkü alışılmışın öğretilmişin dışına çıkılıyor.
Bu konu gerçekte buraya sığdırılamayacak kadar geniş bir konu, zaman ayarlayalım oturup konuşalım istersen, uzun uzun. Ben iyice uzatmadan konuya, pedallamaya geleyim.
Bu sene gittiğim İğneada turunda, 14 kişiden biri de Özgür Akar’dı. Girişken genç bir arkadaş. O’nun ilk uzun turuydu. İyi bir tur arkadaşıydı. Döner dönmez de anılarını yazdı fotoğrafladı. Eylül başında da Marmara-Eğe arasında bir tur düzeleme planına başladı. Ben de Kazdağları turunu önerdim. Onun aklından geçene de uyuyormuş zaten. Böylece Özgür’ün önderliğinde tur ekibi, güzergâhı vs oluşmaya başladı.
Tur benim için yaklaşık 1000 km olacaktı. Bunu yarısı bir hafta boyunca arkadaşlarımla Edremit’e kadar, sonra yolda kimseyi bulmazsam, Altınoluk, Bayramiç, Çanakkale üzerinden turu yalnız tamamlayacaktım. Bakalım turu tam olarak bitirebilecek miyim?
Tur için baştan kabaca bir rota belirlenip plan yapılıyor. Ama yola çıkıldığında bu plana çoğunlukla uyulmuyor. Yol değiştiriliyor, daha güzel bir yer bulunca o gün çok da yol alınmadığı halde çok güzel bir yere rastlayınca hemencecik dere kenarına kamp kuruluyor. Aksamalar ise genellikle hava şartlarından oluyor. Toprak veya araç trafiğinin yoğun olduğu yollarda yağmur çok keyif vermiyor doğrusu. Yolun yokuşları ve bozukluğu genellikle planımızı etkilemiyor. Lastik patlaması en sık rastladığımız aksilikse, en seyreği ise kaza yapmak oluyor.
Özgür ve benden başka bu yaz yaptığımız Kapıdağı turundan tanıdığım Ozan Çetin talip oldu tura. Böylece Vatsap grubunda yazışarak hazırlığa başladık. Kurban bayramı tatili 9 gün yapılmış, arkadaşlarım da bu tatilden faydalanacaklardı. Bayram sonrasındaki pazartesi işbaşı yapacaklardı, sekizinci gün cumartesi dönmek üzere Akçay’dan dönüş biletlerini aldılar. Yalova’dan başlayacağımız tur, Biğa’ya kadar tümüyle Marmara kıyısından, Yenice Akçakoyun Köyünden sonra Kazdağları’nı zirvedeki Dalak suyu ve yangın kulesinden geçip Edremit’e inecektik. Arkadaşlarım burada ayrılacakları için ikinci haftam yolda kimseyi bulamazsam yalnız geçecekti. Buna göre de malzemeler, giysi bunları koyacak eksik olan çantalar gerekliydi. Çok da zaman alan ve oldukça da pahalı olan bu malzemeleri toplarken bir yandan da yiyeceklerimi de hazırlamaya başladım. Kısa dağcılık deneyimimin etkisiyle anlaşılan her akşam için bir ton balığı da dahil olmak üzere yiyecek stoklamaya başladım. Sonra bir baktım benim heybe yerden kalkmıyor. Bu aklımı başıma getirdi. Dağda yiyeceğini yanına almak zorundaydın, pisiklette böyle değildi, mutlaka birkaç saat içerisinde büyük küçük bir yerleşim yerine gidebiliyordun. Atıştırmalık dışında yiyecek taşımaya gerek de yoktu. Bunu bildiğim halde yaptığıma göre muhtemelen dağları özlemiştim. İlk fırsatta bir dağa tırmanmak elzem oldu artık.
Takım taklavat, arka heybe ön bagaj heybe çadır mat filan derken sular hariç tarttım 18.5 kilo yüküm olmuştu, 15 gün boyunca taşıyacağım. Buna bir de 2 kilo su eklemek lazım.
Bu arada Özgür de Yenikapı Yalova feribot biletlerimizi almıştı saat 09.45 e.
Önce Evden saat altı gibi çıkar, Yenikapı’ya kadar 55 km yi pedallarım diye düşündüm. O yüzden de Özgür’e çok erken saate bilet almamasını önermiştim. Yüklü şekilde antrenmana başlayınca ardından da Özgür tur güzergâhının haritasını ve yükseklik değerlerini gönderince bundan vazgeçtim, ilk gün çok dik yokuşlar vardı. Sabah vücudum daha soğukken Büyükçekmece çıkışındaki Devebağırtan yokuşunu çıkmak hiç doğru değildi.
Son kontroller son antrenmanlar ve tur yaklaşınca heyecan da artıyor doğrusu ya, çocuk gibi oluyor insan. Keyifli heyecanlı. Bunun kaçıncı turum olduğunu dahi unuttuğum, daha geçen ay bir tura gittiğim halde dersin ki ilk defa böyle bir iş yapıyorum. Her zaman olduğu gibi evdeki son gece çok az uyuyabildim. Özgür saat 08.30 da iskelede buluşmamızı istemişti. Eh önderimiz o ise uyacaktık, çok erken bir saat olsa da. Akşamdan pisikleti arabaya yükledim. Sabah kalkınca arabaya atlayıp Yavuz’un evi Bakırköy’e gidip onu aldım. Yavuz beni Yenikapı feribot iskelesine bıraktığında 08.25 idi.
İçeri girdiğimde Özgür gelmişti. Sarıldıktan hemen sonra bagajları kontrol ettik. Özgür’ün bana aldığı lastikli bağlama ağı çok gevşek kaldığı için ince bir dağcı ipiyle arka bagajı bağladık. Feribot saatine yakın Ozan geldi. Hiç sorunsuz bisikletleri feribota yerleştirdik. Yukarı çıkıp kahvaltımızı yaptık. Muhabbetle birlikte Yalova çok yakına geldi. İnip sağdan deniz kenarından üstelik de maviye boyanmış bir bisiklet yolundan pedallamaya başladık. 5-10 dakika sonra ağaçların altındaki çay ocağında yol sormak için ve çay için mola verdik. Bisiklet yolunu devam edin ışıklardan sağa dönün bu sizi kıyıdan götürür dedi kahve komşularımız.
Bisiklet yolu bitti asfalta çıktık epey sonra ışıklardan sağa dönünce yol biraz bozulsa da araç trafiği azaldı. Yolun ara yol ve bozuk olması yokuşların da dik ve çok olduğu anlamına geliyor. Şehirlerarası yollar belli bir meyille yapılıyor, yükseklikleri kırpıp çukurları dolduruyorlar, yokuşları dolandırarak meyili azaltıyorlar. Ara yollarda köy yollarında bu olmuyor. Eskiden kullanılan yol, belki de katır eşek yolundan bir dozer geçirerek düzeltiyorlar, sonra burayı stabilize ve en son da asfalt yapıyorlar. Böyle olunca da yol kısa olsa da yokuşlar dik oluyor. Araç yoğunluğu yerine bu yokuşları kesinlikle tercih ettiğimiz hemen söylemeliyim. Bir de bu yollar ne kadar kötü olursa bizi daha bakir köylere sıcak içten insanlara götürüyor.
Bu yolun başı hem araç yoğunluğu fazlaydı hem de yakında bir köyden geçmedik. Koru’ya da girmedik. Çınarcık sapağındaki yol kenarında koltukların pufların sandalyelerin olduğu bir kahve lokanta kırması bir yerde mola verdik. Soda çay molası, Ozan için kahve molası. Parayı Özgür ödemiş, çok da pahalıymış.
Beni en korkutan ve sevmediğim yol olayıyla yüz yüze geldik bir dönemecin ardında. Yola zift ve üstüne mıcır döşemişlerdi. Daha yeniydi, muhtemelen ileride bu ekibe rastlayacaktık. Bu mıcır sürüşümüzü çok kötü etkilediği gibi bir de karşıdan gelen araçların savurduğu taşlar bize çarpabilirdi, Çarpsa da yüzümüze gelirse sakatlık çıkarabilirdi. Araç geçerken kafamızı sağa çeviriyorduk zorunlu olarak.
Kocadere Şenköy derken yolda Özgür’ün arka lastik patladı. Kapıdağı turunda 6 kere patlamış tüm çabamıza rağmen patlamasına neden olan nesneyi bulamamıştık. Sert bir şeye basınca çıkıp iç lastiği patlatıyor sonra dış lastiğin içine gizlendiği için de bulamıyorduk. Özgür bunu hallettiğini söylemişti Anlaşılan halledememiş. Belki de yeni bir nesnedir desek de kuşkulandık. Ben de Özgür’e bu lastiği atıp yenisin almadığı için sitem edip üzdüm. Lastiği değiştirip devam ettik, bir süre sonra yine inmeye başladı lastik. Bir benzincide fazla hava basalım dedik pompa bozukmuş. O arada birkaç kilometre sonra varacağımız Esenköy’de bisikletçi ve yemek yiyebileceğimiz temiz bir yer sorduk. Çok acıkmıştık, gücümüzü kaybetmemek için protein ve karbonhidrat almak zorundaydık ve midemizin bozuk bir şey yiyerek de bozulmaması gerekiyordu. Köyde iyi bir lokanta yanında bir de bisikletçi varmış ne güzel.
Esenköy güzel bir yerleşim yeri. Kıyı boyu uzanmış, oldukça da gelişkin şirin bir yer. Önce bisikletçiye gittik, dış lastik yokmuş, Gemlik’te bulursunuz, Pazar günü de açık dedi.
Hemen yakınındaki aşçının da kadın olduğu bize önerilen şirin bir lokantada tas kebabı yedik, taskebabı yerine bol kepçe taskebabı desem daha doğru olur. Çok da lezzetli ve ucuzdu.
Ardından yandaki ağaç altındaki çoğunluğunu kadınların oturduğu çay bahçesine oturduk. Garson genç ve çok farklı biriydi. Temiz güler yüzlü,  sempatik konuşkan. Yurdum insanına hiç benzemiyordu. Sonra öğrendik Hollanda’da büyümüş. Her neyse yaptığı kahve çok kötüydü ama.
Biz Kahvede otururken yola mıcır döken karayolu ekibi ileriye doğru geçti.
Lastik ilk patladığında Ozan’ın daha önce söylediği bir lastikçide içine lastik sıvatalım sözünden de esinlenerek, bir yedek iç lastiği boydan boya yarıdan kesip, dış lastiğin içine zırh gibi geçirelim fikri çıktı. Hemen de kahvede uyguladık. Böylece bulamadığımız nesne bu aradaki lastiği delecek esas lastiğe ulaşamayacaktı. Başarılı olduğumuzu da anlayacaktık.
Bizi hemen iyi bir yokuş bekliyormuş, ama sonra daha düzmüş. Zaten genellikle yerleşim yerleri sonrasında yokuş oluyor kıyı şeridinde, girerken de bunun tersi yokuş iniyorduk.
Yolumuzun üzerindeki belki de ilk gece mola yerimiz Kumla’da kadim dostum Kemal Kızıltoprak’ın yeni tuttuğu deniz kenarındaki evinde olacaktı. Onu aradım orada mı diye. Evdeymiş, bizi bekleyecekti, ne güzel.
Artık Armutlu’ya kadar inişli çıkışlı güzel ve oldukça ıssız yol bizi bekliyordu. Tek korkumuz Özgür’ün lastiğinin çok sık patlaması ve vücudumuzun soğuması. Biraz da merak içinde Esenköy’den yola koyulduk.
Kısa süre sonra yol ekibine rastladık. Yine zift ve mıcır döşüyorlardı, neyse ki bu önceki kadar uzun sürmedi. Kısa süre sonra kurtulduk.
Yalova’dan sonra ikinci uzun molamızı Armutlu’da verdik. Dere kenarında belediye çay bahçesinde. Karşıdaki fırından taze kraker aldım, çayın yanında iyi gitti doğrusu.
Özgür’ün lastik sorununu halletmiştik ve bu bizi mutlu etmişti. Bugün çok az yol almıştık. Keyifle iki gece konaklayarak geçelim diye Kazdağları geçişi için 3 gün düşünmüştük. Böyle gidersek buna zaman ayırmayacak belki de bir günde bu güzel tarihi dağı geçecektik pek de tadını çıkarmadan. O nedenle biraz daha tempomuz artmalıydı.
Fıstıklı Kapaklı, Narlı,  Karacaali derken akşam oldu. Bana göre Kumla’ya çok yolumuz vardı Ozan’a göre ise çok az kalmıştı.
Kemal’i aradım Büyükkumla’dan girin sahilden Küçükkumla’ya kadar gelin, dedi. Farlarımızı ve arka sinyallerimizi yakmıştık, hava iyi ama biz ilk günün de etkisiyle yorulmuştuk. Vücutlarımız henüz bu tempodaki güç harcamaya alışmamıştı. Üçüncü ve dördüncü günden sonra her şey normale dönecekti ama bugün henüz o gün değildi.
Doğrusu ya biraz da gerilmiştik, gece sürüşü araç az da olsa çok keyifsizdi. Önümüzdeki dik yokuştan sonra artık yokuş yoktu (güya) ama bir yokuş daha çıkıyordu. Birbirimizi yokuş başlarında beklememiz gerekiyordu.
Özgür’le bir tepe üstünde beklerken bizi geçen bir araba gitti ileriden geri dönüp yanımızda durdu, yardım edeceğimiz bir şey var mı diye sordu. Teşekkür ettik, tekrar dönerek yoluna gitti. Özgür akşam bu yaşlı çifti Küçükkumla’da çay bahçesinde görmüş. Böyle şeyler insana insan olduğunu hatırlatıyor, içini ısıtıyor.
Bir ara Özgür öndeydi, ben Büyükkumla tabelasını gördüm ama devam ettim arkadan Ozan da görmüş seslendi, ben de Özgür’e yetişip uyardım döndük. Büyükkumla’ya sahilden girip devam etmezsek ileride yokuşlar olduğunu daha önce araçla Gemlik tarafından geldiğim için tahmin ediyordum.
Büyükkumla sahilden insanların içinden uzun bir sürüşten sonra Küçükkumla çıkışına yakın Kemal’i gördük. Bizi bekliyordu, her zamanki rahat tebessümüyle. Kumsalın kenarındaki küçük ama çok şirin bir o kadar da sıcak döşenmiş evinin merdiven boşluğuna bisikletleri bıraktıktan sonra, soyunup dökünüp yemek yemeye pideciye gittik.
Eve döndüğümüzde Ozan kumsalın üstündeki balkonu görünce burada bira içilir deyip gidip bira getirdi. Ben Kemal’in yaptığı rakıdan bir tek içtim. Onları kovalayıp, balkona matımı serip yattım.
Sabah gidip kahvaltı yaptık. Eve dönüp hazırlanırken Kemal bize bakarken “size yazık lan” dedi bütün içtenliğiyle. Çok da etkilendik, yol boyu da bu sözü zaman zaman yineledik zaten. Kemal bir kıyak yapıp Kazdağlarında Akçakoyun köyünde konaklayacağımız dostumuz Kemal Arıkan’a 1.5 litrelik pet şişede rakı koydu, bunu da taşımayı Özgür üstendi, benim de teşvikimle.
Küçükkumla çıkışındaki kısa ama dik yokuşu daha yeni yola çıktığımız vücutlarımız da soğuk olduğu için elde yürüyerek çıktık.
15 gündür Eğe ve Marmara’da pedallayan yine turda tanıdığım Ferdi Kızıl, Gemlik’te bize katılmak üzere Otobüsle Kütahya’dan gelecekti. Onunla buluşacaktık, bir süre veya tur boyunca bize katılacaktı.
Kemal bize sahilden gidecek yolu ayrıntılı ve önemli bulduğu için defalarca Gemlik’te sanayi sitesini geçtikten sonra Kurşunlu’ya döneceksiniz dedi.
Yola çıktıktan sonra Özgür Ferdi’yle görüştü, Gemlik’e gelmiş, bizi sahilde kahvaltı yapacağı bir yerde bekleyecekti. Gemlik’e girince aradık Ferdi’yi defalarca cebini açmadı, sahilden kentin sonuna kadar gittik göremedik. Biz yolumuza devam etme kararı verdiğimiz sırada temas kurabildik. Yolda yokuşun bitiminde bekleyecektik.
Kent çıkışındaki yokuşun daha ortalarında yol kenarındaki incir ağacını görünce hemen durdum. İyi bir enerji kaynağı incir. Vücudu da soğutmamak lazımdı, hemen yokuşu tırmanacaktık. Çok durmadan ben yola çıkarken Ferdi arkadan arkadaşlara yetişti. Yukarıda jandarmanın önündeki durakta bekledim. Ferdiyle selamlaştıktan sonra yola koyulduk.
Kemal’in tarifi üzerine Kurşunlu’ya döndük. Artık yeniden ara ve güzel yollara girmiştik. Gemlik’ten buraya kadar yol güzel ama araç çoktu.
Yol ağaçlı bir yol. Çoğu zeytin ve arada da incir ağaçları vardı. Bu da bizim ikide bir durmamız demekti. Ben önde 20 km ortalama hızla giderken Özgür biraz hızlanmamız uyarısı yaptı nedense? Düz bir yolda tur için ideal hız budur zaten. Ben işaret edince Özgür öne geçti, bir 5-10 dakika 22 km hızla gitti sonra yine düştü 19 km ye. Gençlik işte.
Kurşunlu deniz kenarında uzanmış bir yerleşim. Nedense deniz kenarına boydan boya duvar örmüşler 2-3 metre yüksekliğinde. Böyle bir duvarın üstünde çay ocağında durduk, sodamızı çayımız içtik, yorgunluk attık, Mudanya’ya doğru yollandık.
Öğlenleri çok ağır yememek lazımdı ama bir yandan da kasların erimemesi için de protein almak lazımdı ve enerji için karbonhidrat. Bu nedenle öğlenleri fazla olmamak kaydıyla tam buğday ekmeği ve etli bir şeyler yemeyi tercih ediyorduk. Para nedeniyle de bunu olabildiğince ucuza halletmeliydik.
Özgür önde girdi Mudanya’ya. Deniz kenarında oldukça gösterişli bir kebapçının önünde durdu. Astıkları tablodaki fiyat etiketinde yemeklerin karşılarındaki rakamları silmişlerdi. Yani bize uygun değildi. Kenarda bir yerde lokanta bulalım diye Özgür önden pedalladı. Sol tarafımız siteler, sağ tarafımız plajdı. Burada lokanta bulunmazdı, ama Özgür düz yolda pedallıyordu. Yaklaşık 2 km gittik burada bulamayız arkalara geçtiğimiz merkeze girmek lazım dedim. Özgür biraz da tepkiyle dönerken ben dönmüştüm bile. Bir ara arkama baktım kalabalıktan göremedim arkadaşlarımı, biraz da aç karnına 4 km pedallamanın getirdiği tepkiyle durmadım, ileride merkezde ara sokağa girince bir sürü lokanta vardı zaten. Hemen birine oturdum, tas kebabı söyledim (13 tl), vatsaptan fotoğrafını çektim ve konumumu gönderdim, gelsinler diye. Görmediler.  Yemeğimi yedikten epey sonra haberleşebildik. Kumyaka’dalarmış. Ferdi çıkışta uygun bir yerde yemek pişirmek için durup bizi beklemek üzere gitmiş.
Ben de sahile Kumyaka’ya doğru pedalladım. Pazar yerinin kalabalığından kurtulup araç trafiğinde giderken soldan ikisi birden bağırdılar. Bir balıkçının önünde durup yanlarına gittim, onlar da yemeklerini bitirmiş çay içiyorlardı. Özgür’le birbirimize sitem alışverişinden sonra yola koyulduk.
Mudanya çıkışında bir yokuş varmış, hep söylediler rastladıklarımız. Gerçekte bir yokuş vardı ama arada sırada çok dikleşmesinin dışında bizim gördüğümüz ve göreceğimiz bazı yokuşların yanında ciddiye alınmayabilirdi.
Ferdi ağaçlı bir yerde yemeğini yemiş bizi bekliyordu, ben selam verip geçtim soğumayayım diye, yokuş bitiminde bir düğün salonun dağılmış yoğun araç trafiği vardı, bunları geçip düzde durdum. Özgür nefes nefese gelip “ben bu yokuşa dalak patlatan adını koydum” dedi. Anlaşılan tempo ayarlayamamış, yorulmuştu.
Yokuş da bitmişti ya keyifle pedallayıp denize tepeden bakan bir sırtta duvarına üstüne oturup uzun uzun Marmara’yı seyrettik keyifle muhabbet ederken. Ve tabii arkadaşlarımızı fotoğraflar çektiler. Ben anasaygımdan bu işten uzak durdum hep yaptığım gibi.
Sonraki durağımız Zeytinbağı idi, Sonra Esence. Esence’den sonra artık akşam olmuş oldukça da yorulmuştuk.
Marmara kıyılarsındaki köyler hep bir koya veya denize açılan bir dere yatağına kurulmuştu. Bu nedenle her köye girerken ve çıkarken oldukça dik yokuşlar tırmanıyorduk. Yine kamp yerimiz Eğerce’ye geldiğimizde de böyle oldu. Gece konaklayacağımız yere tepeden bakıp neredeyse çadırlarımızı kuracağımız yeri de belirleyip köye indik.
Eğerce küçük bir köy. Belli ki az da olsa gelirlerini turizmden çıkarıyorlar.  Uzun ve geniş bir kumsal uzanıyordu köyün önünde. Böyle küçük yerlerde gidip bir yere çadır kurduğumuz zaman orada yaşayanlar alınıyorlar bazen de tepki gösteriyorlardı. Galiba biraz da “adam yerine koyulmadıklarını” düşünüyorlardı belki de. Rastladığım ilk köylüye sordum nereye çadır kuralım diye. O da ilerideki kahvede muhtar oturuyor o daha iyi bilir dedi. 4 kişi vardı zaten kahvede biri muhtarmış, istediğiniz yere kurun dedi memnunlukla muhtar. Kumların ortasında bir vaha gibi 3-400 metrekarelik bodur ağacın altında çadırlar vardı, orayı gösterip burası sabah gölge olur, onlar birazdan gidecekler orada daha rahat edersiniz dedi hemen önümüzdeki vahayı gösterirken. Vahanın kenarında da plastikten çocuk oyun bahçesi vardı.
Hemen kahveye oturup soda ve çayımızı içerken sohbet ettik muhtar ve köylülerle. Burası İstanbul’un tam karşısıymış, gece veya sisi olmayan havalarda görünürmüş. Biz köy hakkında bilgi aldık az da olsa, köylüler de meraklarını giderdiler her zaman olduğu gibi. Ve yine gıpta ettiklerini de bir biçimde belirttiler.
Ağaçların altındakiler daha gidecek gibi görünmüyorlardı, karanlık olmadan yerleşmek için çocuk bahçesinin önüne çadırımızı kurduk. Ocaklarımızı yakıp çorbamızı makarnamızı pişirip ton balıklarımızı üstüne serip akşam yemeğimiz yedik. Kahvenin yanındaki tekel bayii bira dostu arkadaşlarımız için bir keyifti doğrusu.
Her köyde olan burada da kulaklarımızdaydı sabah daha gün aydınlanmadan. Sahile koyulan hoparlörlerden çıkan yüksek volümlü ezan sesi artık kalkmamızı söylüyordu. Akşam birayı biraz fazla kaçıran arkadaşlar uyanmakta zorluk çekiyorlardı doğal olarak.
Sabahın o saatinde kahvesi gelip çayı demlemişti. Herkes daha uyurken tuvalet ihtiyacımı giderip taze demli sıcak çayı içerek güne başlamak için büyük keyifti. Kahvaltı sonrası yola koyulmak üzereyken külüstür arabasıyla gelen seyyar satıcı ile kısa bir siyasi atışmadan sonra yola koyulduk.
Haritalarımızda ve söylenenler bundan sonra artık yolumuz oldukça düz ve dere-göl kenarlarından gideceğimizi gösteriyordu. Zaten baştan aldığımız kararla dik de olsa hep deniz kenarı yollarını tercih ediyorduk.
Hava kapalı da olsa yağış yoktu, keyifle sohbet ede ede boş düz ve yeşil bir yolda pedallıyorduk 4 kişi.
Hafif bir yokuştan sonra Mesudiye köyü sahilinde yol üstünde bir bakkalda bir şeyler almak ve soluklanmak için durduk.
Bakkal güler yüzle karşıladı bizi, kapının önünde sodalarımız içip sohbet ederken yolun karşısında sergilediği kavunları gösterip, size iyi gelir ikram edeyim dedi. Oraya çöküp bakkalla sohbet ederek çok da güzel bir kavunu midemize indirmemiz günümüzün güzelliklerinden biriydi.
Yol boyu domates tarlaları vardı bir kısmı verim düşük olduğu için terk edilmişti, insanı üzüyordu. Yine hep rastladığımız yol boyu, incirler bizi çekiyordu. Bu gidişle birimiz bağırsaklarını bozacaktı ya.
Yol güzergâh haritamızda da Ekinli köyünden sonra denize akan bir dere boyunca kıyıdan 8-10 km içeriye doğru gidip köprüyü geçip tekrar denize doğru gelmemiz gerekiyordu. Kıyıdan karşıya köprü yoktu geçmek de olanaksızdı.
Pedalladık dere kenarından güzel yolda yine gördüğümüz çeşme başında su içip soluklanarak. Bu çeşmelerin bazılarının çevresi de çok keyifli oluyordu, hem manzara hem doğal bitki örtüsünün bize sunduğu atıştırmalık bakımından. Bu mola da bunlardan biriydi
Hayırlar köyüne geldik, üç yol ağzındaki büyük bir kahvede durduk. Çayımızı içerken, az önce beni arayan Peyami ile konuştum, merak etmişti. Burada da sahil yolunu sorduk. Çünkü Eğerce’de de sahil yolunun çok kötü olduğunu söylüyorlardı. Köylüler ikiye ayrılsalar da yolu biraz da bilenler oradan gitmememiz gerektiğini tembihliyorlar, Karacabey üzerinden gitmemizi öneriyorlardı. Bizim için yolun bozukluğu hiç önemli olmasa da son güzelliğimiz olan Kazdağları keyfimiz ötelenebilirdi. Ferdi de 16 gündür yollardaydı. Bizimle devam etme konusunda kararsız da Bandırma’dan artık Çorlu’daki evine dönme hevesi hissediliyordu. Karacabey üzerinden gitmeye karar verip kalktık.
Yol güzeldi, araç trafiği çok azdı. Bu tür yerlerde keyifli, neredeyse bizi bekleyen köylüler yoktu. Nefes kesen dik yokuşlar olmadan tatlı meyilli yollarda hep pedallamak da güzeldi tabii.
Karacabey’den sonra Bursa Çanakkale yoluna girdik Yakında terk edilmiş bir benzinlikte toplandık arkadaşlarım fotoğraf çektiler. Bu kısa moladan sonra artık sadece yolun güzelliği vardı, çevre sahil gibi hiç değildi. Ferdi önden çıktı ben en arkada Ozan benim önümde Özgür de O’nu önünde yola koyulduk. Bir süre sonra Ferdi hız yapmaya başladı, turda enerjinin dikkatli kullanılması gerekiyordu, daha önümüzde 5 gün vardı pedallayacağımız ve bir dağ geçecektik. Anlaşılan Ferdi biraz bize 15 gündür yorulmadığını ve ustalığını gösteriyordu. Yaklaşık 25-30 km yüksek tempoda artık nefes nefese sadece pedal çevirip yolla boğuşarak gidiyorduk. Önümüzde uzun bir yokuş vardı, ekibi soluklandırmak öncünün yanlışını hatırlatmak lazımdı. Uzun yokuşun altında hızlanarak en öne geçip yokuş sonundaki ağaçlıklı benzinciye girdim. Arkadaşlar da peşimden girdiler. Bir de çeşme vardı benzincide. Sodamızı çayımız içip uzun bir dinlenme sırasında Ferdi Bandırma’dan feribotla Tekirdağ’a geçeceğini artık dönmek istediğini söyledi. Birlikte olmak keyifliydi ama evini özlemişti ve yalnız pedalladığı için de ruhen de yorulmuştu anlaşılan. Bandırma’da Ozan bize İskender ısmarlayacağını söyledikten sonra yola çıktık.
Bandırma girişinde Ozan’ın lastiği patladı, onardık. Çok yoğun trafik vardı, hiç istemeden Gönen sapağını geçip şehrin içine doğru indik. Trafikte arada sıkıştığım için ekipten koptum. İskeleye yakın bir yerde durdum, Ozan oldukları yeri söyledi telefonla sahile indim. İskenderimizi yedik.
Bandırma’ya erken geldiğimiz halde çok zaman kaybetmiştik, niyetimiz buradan çıkıp 35-40 km sonra kamp kurmaktı. Ama hava da kararmaya başlamıştı. Kötü bir seçimdi turda trafikte kent içine girip zaman kaybetmek. Üstelik de ceplerimizden otuzar lira para çıkmıştı.
Özgür Gönen çıkış yolunu sormuştu. Yine feribot iskelesinden çıkıştaki o dik yokuşa vurduk. Yol konusunda Özgür’le anlaşamasak da Özgür önde olduğundan ona onun peşinden gidip sapakta Ferdi ile vedalaştık O Erdek’ten geçecekti feribotla.
Kentten çıkıp Bursa Çanakkale yoluna girdiğimizde hava kararmıştı. Yol kenarındaki bir büfeye kamp yeri sordum bilmiyordu. Trafik çok yoğundu, yol kenarında kamp yapmak keyifsiz olurdu. İki benzinci varmış. 2 km sonraki Petrol Ofisine girdik, adam çok ilgilendi ama kalacak yer yoktu, çimleri de o gün ilaçlamışlar tehlikeli olur dedi. 5 km sonraki benzincinin yanında otopark da var orada rahat kalırsınız dedi.  Gerçekten de öyleydi. Ama otoparkın altı iri çakıl olduğu için çadır kurmak için uygun değildi, kursak da yatamazdık. Sorumlu elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışırken, otoparka geldiğimde, Özgür benzincinin arkasındaki tarlaya gitmiş bizi çağırıyordu. Gerçekten de zemini çok uygun bir yerdi. Hemen çadırları kurduk kafa lambalarımızın ve benzinciden gelen ışığın altında
Benzincilerde kamp kurmak tuvalet, su ve atıştırmalık bir şeyler almak için iyi oluyordu.
Ben su almaya markete giderken Ozan da geldi yakında bira satan bir yer var mı diye. 4.5 km yukarıdaki köyde varmış.
Sabah erken yola çıkmak üzere yemekten sonra ben yatmaya çekildiğimde Ozan ve Özgür biralarını içiyorlardı. Sabah kalktığımda yol arkadaşlarım uyuyorlardı. Tıraş makinemi alıp benzincide tıraş oldum, sonra gece ekibinin sabah gelenler için hazırladığı çaya ortak oldum. Hepsi genç olan görevlilerle ahbap olmuştuk zaten, sabah gelenlerle de bu sayıyı çoğalttık. Kamp yerine döndüğümde Özgür kalkmıştı. Çadırımız topladık, bisikletlere yerleştirdik. Ocakta kaynattığım suyla yaptığım sabah çorbasını içip benzinciye indik. Sabah ekibiyle sohbet edip çaylarımızı tazeledik. Yol için de Gönen üstünden mi yoksa Biga üstünden mi gitme konusunda değişik görüşler olduğu için tekrar soruşturduk. O bölgede avcılık da yapan bir şoför kesinlikle Gönen üzerinden gitmememiz gerektiğini, Gönen’den sonra yapılan barajın yolu çok kötü yaptığını söyleyince, bizim için çok da bir şey değiştirmeyeceği için Biga-Çan yolu üzerinden gitmeye karar verip yola koyulduk.
Bundan sonra öncü ben olacaktım. Yolumuz Biga’ya kadar Bursa Çanakkale yolu olduğu için geniş ve düzdü. Yol da yeni yapıldığından emniyet şeridi geniş ve temizdi. Bir uzun yokuşun sonuna doğru yol kenarındaki incirler yine durmamıza neden oldu. Her yokuşun olduğu gibi bu yokuşun da bir inişi vardı ve yol çok güzeldi. Yokuş aşağı benim MTB ile ve yaklaşık 20 kilo yükle ilk defa saatte 62 km hıza ulaştım.
Tempolu ve sık aralarla kısa su molalarıyla gidiyorduk. Bu bizi yormuyor ama iyi de yol gitmemizi sağlıyordu. Sağda gördüğümüz yeşillikler içindeki benzinciye girip ilk uzun molamızı verdik. Sodamızı çayımız içerken yan masalardakilerin de meraklarını gidermek zorunda kaldığımızı söylememe gerek yok.
Yol boyu benzincilerde olan masaj aletlerinden burada da vardı. Özgür masaj koltuğuna oturdu, ben de onu izledim. Hep yadırgadığım bu koltuğa kalkınca ilk defa ben de oturdum. Zaten çaycının verdiği para üstü 1 liranın teki bir tuhaftı, Özgür’le şüphelenmiştik, onu attım.
Toparlanıp kalktık yola çıkmak üzereyken Ozan’ın lastiğinin yine patladığını fark ettik. Tam yola hazırlanmışken sevimsiz bir şeydi ama çare de yoktu. Tamiri yapıp yola revan olduk tekrar.
Yol bazı yerde upuzun şerit gibi uzanıyor. Buralarda şöyle düşünüyorum. Gördüğüm bu düz yolun sonuna kadar mesafe kaç kilometredir? Km saatime bakıyorum genellikle de tutturuyordum.
Biga’ya kadar ufak molalarla pedalladık, öğlen yemeğini burada yiyecektik. Ozan’ın lastiği arkada bir daha patladığı için gelmemişti. Biga-Çan-Çanakkale yol kavşağında sağdaki kebapçıya girdik. Özgür’le 600 gram et söyledik, et gelene kadar salatayı götürdük bir tane daha söyledik. Etler geldiğinde birer parça da sucuk vardı. Özgür kaşla göz arasında benim işlenmiş et yemediğimiz de bilmediği için bana da söylemiş.
Karnımızı doyurup lavabodan sonra kapı önüne çıktım. Kenarda çoraplarımı çıkarıp, 1,5 litrelik suyla ayaklarımı yıkadım, ayaklarım iyice yumuşamıştı, onları da güneşlendirdim iyice. Bu arada Özgür mescitte uykuya yattı. Ozan da bu arada geldi.
Eski arkadaşım Bahri Demirkan’ın bir zamanlar Biga’da hastanede doktorluk yaptığını duymuştum. Kumla’da Kemal’e sormuştum bilmediğini söylemişti. Eski bir dostla buluşmak, kısa kahve ziyareti iyi olurdu ama emin olmadığım için durmadık.
Çayımızı kahvemizi içip sapaktan Çan yoluna dönüp devam ettik. Biga-Çan arası yol ilginç şekilde çok yeni ve şehirlerarası yollar kadar genişti. İkişer şeritli gidiş geliş yanında emniyet şeridi de bir yol kadar kadardı. Yine belli sık aralıklarla kısa su molası verip keyifle yemyeşil doğa içerisindeki yolda pedalladık. Hiç köy içinden geçmediğimiz bir çeşmede mola verip dinlendik, suluklarımızı doldurduk.
Öncü bendim, yol kenarında güzel bir yer görürsem dururuz, bulunmazsa da Çan’da durmayalım ileride bir köyde durup akşam nevalemizi alırız diye düşündüm. Gerçi yanımızda ton balığı ve az da olsa makarna vardı, bu da bize akşam yeterdi.
Çan’da durmadan geçip kent çıkışındaki yokuşa vurduk. Hep tempolu gelmiş, yokuşlarda da yokuşa göre çok yavaş tempoyla çok pedal çevirerek vücudu yormadan çıkıyorduk. Burada da öyle yaptım. Ama yokuş bitmiyordu ve sanki giderek de dikleşiyordu. İnat edip yokuşu bitirelim dediysem de son hafif dönemeçte sağa doğru yokuşun hala devam ettiğini görünce durdum. Arkadaşlarım da bu yokuşu beklemiyorlarmış, bize sürpriz oldu epeyce yormuştu bizi.
Artık niyetimiz Yenice’de kamp kurmaktı. Kalkım üzerinden Akaçakoyun’a erken varıp Kemal’in vaadi olan kaplıcaya girip ağaçlar altında demlenmek için zaman kazanmaktı. Bir yandan da yolu merak ediyordum. Düz ise sorun yok ama çok dik yokuşlar varsa zorlanmanın da gereği yoktu.
Yenice’ye 15 km kala yokuş başladı ve oldukça da dikti, öyle görünüyordu ki bu yokuş devam edebilir. 3-4 km çıktıktan sonra sağdaki çeşmede mola verdik. Bu arada hiç köye rastlamamıştık. Buralara çok yağmur yağmış, Kemal de bir gün önce bana söylemişti. Çeşme başında oturacak yerler vardı, dinlendik biraz. Özgür bu gün 22 km ortalama hızla 103 km yol geldiğimizi söyledi. Mesafe normal de hız biraz fazla, gerçi yol çok uygundu.
Özgür’ün midesi bulanıyordu ve kendini halsiz hissediyordu. Zehirlenmiş olabilirdi. Ama durumundan çok ciddi bir durum olmadığı da anlaşılıyordu.
Dinlenirken buralarda kamp kurmaya karar verdik. Çeşme çevresinde düz yer yoktu. Özgür’le Ozan önden yer bakmaya gitti, ben suluğumu doldurup bisiklete yokuşta binerken taytım seleye takıldı toparlayamadım yıkıldım. Dizimde hafif kanama vardı. Özgür az yukarıda orman içine giren ormancıların eskiden açtığı yola girip bakmış, ben de girip baktım. 100 metre sonra hem yer düzgün hem de yerlerde çam yaprakları olduğu için çamur değildi, bu da bizi çok rahatlatırdı. Döndüm, Özgür benim dizimin pansumanını yaptıktan sonra ormanın içine çekildik.
Yerin durumundan dolayı epeyce aralıklı tek sıra halinde dizildik. Ozan en ileride kalmak istemedi, onun yerine ben geçtim, Özgürün çadırı ortadaydı.
Akşam ne yiyeceğimiz konuşmadan Özgür halsizliğinin etkisiyle çadırına çekildi. Biz de zaten kendimiz çok aç hissetmiyorduk, çerez atıştırıyorduk arada. Ben de çekildim.
Ozan’ın ışığının dolandığını görünce kalkıp yanına gittim. Böyle ıssız bir yerde üstelik de çadırda yatmaya alışık olmadığı için yadırgamıştı. Bir de çadır kurduğu yerde iki bal peteği gördüğünü, onları aşağıya atığını söylüyordu. Böyle durumlarda lafın çok işe yaramadığını bildiğim halde yine de rahatlatmaya çalıştım.
Gece yağmur başladı, kesildi, sabaha karşı tekrar başladı. Uykum hafif çadıra vuran yağmur seslerinden ve en sevdiğim doğada yapayalnız kalmanın benim üzerimdeki güzel etkisinden keyifle uyanıyor, fermuarı aralayıp dışarıyı gözleyip kokuyu içime çekiyor, çevreyi dinleyip tekrar çekilip uyuyordum.
Sabah kalkma saatimizde şans eseri yağmur durmuştu. Çevre çok güzeldi. Çadırları toplayıp bizim demir atlara yükledik. Hiçbir yerimiz çamur olmamıştı, iyi yer seçmiştik. Özgür’ün halsizliği devam ediyordu, o önden gitti, Ozan daha kalkmamıştı ben onu bekledim, birlikte yola çıktık.
Yokuş 3-4 km daha devam ediyordu. 2 yerde çeşmede kısa mola verip su içip böğürtlen yedim. Daha sonra yol düzeldi. Özgür önden gidip Yenice’de bir eczaneden ilaç alacaktı. Biz arkadan gelecektik. 4-5 km sonra benim lastik de patladı. Söküp yeni lastik takarken Ozan geldi, birlikte pedalladık boş yolda laflayarak. Özgür Yenice’de börekçide bizi bekliyormuş.
Yenice’ye girişte önce yan yola girdik hatamızı anlayınca geri dönüp doğru yola girdik. Bisikletle geri gitmek hiç de keyifli bir şey değil. Bu 2 km de olsa böyle.
Börekler güzeldi, çay güzeldi, servis de iyiydi. Özgür hastaneye gitmek istemedi eczaneye gitti, ağrı kesici ve vitamin alıp döndü.
Kemal aradı, Kalkım’a kadar eski yoldan, minibüs yolundan gelin 7 km uzundur ama düzdür. Yeni yol kısa ama çok diktir diye uyardı, ben de arkadaşlarıma aktardım. Kapıya çıktığımızda iki yaşlıya Kalkım yolunu sordum yön gösterdiler. Özgür de eski yol mu yeni yol mu diye sordu. Onlar da sakın eski yoldan gitmeyin 25 km uzun, yeni yol başta biraz yokuş ama çok değil sonra hep aşağıya Kalkım’a kadar gidersiniz dediler. Ses çıkarmadım.
Sapakta bir araç sürücüsüne sordular yeni yolu ve yeni yola girdik. Bitmez bir yokuşmuş, birkaç kere yürüyerek çıkmak zorunda kaldık. Tepedeki çeşmede ter içinde mola verip çeşmeden su içip ihtiyaç giderdik. Yola çıktığımızda 10 yıldır kullandığım termal suluğumu çeşme başında bıraktığımı anımsadım ama epey gitmiştik arkadaşlarımdan kopmayayım diye dönmedim.
Biz bu zor ve uzun yokuşun bittiğini, artık hep iniş sanırken peş peşe dik yokuşlar bizi bekliyordu. Köylüye sormamak lazımdı, hele ki hiç araç kullanmamış köylüye. En sonunda artık inişlere başladı. Bu yollar hep yemyeşil doğa içerisinde zaman zaman tepelerden diğer dağların güzelliklerini gördüğümüz bol çeşmeli kuşlu böcekli tam doğa içi yollardı. Zaten buralar Kazdağlarıydı.
Namzgah ve Ahiler köyünü direkt geçtik molamızı Hamdibey’de verecektik. Hamdibey girişinde bekledim. Arkadaşlarım yanlarında bir motosikletliyle birlikte geldiler. Motorcu genç buralıymış. Bizi yolun kenarındaki 2 kahveden birine kahveye götürdü. İnsanlar çok yabaniydi. İlk defa rastlıyordum. Bırakın sohbet etmeyi hiç de dostane bakmıyorlardı üstelik.
Çayımız içip yola koyulduk, motorlu arkadaş arkadan gelip Kalkım’da bize yemek yiyeceğimiz ve kendisinin ısmarlamak istediği iyi bir yere götürecekti.
Hemen sonraki Reşadiye’den geçerken, Hamdibey’in tam tersine, durmadığımız halde yol kenarındaki biri bir teyze olmak üzere dinlenme, bir şeyler içme daveti ve iyi yolculuk dilekleri aldık. Yan yana iki köy ne kadar farklıydı.
Kalkım’da garsonun ve aşçının bayan olduğu bir lokantada yemek yedikten sonra Kemal’i arayacaktım. Yemeğimiz yerken Özgür’ün halsizliğinin devam ettiğini söylemesiyle, bir gün sonra Kazdağlarını geçemeyeceği varsayımıyla, Oradan Akçakoyun’a uğramadan ve tabii ertesi gün Kazdağı orman içi yollardan konaklayarak zirveden geçmeyi de daha sonraya erteleyerek Edremit üzerinden her ikisinin de yakınlarının olduğu Akçay’a gitmeye karar verdiler. Yolumuz bu turda burada ayrılıyordu. Ben artık yalnız pedallayacaktım. Bu kararda, motosikletli gencin de orada sorduğumuz insanların da Kaklım Edremit arası yolun düz olduğu, biri uzunca biri daha kısa iki yokuş dışında düz olduğu zaten yarıdan çoğunun Edremit’e kadar bayır aşağı olduğu bilgisi vermeleri etkili oldu. Vücudu dirençsiz kalan Özgür’ün çok fazla yorulması doğru değildi.
Ben kasaptan akşam için et alırken Kemal geldi, arkadaşlarımla tanıştı, O da Edremit yolunu önce anlatılanlar gibi olduğunu teyit etti. Onları birlikte yolcu ettik.
Köy 6 km idi. Bisikleti Kemal’in getirdiği kamyonetin arkasına attık, Akçakoyun’daki 30 sene önce de girdiğim, ağaçlarının altında Kemal’le rakı içtiğimiz kaplıcaya geldik.
Kaplıcayı işleten Kemal’in dostu bana bir oda hazırladı. Kemal evinden havlu filan getirmişti. Girdim. Önce ben yıkandım terimi attım sonra bisiklet giysilerimi yıkadım. Suyu boşaltıp tekrar doldurarak içinde girdim. 45 dakika sonra çıktığımda ayaklarım yere basmıyordu sanki öylesine hafiflemiştim.
Arabaya binip daha kaplıcadan çıkmadan bir sürpriz beni bekliyordu. Eski dostumuz Emin Turan sevgilisiyle Yenice’ye bir otele gelmiş, duyunca da buraya gelmişti. Kemal’in köyün dışındaki tümüyle Kazdağlarına bakan evine geldiğimizde, bacanağı Kemal’in yapıp gönderdiği 1.5 litrelik rakıyı dolaba koyduk. Günün ikinci sürprizi de telefondan Özgür’le Ozan’dandı. Kalkım Edremit arasında yol düzgün, iki tane yokuş var biri uzun bir kısa ama çok değil demişti her sorduğumuz. Hiç de öyle değilmiş, çok dik ve uzun iki yokuş varmış, biri 8 km olmak üzere. Bir söz bulduk böylece. Bisiklet kullanmayana yol sor yokuş sorma.
Akşam mangalı yaktık 3 eski kadim dost ve yeni tanıştığımız Cangül’le keyifli bir akşam geçirdik. Arada keşke arkadaşlarımı da bırakmasam getirseydim dedim ama nafile, onla da akrabalarını evinde aynı mutluluğu tadıyorlarmış zaten.
Nasıl bir uyku çektiğimi söylememe gerek var mı?
Yalnız kaldığım için Kazdağlarını geçmemeye karar vermiştim. Issız yerlerde bir kaza anında müdahale şansı olmadığı için riske girmeye gerek yoktu. Bu geçişi aynı ekibi toparlanabilirsek doğanın yeni uyandığı nisan ayında gerçekleştirecektik.
Akçakoyun köyü çevresi Kazdağlarıyla çevrili geniş bir düzlüğe kurulmuş oldukça da büyük bir köy. Kenarından nehir ve dereler geçiyor. Tarımcılık yaygın. Kemal’in, benim de kazmasına yardım ettiğim 25 sene önce köye ilk defa deneme için ektiği çilek çok yaygın olarak yetiştiriliyor. Köyde iki gün kaldım. Sabah yürüyüşe çıkıp, bir veya iki kere kahveye gidip kahve içerek ve bir gün de arabayla Emin ve Cangül’ün de katılmasıyla Dalak suyuna çıkarak geçirdik.
Sabah çok erken çıkmaya karar verdiğim halde Emin ve Cangül sabah geleceklerini söyleyince onları bekledim. Kahvaltıdan sonra vedalaşıp ayrıldık. Kemal da arabayla Burhaniye’ye Pirim’lere gelecek, akşam orada buluşacaktık.
Eminler sebze ve çilek almak için oyalanırken ben yola çıktım. Daha sonra Kalkım’a varmadan selamlaşarak beni geçtiler.
Kalkım’da durmadım. Yol ufak iniş çıkışlarla ve yemyeşil bir doğada siyah bir şerit gibi devam ediyordu. Keyifliydi, hava güzeldi, zaman zaman bir dere kenarında gidiyordum. Çok da dik olmayan bir yokuşu çıkarken sanırım bu dedikleri yokuşlardan biri olsa gerek diye düşündüm.
“… Bre Vasili sen bu çorbacılardan insanlara bir iyilik dokunduğunu hiç duydun gördün mü, daha değiş tokuşun kokusunu almadan, hepimiz uykudayken, yuvadan pırrr, kimsenin ruhu duymadan uçup gitmediler mi? Onlar, yaşadıkları sürece, bir kuytuda bitmiş som mavi çiçeğe dokunmaya kıyamadan, gözleriyle olsun bir kezcik hiç okşamışlar mıdır, iliklerine kadar sevinçten titreyip, iliklerine kadar bir mavi sevince kesmişler midir? Bir yağmur yeli sonrası, inen iri damlalar dünyayı toprak kokusuna boğmuşken, içleri pır pırr ederek, derin derin bu dünyanın güzel kokusunu ciğerlerinin köküne kadar içlerine çekmiş, şu dünyaya, doğacak güne, toprağı yaran filize, açtı açacak tomurcuğa, bir çocuğun kapıp koyverdiği gülüşüne hayran kalmış, yaşama bir kez minnet duymuş, çok şükür dünyaya gelişimize, demişler midir?...”
Şimdi yukarıdaki satırları okurken nereden çıktı diyeceksin. Bazı ilginç rastlantılar oluyor. Bu notları yazmaya başladığımda Yaşar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana kitabına başlamıştım. Doğrusu içeriğini de bilmiyordum. Hepimizin bildiğimiz ama sadece bir tarihi bilgi olarak aklımızda olan şekliye herhangi bir tarihi olayı mübadeleyi anlatıyordu. Okumaya başladığımda bu topraklarda yaşanan bir acıyı ilk defa hissetmeye başladım. Biraz da utandım doğrusu. Bildiğimiz mübadele sadece değiş tokuştu. Bizdeki Rumlar Yunanistan’a oradaki Türkler de buraya göç ettirilmişlerdi. Ayrıntısına girmeyince sıradan bir olay gibi. Ama kitabı okumaya başladığımda binlerce yıl bu topraklarda yaşamış insanların onların hiç fikri de alınmadan, bir ay içinde ve bir gün pat diye, her şeylerini maddi manevi her şeylerini bırakarak terk etmek zorunda bırakılmalarını ve çektikleri acıyı duyumsadım. Yaşar Kemal bunları anlatıyordu kitabında. Ben Kazdağlarında pedalladığım yerlerdeki notlarımı yazarken geçtiğim bu topraklarda acı çeken insanların acı hikâyelerini okumam denk geldi. Evet, o insanlar bu ve civar köylerden, Ege’nin kıyıya yakın adalarından göç ettirilmişlerdi. Ben de bunu paylaşmak istedim.
Geleyim yine pedallamaya. Çok güzel doğada pedallarken insan hem hız yapmak istemiyor hem de durmak istemiyor. Bir mola yeri olursa üstü ağaçlarla kaplı o zaman durmak da elzem oluyor, zaten o yerin tam en güzel yerinde de gürül gürül akan bir çeşme oluyor çoğunlukla, gel de durma.
İki su soluklanma kısa molasından sonra karşımda ağaçların arasından dağlar yükseklerde görünmeye başladı, anlaşılan yokuşlara geliyordum. Önümde karayollarının %10 tabelasını görünce bu kesinleşti zaten.  Bu meyil ölçülerini yokuşun başıyla sonu arasındaki ortalama meyil olarak alıyorlar. Örneğin bu yokuş toplam 8 km, bunu bir kısmı düze yakın veya az yokuş, bazı yerler 17-18 derece dik, tüm bunların ortalaması oluyor %10. İşine gelirse
Yokuşa ilk giriş oldukça dikti. Kendimi zorlamamaya çalışmama rağmen ilk çeşmeye kadar epey terledim. İlk çeşmede su içip yüzümü yıkadıktan arabayla geçenlerin çoğunun selamlarına karşılık verdikten sonra biraz yürüdüm, sonra pedalladım, giderek dikleşti, inmeyi düşünürken yukarıda çeşmeyi görünce oraya kadar da pedalladım. Elimi yüzümü yıkayıp su içip yokuş yaklaşık 17 derecelerde olduğu için yine yürüyerek yola koyuldum, hemen ardından bir araç önce arkamdan geldi, sonra yanıma geldiğinde Kemal’i gördüm, kuzeniyle gelmişti. Durup kısa sohbetten sonra yollarımıza koyulduk. Bu yokuş böyle 8 km boyunca deva etti. Sonra bitti. Bir ders de edinmiştim. Bisiklet kullanmayana yol sorup yokuş sormamak lazımdı. Bir süre inişten sonra çok büyük ağaçlıklı bir kamp yerinden geçip sonra tekrar yokuş çıktım, zirveye çıktığım belli olmuştu, artık önümde dağlar değil uzaklarda ve çok aşağılarda deniz görünüyordu.
İnişin ortalarında bir çeşmede durup uzun soluklandım. Özgür ve Cevat aramıştı, onları aradım.  Özgür’le Ozan otobüsü kaçırmışlardı, bayram dönüşü olduğu için bilet bulmak da çok zordu ve yol arkadaşlarım da bu zorluğu doyasıya yaşıyorlardı anlaşılan. Ve yaşamışlar da.
Acıkmıştım. Edremit’te sulu yemek yiyebileceğim bir yer aradım. Bayram tatili son günleri ve cumartesi olduğu için birçok yer kapalıydı. Beyoğlu lokantası tabelasını görünce önünde durdum. Doğru bir seçim yapmıştım. Yemek güzel ve hesaplıydı, zaten ünlü bir yermiş.
Bahise’yi arayarak evlerini sordum. İki yıl önce Ayvalık taraftan arabayla evlerine gitmiştim, buradan bilmiyordum. Yolun sol tarafında şehitlik var, onu geçince benzinlikten sağa gireceksin dedi. Ben Edremit-Burhaniye arasını 3-5 km sanıyordum nedense. Yola koyuldum, yol bitmek bitmiyor, pedalla pedalla düz yol olduğu halde bitmiyor. Beklentiyi yakına aldığım için bunu hakketmiştim. Yaklaşık 25 km sonra solda şehitlik değil şehitler anıtını ve sağda da yola çıkıp beni bekleyen Kemal’i gördüm.
Ter içindeydim. Bahise üstümdekileri ve bagajdaki kirlileri alıp çamaşır makinesine götürürken banyoya girdim.
Akşam Nurettin, Bahise ve Kemal’le balkonda yedik yemeğimizi, yemekten çok muhabbet ettik desem daha doğru olur, çok zaman olmuştu görüşmeyeli, özlemiştik, konuşacaklarımız birikmişti.
Sabah kahvaltıdan sonra, vedalaşıp sahilden Ören üzerinden Zeytinli’ye Yalçın abiye doğru pedal çevirdim. Zeytinli sapağını geçirmiştim, Akçay’dan geri döndüm. Yalçın Abinin evine gittim. Koah hastalığına yakalanmış, halsizdi, tedavi için İstanbul’a gelecekti. Uzun kalamadım, yemek yiyip kahve içtikten sonra vedalaşıp ayrıldım. Daha önce Kazdağlarını geçip Küçükkuyu taraftan pedalladığım Altınoluk’a doğru ters yönde pedalladım.
Altınoluk girişinde Hasan abinin evine uğradım, evde yoklardı. Telefonları da bendeki eski kullanmadıkları telefon olunca göremedim.  Bisiklet arkadaşım Miraç’ın az ilerideki Mavi Kum apart otel pansiyonuna yöneldim. Miraç beni yolda karşıladı.
Hal bilen adamın hali başka oluyor. Bana elini uzatmadan çok doğal ve sıcak bir hareketle bisikletime uzandı, bisikletimi kendi bisikletine kilitledi, sonra bana uzandı öpüştük. Her yerde karşılaştığım gibi şaşkınlıkla değil sanki demin gittiğim bakkaldan geliyormuşum gibi davranıyordu, bir turcu olarak. Alacaklarımı aldıktan sonra, sodamı çayımı ısmarladı, ardından otelinde kaldığı daireye çıkarak duşa girdim.
Akşam odasında balık rakı ve uzun yol muhabbetleriyle ve tabii bisiklet ve memleket meselelerini konuşmakla geçti. Sabah denize gittik.
Miraç’la birlikte iyi zaman geçiriyorduk ama benim yola çıkmam gerekiyordu, daha en az 4 günlük yolum vardı. Hava bozmuştu. Yağmur yağıyordu. Güzergâhım, Bayramiç- Çanakkale-Tekirdağ üzerinden İstanbul’du. Bu yöndeki en zor ve kötü yer de Küçükkuyu Ayvacık arasındaki hep dönemeç olan 15 km lik yokuştu. Bu yokuşta hiç emniyet şeridi yoktu ve hep keskin virajlar olduğundan araçlar biri birlerini geçemiyor konvoy halinde gidiyorlardı. Ben bu riskli yokuş yerine sahilden Gülpınar üzerinden gidecektim. Yıllar Önce İbrahim’le Ezine’de buluşacaktık. İbrahim Altınoluk’tan, ben ters yönden gelecektim. İbrahim’e o yokuşu ne yapı yapıp bisikletiyle çıkmamasını söylemiştim. O da öyle yapmış Ezine’ye kadar otobüsle gelmişti.
Akşam hava düzeldi. Ertesi gün öğlenden sonra Çanakkale taraf şiddetli rüzgâr ve yağmur gösteriyordu meteoroloji tahminleri. Tırsıp otobüsle dönmek de istemiyordum. Akşam Miraç’la otogara gidip otobüs baktık Ezine’ye kadar, yer vardı ama bisiklet için mırın kırın ediyorlar, otobüs geldiğinde bagajın durumuna göre filan diyorlardı.
Sabah Miraç’la denize gitmedim.  Bir gün önce bisikletimin bozuk tozlu yollarda gelmekten dolayı gereken temizlik ve bakımlarını yapmıştık. Miraç denizden döndüğünde ben bisiklet kıyafetlerimi giymiş gitmeye hazırdım. Ona sürpriz olmuştu. Kahvaltı yapıp vedalaştık, yola koyuldum. Benzincilerde Küçükkuyu’da kamyon otobüs bakacaktım yokuşu çıkmak için.
Kamyonlar kasalı geçiyorlardı çoğu market kamyonuydu. Otobüs zaten hiç yoktu. Yokuşun başında 5 dakika bekledim. Gülpınar yolundan gidersem akşama Bayramiç’e yetişemez hatta öğlen başlayacak yağmur ve fırtınaya yakalanırım.
Kendimi yokuşa vurduğumda trafik çok azdı. İyi gidiyordum. İlk soluklanma su molasından sonra trafik de zaman geçtiği için yoğunlaşmaya başladı ve giderek arttı.
Daha yokuşun başlarında sağda küçük bir köy ve ona giden yol gördüm. Benim kafam çağrışım yapmada ve uyarmada ustadır. Arkadaşım Hamdi Olgunsoy’un burada bir evi vardı, tarifi aklımda kaldığına göre bu köy olmalıydı. Zamanım olsa ne de güzel olurdu onları ziyarete gitmek, karşılıklı birer kahve içmek. Böylece Biga’dan sonra ikinci kere dost kahvesini ıskalıyordum.
Tümü dönemeç olan yokuşta bazı yerlerde yol o kadar dardı ki kenar şerit çizgisi dahi çizilememişti. En kötüsü de, karşıdan ve arkadan gelen araçlara aynı anda denk gelmemdi. Daha önceki deneyimlerimden edinmiştim, arkadan gelen araçlar kadar önden gelen araçlara da dikkat etmek gerekiyordu. Aynı anda arkadan da araç geliyorsa emniyet şeridi de yoksa ya yoldan çıkmak ya da yolu ortalamak, arkadan gelenin seni sıkıştırmasının önüne geçmek gerekiyordu. Yokuş boyu 3 kere böyle oldu. İlkinde arkadan gelen TIR bitmek bilmiyordu, benim de yolum yoktu, gittikçe de damperin tekerleri bana yaklaşıyordu, gidecek yerim de yoktu. Durabileceğim yer de kenardaki 70-80 santimlik dik şevdi. Ben durmayı düşünürken tekerler de bitti. İkincisinde yolda yerim vardı, üçüncüsünde yine kenarda yer yoktu, sıkışmamak için yolu ortaladım, arkadan gelen araçlar karşıdan gelen araçlar geçene kadar arkamda kuyruk oldular. Bir bisikletlinin de yolda sağ şeritte aynı derecede hakkının olduğunu bilmeleri de gerekiyordu zaten. Bu sıkıntılardan yokuşun dikliğini hiç anlamadan 4 soluklanma su molasıyla araçların arasında bitirdim. Sonra bir inişin ardından ufak bir yokuştan sonra bir çay ocağında kısa soda çay molasıyla Miraç’a bilgi verip yola koyuldum.
Ayvacık’tan sonra yol çok keyifliydi. Gidiş gelişli ikişer şeritli yeni yapılmış bir yol, emniyet şeridi de bir şerit kadar geniş. Hava güzeldi, güneşli sıcaklık da bunlar kadar uygundu. Taa uzaklarda Çanakkale taraflarında kara bulutlar görünüyordu ama ne gam. Bu güzelliğin tadını çıkarmak varken.
Uzun turda kafa nefesle kaslarla arasındaki uyumu sağlıyordu. Otomatiğe bağlamış bir tempoda pedallıyordum, çoğunlukla sağ tarafımda veya karşımdaki işlenmiş yerlere, uzakta görünen köylere, köy yollarına, yakındaki ağaçlar ve onların üstündeki kuşlar, her şey çok güzeldi.
Ben böyle giderken yolun sol tarafında bir hareketlenme oldu, kafamı çevirdim bir bisikletli, o da turcu el sallıyor, heyecanlandım doğrusu ben de el salladım. Elini yumruk yapıp başparmağını yukarı kaldırarak zafer işareti yaptı ben de yaptım. Çok keyif almıştım benim gibi birini görmekten, gülümsemem kulaklarıma varmıştı eminim. 5 dakika geçmedi bir turcu daha el salladı karşıdan yine ellerimiz salladık karşılıklı. Ben sağ tarafın güzelliklerine dalmışken bir sesler duydum sol tarafımda, döndüm biri önde bayan 3 bisikletli, bana sesleniyorlar. Anlaşılan 5 kişilik bir tur ekibiydiler. Ben de selam verdim ses ve hareketlerimle. İçim iyice ısındı doğrusu. Bu yüzlerini bile seçemediğim insanları gördüğümde çok eski dostlarımı görmüşüm gibi olmuştum,
Kara bulutlar yaklaşmış kendinden önce de rüzgârını getirmişti. Bir saatten fazla yokuş aşağı bile pedal çeviriyordum, zaman zaman hızlanan rüzgârdan. Acıkmıştım Ezine’ye yaklaştığımda. Yemek için girersem yağmur ve rüzgâra iyice yakalanırım diye, girmeden ve bir kere yokuş sonunda çay soda içtiğim yerden beri mola vermediğim halde Bayramiç yoluna döndüm. Rüzgâr karşıdan geliyor zorluyor ve terletiyordu. 5-6 km sonra su ve soluklanma molası için durdum. Yol düz, emniyet şeridi ve çeşme yoktu. Artık akmayan bir su kanalına oturdum, suyum bitmişti, Miraç’ın verdiği sandviçi ve biraz da çerez atıştırıp soluklanarak yola koyuldum. Hava kararmış rüzgâr iyice şiddetlenmişti, suyum bitmiş iyice susamıştım. Solda gördüğüm benzinci imdadıma yetişti. Hemen girdim. Önce bir soda ve su içtim benzincinin patron odasında. Bilinen muhabbetlerden burada da devam etti. Bir su daha içip kalktım borcumu sordum cebimden bozuk paraları çıkararak, almadı, ısrarıma rağmen. Sen bunları al bana bir sıcak çay kahve yaparsan çok daha mutlu edersin dedim. Avucumdan 50 kuruş aldı gel dedi, arkada yanda çay ocağı varmış oraya gittik, kahveciye 50 kuruşu verip Osman beye çay yap dedi.
Çayım içip artık çiselemeye başlayan yağmura ve iyice şiddetlenen rüzgâra karşı yağmurluklarım giyip yola koyuldum. Bayramiç 12 km idi. Ümit’i benzinciden çıktığımda aramıştım. Yola çıktım ama yola çıktım demek yerine rüzgâra çıktım desem daha doğru olurdu. Tam karşıdan gelen rüzgâr en dik çıkabildiğim yokuştan çok zorluyordu, en düşük viteste gitmeme rağmen yol alamıyordum. Yarım saat sonra telefonum çalmaya başladı beşer onar dakika arayla. Gitmeyince Ümit arıyordu biliyorum, ama durup açmam telefon yağmurluğun altında olduğundan uzun iş ve zaman kaybıydı. Bunu yerine pedallamayı tercih ediyordum.
12 km yolu bir saat 40 dakikada gidebilmiştim.
Ümit beni yolda karşıladı. Merak etmiş bakmaya gelecekmiş. Yağmur çok yağmadığı için hava sıcaktı. Üzerimde de tepeden tırnağa yağmurluk olduğu, iki saate yakın ciddi güç harcadığım için sırılsıklam terlemiştim. Buraya gelirken bolda beni gören bir şoförün sorularından zorla kurtulup içeri girdik.
Ümit beni Öğretmen evinde bir odaya iteledi. Üstümü başımı değiştirdim. Çıktığımda geniş salona soktu beni. 4-5 masada insanlar oyun oynuyorlardı. Hepsi bize döndü hoş geldin dedi çoğu. Zaten çoğu daha önceden tanıyorlardı Ümit’in İstanbul’dan deli arkadaşı olarak. Daha önce böyle yine bisikletle İbrahim’le gitmiştik öğretmen evine. Ümit beni oyun oynanan bir masaya oturtup, yeni taşındığı evde sıcak sudaki sorunu halletmek üzere malzeme almaya dışarı çıktı.
Daha önceki Kazdağları geçişimizin rotasını bize yazdıran Allattin abi orada yoktu, galiba balığa gitmiş. Olsaydı laflardık.
Ümit’in yeni taşındığı evde önce banyoya girdim, bir de tıraştan sonra masaya oturduk. Koltuklara çekilip çerez yerken uyuklamaya başlayınca yatağa gittim ve uyandığımda sabah çoktan olmuştu, bir gün önceki rüzgâr ve yağmur ve daha önceki yokuştaki tehlikeli tırmanış beni iyi yormuş anlaşılan. Zaten sabah kalkıp yola çıkacaktım. Öğleden sonra 35 yıldır görmediğim Cağaloğlu’ndan arkadaşım Ahmet Güven’le Eceabat’ta da buluşacaktık. Beni oradan alacaktı.
Sabah uyandığımda rüzgâr aynen belki de daha şiddetli devam ediyordu. Kısmen yön değiştirmiş kuzeyden Çanakkale’den doğru esiyordu. Hava tahmini de Tüm Trakya’yı kuzeyden kuvvetli rüzgâr gösteriyordu. Öğleden sonra da daha şiddetlenecekmiş. Hemen yola çıkmaktan vazgeçtim. Ahmet’e de mesaj gönderdim bugün gelemeyeceğimi bildirdim. Öğleden sonra ertesi gün de rüzgâr ve yağmur olacağı tahminini okuyunca, otogara gidip sabah otobüsüne İstanbul’a bilet aldım. Yani tur ve senin okuduğun bu notlar da burada bitiyor.
Marmara tam tavaf etmem için bir tur daha kaldı. Erdek Çanakkale arasını pedallamadım. Bunu da ilk fırsatta yapmak lazım. Bu yol çok ıssız değil sanırım arkadaş bulamazsam tek başıma da pedallayabilirim.
Bu notları yazarken fark ettiğim bir şeyi seninle paylaşayım. Turun ilk gününü yazarken çok zorlandım. Bırak köy isimlerini, zaten isim belleğim oldum olası yok denecek kadar kötüdür bilirsin, durduğumuz yerleri, yol hakkında da çok az şey hatırlıyordum. İkinci gün açılmış, üçüncü gün ise neredeyse yoldaki çukurlara yolun kenarındaki ilginç ağaçlara, köylerdeki yüzler konuşmalara kadar her şey belleğimdeydi. Bu emin ol ikinci günden sonra kentin baskısının, bilinen sıkıntıların ötelenmesi, benim doğallığıma dönmem ile oluyordu. Bunu sağlayan da iki tekerdi.
Topladığım bu enerjiyle, kafa dinçliğiyle bizim sol’un çıkmış zincirli bisikletini çevirmeye ben de bir tur yardım ederim artık. Ekim 2015
Osman Kapusuz