20 Aralık 2020 Pazar

TRABZON-ANTAKYA BİSİKLET TURU

(14 gün; 1027 km. Tırmanış: 19 km)

Derebaşı Virajları, Karanlık Kanyon, Nemrut

 

Asıl konuyu, bu bisiklet turumu anlatmaya geçmeden önce, pek çok arkadaşımın çoğunlukla çıktığım  uzun bisiklet turları, birkaç güne yayılan kamplı doğa yürüyüşleri (trekking) ve dağ tırmanışları gibi sportif faaliyetlerimi hiçbir şekilde yaşımla bağdaştıramayıp yadırgaması üzerinde durmak istiyorum. Bu nedenle notlar neredeyse iki bölümden oluşacak.

1- YAŞAMDA AKTİF OLMAK


Beş yıl önce Tekirdağ’da düzenlenen "Rodostobike Bisiklet Festivali"ne İstanbul’dan bisikletle giderken, henüz 50 km kadar kat etmiştim ki, yolda İstanbul Üniversitesi Bisiklet Kulübü'nün bisikletlilerine rastladım. Tekirdağ’a kadar kalan 60 kilometreyi birlikte pedalladık, sohbet ederek. Oluşturduğumuz uzun konvoyun önünde ve ardında koruma araçları yer aldığı için de çok rahattık. Grupta yaklaşık 30 öğrenci ve onlara eşlik eden 30-35 yaşlarında -biri kadın- iki öğretmenleri de vardı. Tekirdağ’a yaklaştığımızda kadın öğretmenle bir süre yan yana sürdük, sohbet ettik. Saatlerdir bisiklet sürmekten ikimizin de büyük keyif aldığı besbelliydi, ama bir ara sorularının “nasıl başardığımı”  sorgulamaya dönüştüğünü fark ettim. Sanırım merakının nedenini tam anlayamadığımdan cevaplarım yeterince tatmin edici olmadı; üstünde de durmadık. Kamp yerinde iki gün boyunca bir daha karşılaşmadık. Benim için konu kapanmıştı. Fakat onun için öyle olmamıştı.

 Festivalin ardından İstanbul’a otobüslerle dönecektik. Bu yüzden kamp yerinde iki saat kadar otobüs bekledik. Öğrencileri etrafımızı kuşatmış halde beklerken tekrar sordu: “Nasıl başarıyorsunuz?”

Öğretmen bu sorusuyla, onca yolu nasıl olup da torunum yaşındaki öğrencileriyle birlikte (hatta bazılarından daha iyi) tamamladığımı merak ediyor olamazdı çünkü “nasıl başardığımı” bizzat görmüştü. Öyleyse, nezaketinden apaçık soramasa da asıl merak ettiği, ununu elemiş eleğimi asmış olmam gereken bir yaşta, başkalarının alaycı bakışlarına, bıyık altından gülüşlerine, hatta kimi zaman homurdanmalarına aldırmamayı “nasıl başardığım” olmalıydı.

Geliş yolunda, bisiklet üzerinde biraz anlatmıştım, ama dediğim gibi yeterli olmamış. Bu sefer hazır vaktimiz varken, dilimin döndüğü kadarıyla bir kez daha anlatmaya çalıştım (Şimdi okuyacaklarınız elbette o günden aklımda kalanlar ve yazarken hatırladıklarım):

Çoğu ülkede olduğu gibi bizde de insanlar genel olarak para, saygınlık, güç ve makamla birlikte anılan bir “toplumsal statü” için yaşar. Bu arada hem o hedeflere ulaşabilmek hem de elde ettiklerini koruyabilmek adına, kurulu düzenin belirlediği (dolayısıyla hissettirmeden dayattığı) bazı kalıplara uymak zorunda kalır.

Eğitim-öğretim, dolayısıyla da okul, sisteme uygun insan yetiştirmede önemli bir kurumdur. Böylece, çocukluktan başlayarak, hayatının her evresinde öğrenci, işçi, memur, patron, kamu ya da özel sektörde yönetici, emekli; zengin, orta halli vb. herkesten, bulunduğu sosyal statüye uygun davranması beklenir. 

Bu kurallar çerçevesi içinde yetişen kişi, “iyi bir iş, iyi bir evlilik, iyi bir ev, iyi bir yazlık, daha iyi bir araba, iyi bir eş ve ardından çocuk” gibi beklentilerini gerçekleştirmeye çalışan bir hayat serüvenine kapılır gider. Diğer deyişle kişi, kendisi için birey olamadan, tamamıyla benzerlerinden oluşan bir sürüye katılır; yaşamı ve çevresi de bu doğrultuda değişir… Mesela gençken hareketli biri (kendisinden beklenilene de uygun bir şekilde), iş-güç sahibi olup çoluk çocuğa karıştığında daha bir “ağırbaşlı” olmaya başlar. Benim gibi yetmişine geldiğindeyse yapacağı, daha doğrusu yapmayacağı şeyler çok önceden bellidir.

Peki, bu neden böyledir?

Ayaküstü anlatmak zor, hatta başka bir zaman, tek başına konuşulacak kadar önemli bir konu bu. Ama yine de bir şeyler söylemeden geçemeyeceğim.

Az önce bahsettiğim toplumdaki bu kalıp ve şablonlar, insanın yeteneklerine, yetilerine ve doğasına uygun yaşamasını engeller. Oysa biliyoruz, diğer canlılarda bu tür kısıtlamalar yoktur; onlar doğallıklarını (kendiliklerini) oldukları gibi yaşarlar. İnsanın aklı, düşünme ve sorgulama yeteneği ve yetisi, bu olguyu daha elverişli şekilde sağlama olanağı yaratır. Her ne kadar hayat ona belirli bir doğrultuda yaşamayı dayatsa da insan, sahip olduğu özellikler sayesinde  o dayatmaları pekala aşabilir. Yeter ki sahip olduğu özellikleri işlevsel kılabilsin; sosyo-kültürel "değer yargıları”nın değil "değer bilgileri"nin öngördüğü şekilde yaşamayı seçsin. Çünkü toplumların değer yargıları değişir; insanın kendi doğrusunu edindiği “değer bilgisi” ise değişmez.

Dün geçerli olan değer yargıları bugün değersiz olabileceği gibi, bugün geçersiz olması gereken dünün değer yargılarının sürdürülüyor olması da söz konusudur. Bunlar da insanın "kendisi için kendi olma" imkânlarını ellerinden alabilir. 

Toplumsal tarih araştırmacıları insanın ilk çağlarında doğal bir yaşam sürdüğünü göstermiştir. Medeniyetle bundan uzaklaşmış olsa da, bugün de birçok insanın bu doğallığı mutlulukla yaşadığı, doğal yaşamın yaygınlaşması ve giderek egemen kılınabilmesi için mücadeleler verdiği bir gerçektir. 

Örneğin 1850'lerde yaşamış ABD’li düşünür Henry David Thoreau, doğal yaşam konusunda önemli görüşler öne sürmüş ve bunları kendi yaşamında uygulamıştır. Yine 1900'lerin başında Hintli düşünür J. Krishnamurti de bu alanda dersler vermiş, kitaplar yazmıştır.

Dünyanın küresel bir köye döndüğü, hepimizin hayatının tek tipleşmeye zorlandığı günümüzde, her şeye rağmen alternatif bir yaşam da pekala mümkün ve bu tür yaşamı tercih edenler az da değil. Brezilya'da, Portekiz'de ve birçok ülkede, atıl duran kamu arazilerinde ihtiyaca göre üretip tüketerek doğal hayatı yaşayan büyük topluluklar oluştu. Ve bu toplulukların sayıları da hızla artıyor.

Türkiye’de sınırlı da olsa, insanların daha ziyade kent merkezlerinin dışındaki kırsal alanlarda, eşya kullanımını en aza indirerek, teknolojinin sunduklarını reddetmeden, ama onun kölesi de olmadan, hayatın dayatmalarından, öğrenilmiş değer yargılarından uzak,  minimal ölçeklerde yaşamaya razı kişi toplulukların örnekleri çoğalmaya başladı.

Burada amaç, insanın doğayı kendisi için dönüştürüp tüketmesi değil, doğanın sıradan bir parçası olup diğer canlılarla birlikte doğaya uyumlu yaşayarak kendisi olması, yeteneklerini ortaya çıkarması ve bu hayatın doğallığı içinde mutlu olmasıdır.

İnsan “kendi” olamadığında sistemin üretip dayattığı "mutluluk reçeteleri"nden çare arayan,  doğasına aykırı "başka" bir hayatı yaşayan mutsuz bir varlığa dönüşüyor. Toplum da öyle: Görünüşte mutlu fakat esasen yaratılan kaotik, hızlandırılmış bir tempoda nefes nefese yaşayıp kendine ve karşısındakine yabancı, empatiden (duygudaşlık) yoksun, sürekli birbiriyle didişen, uzlaşmaz ve mutsuz insanlar topluluğu.

Bizi biz olmaktan alıkoyan köhne değer yargılarının, davranışlarımızı kısıtlayan örf ve âdetlerin oluşturduğu zincirlerimizden kurtulmayı, elimiz ayağımız tutuyorken, akli ve fiziki melekelerimiz yerindeyken, gerçek doğal ihtiyaç ve isteklerimiz doğrultusunda üreterek mutlu mesut yaşamayı seçmeliyiz. 

Kendi çevremden örnek verirsem, birkaçı dışında arkadaşlarımın neredeyse tamamı toplumsal değer yargılarının dayattığı bu şablonlarla uygun yaşadılar; yaşamaya devam ediyorlar. Gençlik dönemimizdi büyük çoğunluğumuz biraz daha birikim, farklı bir konum vb için koştururken,  bugün, saygın “amca,” öğretilmiş, öğrenilmiş “dede” rollerini devam ettirerek farkında olmadan gelecek “son” bekleniyor. Oysa yetmişinde, sekseninde "belirlenmiş yapılamayacaklar kategorisi"ni kırarak yapmak değil, bunun dışına çıkmayı dahi düşünemeden yaşamak, ya da düşünüp de bunları yapmak istediği ama "nedense bir türlü" yapamadığı şeyleri hiçbir zaman yapamadan yaşamak ne kadar gerçek yaşamak olabilir ki!

Bu anlattıklarım sadece fiziki aktivite için geçerli değil tabii ki. Belki zihinsel aktivite daha önce gelir. Sanatla, edebiyatla ilgilenmek, okumak ve belki yazmak da bu anlattıklarıma dahil edilmelidir. Ama unutmamak lazım ki, kaslarını kaybeden belleğini de kaybeder.

“Nasıl başarıyorsunuz?” sorunuzun cevabı burada yatıyor. Ben, kısmen ailemden aldığım, kısmen de değer yargılarından arınarak öğrendiğim için yaşamımın eksenine kendi doğallığımdan gelen ihtiyaçlarımı yerleştirip hayatın tuzaklarına olabildiğince düşmeden yaşıyorum. O sayede kaç gündür aramızda hiç yaş farkı yokmuşçasına birlikte sohbet ediyor, pedal çeviriyor ve birlikte terliyoruz. Beni yadırgamadan aranıza aldığınızın farkındayım. Ama ben de çevrenizden alışık olduğunuz gibi tonton, geleceği göremediği için hep geçmişten bahseden ihtiyarlardan değilim. Bu da benim mutluluğum. Bir gün elden ayaktan kesilirsem de istediklerimi olabildiğince yapabildiğim, kendimi dayatmalardan uzak tutabildiğim için mutsuz olmayacağımı umuyorum.


O gün Tekirdağ’da bisiklet arkadaşlarıma ayaküstü anlattığım aşağı yukarı bunlardı. Arada ve sonrasında sorulan sorular ve giderek sıcaklaşan ilişkimiz, karşılıklı olarak birbirimizi anladığımızı gösteriyordu.

Bizim 68 kuşağı, bugünküyle kıyaslanamayacak kadar özgür olduğu halde, “daha iyi, daha yaşanılası bir dünya” uğruna hayatını ortaya koyan bir kuşaktı. Ama büyük bir farkla, 60’lı ve 70’lu yıllarda örgütlüydük; mücadelemizi sonuca götürebileceğimizin beklenti ve azmi içindeydik. 12 Eylül bunları tümüyle devirdi. Bugün Türkiye çok farklı bir yerde hem dünya eski dünyadan çok daha baskıcı ve karanlık, hem kuşağımızın mücadele örgütlülüğü ve ortamı yok. “Ben” değil “biz” vardık; paylaşan, omuz omuza veren bir kuşaktık. Çoğunlukla ilişkilerimiz sürse de artık sadece birey olarak kaldık. Birçoğumuz ailesinin, evinin yaşlısı oldu; torun bakıyor. Bir kısmımız yeni yazılarla eskiyi yazarak zaman geçiriyor.

 Pek çoğumuz Facebook’ta, üstelik kendisine bile ait olmayan bir şeyleri paylaştığında “like” alıp/atma “sosyalliğini” öylesine ciddiye alıyor ki, beğeni beklediği kişilerden “like” almadığında içten içe küsüyor. Sosyal varlık rolünü gerçek hayatın içinde sürdürebilenlerimiz çok az.

Yenik kuşak olmak, yaşamdan kopmak anlamına gelmemeliydi. Yaşamla, yanlışlarla mücadele hep var olmuştur, oluyor da. Bu dar, bireysel çerçevede olsa da geçerlidir. Canlı olmak, diri olmak da bunu gerektirir zaten. Ne diyordu Samuel Beckett: “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.”

Bazı insanlar hep üretmeye alışkın veya yeteneklidir, kimi insan okuyarak yazarak, kimi insan tembeldir, özellikleri,  yapıları, alışkanlıkları böyledir. Tabii bunlar çok da katı değildir, birçok özelliği de taşıyabilir. İleri yaşlarda da bu özellikleri taşır muhtemelen. İleri yaşlarda da geçmiştekine benzer yaşamaları yadırganmamalı.

Zihinsel dirilikten, özellikle şablonları daha çok olduğu için kadınlardan, bunlara uymayan, kendini yaşayan iki örnek vermek istiyorum. 1969'da İstanbul’a ilk geldiğimde komşum olan ve ilişkimiz uzun aralarla kesilse de dostluk bağımız hep devam eden Yüksel (Selek) Ablama, kızımla birlikte Bodrum’daki evine gittim geçen yıl. Yüksel Abla 85 yaşında ama bildiğimiz 85 yaşında bir ihtiyar değildi; canlı ve dikkatliydi. Çok özlemişiz birbirimizi. Ziyaretimiz akşamın ileri saatlerine kadar sürdü. Benim beş yıl önce Tekirdağ’da gençlere söylediğimi doğrular gibiydi bazı sözleri. İkinci kitabını yazmış şimdi elden geçiriyormuş. “Yaşlanınca, artık elini ayağını her şeyden çek, köşene çekil hastalıklarla boğuşurken ölümü bekle istiyor insanlar. Hayır, ben buna uymayacağım; varım ve üretmeye devam edeceğim, benim de her şeyde söz hakkım var ve olacak” sözleri gerçekten çok çarpıcı ve bir yaşam düsturuydu. Akşam balkonda rakılarımızı yudumlayarak sohbetimizi taçlandırdık. Hayatımda ilk defa o gün içkili olarak araç kullandım.

Yüksel Selek ile yaşıt fakat artık neredeyse yürüyemeyen Nurten (Tuç) Ablam’la, isteği üzerine önce tiyatroya, bir başka gün de haksız yere hapis yatan akademisyen Onur Hamzaoğlu’na destek toplantısına gittiğimiz gibi,  “Beni Sabancı Müzesi’nde Ai Weiwei’nin sergisine götür” dediği zaman hiç yadırgamadım. Müzeyi o tekerlekli sandalyede oturur, ben de sandalyeyi iterek dolaşır, gerçekten hoş, farklı eserleri heyecanla izlerken, sanırım diğer ziyaretçilerin ilgisini Ai’den daha çok toplamıştık. Bol bol fotoğrafımız çekilmişti çünkü.
Şimdi diyeceksiniz ki, “Bisiklet turunu okumak için açtık yazını, sen bize ne anlatıyorsun?”  Ama başta söyledim bunu. Ayrıca bisiklet sürmek sadece pedal çevirmek değil ki. Hem sizler de merak etmiyor musunuz, nasıl oluyor da benim yaşımda biri aynı zevki paylaşıp sizinle başa baş pedal çevirebiliyor?

Şimdi gelelim tura. Bu sefer, daha önce yaptığım gibi turu neredeyse virajlara kadar anlatmayacağım; ilginç zorluk ve güzellikleri, turcunun işine yarayacak kısımları anlatmakla yetineceğim. Elimi tutamazsam da bağışlayın şimdiden.


2- BİSİKLET TURU

Hazırlık

Bisiklete başladığım ilk yıllarda görmüştüm Derebaşı Virajları’nın fotoğrafını. O sırada 59 yaşındaydım. Dünyanın en tehlikeli 10 yolundan biriymiş burası. Doğru yanlış, böyle söyleniyor. Ruslar 1915'de oradaki köylülere gündeliklerini verip çalıştırarak yaptırmışlar. Hep istemiştim bu keyifli virajları pedallayarak, hatta hiç inmeden tırmanmayı. Sonra buraya çıkmışken de devamını getireyim, çocukluğumdan beri yanı başımda olan Kemaliye (Eğin) Karanlık Kanyonu, bitişiğinde de yıllardır gitmediğim memleketim Ağın’ı, orada hayatta kalan büyükleri ve sonra Nemrut Dağı’ndaki o muhteşem eserleri, en son da İstanbul’dan memleketine göçen kadim dostlarım Selim ve Aytaç (Beştek) göreyim, turu da tamamlayayım diyordum. Böylece tur güzergâhım belli olmuştu. Trabzon, Of, Derebaşı Virajları, Karanlık Kanyon, Ağın, Nemrut ve sonra Antakya. Yolculuğun adı “Trabzon-Antakya Turu” oldu. Bin kilometre yol gidecek, 19 kilometre de yokuş tırmanacaktım. Bu, Anadolu’nun en yokuşlu rotasıydı muhtemelen. Altmışlı yaşlarımı geride bırakalı epey olduğu halde böyle bir tura cesaret edip etmemeyi o zaman düşünmemiştim; kararım çok netti.

Turun bir güzel tarafı, belki de en hoş tarafı, üç coğrafi bölgede (Karadeniz, İç Anadolu, Akdeniz) altı etnik grupla iç içe olacaktım: Karadeniz Laz, Gürcü ve Rum; İç Anadolu Türk, Kürt; Antakya Arap. Yol neredeyse tümüyle asfalttı ve 19 kilometre de yokuş çıkacaktım.

İşin hayal kısmı tamamdı, o yolu yalnız gitmek doğru olmazdı. Bunu arkadaşlarla da çok konuştuk, derken 17 Mayıs 2018 Perşembe günü İstanbul’dan ayrılmak üzere dört arkadaş Trabzon uçağına bilet aldık. Kuvvet (Lordoğlu), Haşim (Akman), Ferdi (Kızıl) (nam-ı diğer Ferdimen) ve ben. Ferdi gidilecek yolu bir harita uygulamasına işledi. Ardından rotamız üzerinde yer alan “görülmesi gereken” yerleri de işaretledi. Şartlar elverdiğinde o noktalara da pedal çevirip, sonra ana rotamıza dönecektik. Hazırlıklar sürerken heyecan dorukta gün sayıyorduk. 

Hareketimize iki gün kala Salı günü, 30 yıldır çekmekte olduğum bel fıtığı, evde ellerim boş merdivenden inerken harekete geçti. Zor uzandım divana. Zar zor eczaneye gidip iki ilacı karıştırtıp iğne yaptırdım; sabah ve akşam. Arkadaşlara da söyleyemedim başlangıçta. Çarşamba sabah iğneleri yineledim, değişiklik olmadı, neredeyse kıpırdayamaz haldeydim. Çarşamba akşamı biletleri bir hafta erteledik. O tarihte belimin epeyce düzelmiş olacağını ve pedal çevirebileceğimi varsayıyorduk. Ancak bu sefer de Doğu Karadeniz bölgesi, tarihinin en şiddetli yağışlarından birine yakalandı; meteorolojinin tahminlerine göre yağışlar bir haftadan fazla sürecekti.

Bisiklet üzerinde yağmura yakalanmak rastlanmayan bir durum değildir. Nihayetinde eve vardığınızda kuru giysiler sizi beklemektedir. Ama uzun turda, hele günlerce yağmurda pedallamak, çekilir dert değildir. Ne kadar yağmurluğunuz olsa da ıslanmak kaçınılmazdır.  Hele bir de akşam çadır kurmak tam eziyettir. Güzergâhımızın Karadeniz Bölgesi’nde sığınabileceğimiz otel filan da yoktu. Biletlerimizi yaktık; arkadaşlarımla birlikte tur hayalimiz de başka bahara kaldı.

Eylül ayına kadar güzel turlar yaptım. 2019 yılı da iyi başladı. Önceki yıl ertelediğimiz turu Temmuz’da gerçekleştirmek üzere tekrar düğmeye bastım. Kuvvet ile Haşim, işleri yüzünden katılamayacaktı. Ferdi uygundu. 3 Eylül 2019 Salı gününe Trabzon’a otobüs bileti aldık. Çorlu’dan gelen Ferdi’yle Esenler Otogarı’nda buluştuk.

 

1.Gün. OF-ÇAYKARA

Yol 25 km. Çıkış 320 metre.

Trabzon-Of arası 35 km. Çok sevimsiz, karaktersiz, dolgu bir asfalt yol; bisikletli için ise eziyet. Otobüsümüz Rize’ye kadar gidiyormuş, otobüste karar verip Of’ta indik. Bir benzincide bisiklet kıyafetlerimizi giyip, bir lokantada da karnımızı doyurarak hafif yokuşta Çaykara’ya doğru pedallamaya başladık. 8-10 km sonra sağda, küçük bir kahvede hayatımdaki en güzel çaylardan birini içtim. Yol keyifliydi, yeni yapılan yerlerdeki tünel inşaatları biraz zorlasa da keyifle Çaykara’ya vardık. Otobüs yolculuğu uzun, yorucu ve uykusuz geçmişti. Çaykara’da pansiyon da vardı ama biz Öğretmen Evi’nde kalmaya karar verdik. Ev, ilçenin en tepe yerindeydi. Yerleşip, bir şeyler yemek ve önümüzdeki iki gün için ihtiyacımız olan gıda tedarikine çıktık. Solumuzda gürül gürül akan bir dere vardı; yolun karşısında da inşaatı devam eden bir yol ile tünel. İnerken dere kenarındaki lokantaya yaklaştık, derenin karşı tarafında genç biri başında baret elinde bir megafon yüksek sesten siren çalıyordu. Etrafında dönüyor, dört tarafa doğru kesik kesik çalıyordu. Biraz ara verip tekrar çalıyordu. Doğal olarak mutlu bir vatandaş dedik. Zaten her mahalleye bir deli (!) lazım değil miydi? 

Tam yemeğin ortasında büyük bir gürültüyle yer sarsılmaya başladı, biz fırladık, herkes sakindi. Meğer karşıdaki yol inşaatında çok sık dinamit patlatıyorlarmış, o çalınan siren de bu patlamayı duyurmak için ikazmış. Gülümsedik ikimiz de. Siren çalan “mutlu adam” anlaşılan mutsuz işçiymiş. Nevalemizi alıp otelimize döndük.

 

2. Gün. ÇAYKARA-BAYBURT

Yol 85 km. Çıkış 3.330 m.

Sabahın ilk saatlerinde kahvaltımızı Öğretmen Evi’nde yapıp yola koyulduk. Güzel bir hava, sağımızda gürleyen dere, iki yaka dik, üstü orman, yemyeşil, arada kuş sesleri duyuluyor çok yakındalarsa derenin sesini bastırırcasına. Dere, iki yakası çok dik ve ormanla kaplı bir vadi oluşturmuş. Biz derenin solundan gidiyoruz. Sabahın erken bir saati ve hiç motorlu araç yok, zaten gün boyu göreceğimiz araç sayısı da 10’u geçmeyecekti. 

Unutmadan söyleyeyim, her bisikletli mutlaka bu vadide pedallamalı. Yol, insanı hiç zorlamayacak kadar az meyilli ve düzgün. Sol yukarılarımızdan gür bir ses duyuyoruz: “Gelin gelin, çay yeni demlendi!” Kafamızı çeviriyoruz sese doğru, ama bir şey göremiyoruz. Anlaşılan ses çok yukarılardan geliyor. Ses, bu kez de bizi kahvaltıya çağırıyor. Belli ki biz onu göremesek de o bizi görebiliyor. Ben de bağırıp el sallayarak teşekkür ediyorum yavaşlayarak pedallamaya devam ederken. Az sonra dere kenarında bir aile, yeni yerleşmiş,  piknik kahvaltı yapacaklar. Onlarla aynı hizadayız. Onların davetine de teşekkür edip yavaş tempoda doğanın içinde pedallamanın tadını çıkarıyoruz.

Buradaki köylerin Anadolu’daki diğer köylerden farkı, evlerin dağ yamaçlarına uygun,  rastgele yere yapılması. Dolayısıyla köy nerede başlıyor nerede bitiyor belli olmuyor. Bu yüzden bildiğimiz camii yanındaki bir ya da iki kahveden oluşan köylere benzemiyor ve camiler bile tek başlarına duruyor yamacın bir yerlerinde. Böylece müdavimi olduğum köy kahvesi, çayı ve sohbetler burada olmuyor. Böylece çay da içemiyoruz uzun süre.

Asfalt çok güzel ve oldukça bakımlıyken solu gösteren Uzungöl sapağından sonra bakım ve kalite düşüyor. Bayburt yolu artık Uzungöl’den verilmiş. Zaman zaman derenin suyu bitiyor, ilerilerde bir bent bizi karşılıyor. Bunlar doğadaki tüm canlıların katili HES’lerden biri. Gerçekten hiç yakışmıyor bu güzelliğe. Biz her ev, her cami gördüğümüzde acaba kahve var mıdır diye bakınıyoruz boşuna.

Vadi yatağından çıktık, artık yokuş da yolun bozukluğuna paralel giderek dikleşmeye başladı. Durup bir şeyler atıştırıp bir şeyler içsek iyi olur diye düşünürken, ilerilerde yeni yapılmış bir cami görüyoruz (Kölenar Camii) bu yolun üstünde. Öncesinde de bakkalımsı bir kulübe var. Yolun kenarında boşta dikilmiş bir borunun ucundaki bir musluk, tam kapatılmamış, hafif damlıyor. Camide ihtiyacımızı giderdikten sonra içeriden çıkan yaşlı amcaya camideki suyun içilip içilmediğini soruyor Ferdi. İçilir diyor. Mataramızı doldururken Ferdi ayrıca bardağını da doldururken gördük ki, değil içmek, temizlik için kullanmak bile uygun değildi. Yolun kenarındaki bakkalımsıya girdik su sorduk, musluktan alın, bu temizdir içilir dedi. Sahiden de temiz bir suydu. Yan tarafında da iki kişi oturuyordu biz de yanlarına oturduk. Çay da vardı;  günün ilk çayını içtik, bir şeyler atıştırdık. Biraz dinlenip suluklarımızı doldurduktan sonra yola revan olduk. 

Yokuşun biri bitiyor, düzlüğün tadını tam çıkaramadan yeni ve daha dik bir yokuş başlıyordu. Bir ara ilerimizde oldukça büyük bir tepe ve üstünde de sallanan bir bayrak gördük. Ferdi GPS cihazına bakıp, “Abi oraya çıkacağız, bayrağın yanına” dedi. Doğrusu tepenin kenarından döneceğimiz düşünmüştüm. Gerçekten de saatlerdir yaptığımız gibi döne döne o tepeye çıktık. Böyle her tepeden sonra insan “artık tepeler bitmiştir” diye düşünüyor ama hiç öyle olmuyor, yeni bir tepe ve daha dik yokuşlar bizi karşılıyor o tepenin başında. Turculuğumun ilk yıllarında bunu çok yadırgamıştım ve doğrusu çok da sevmiyordum bu durumu. Ama artık tuhaf bir şekilde yorsa da çok keyif veriyor, özellikle de tepeye çıktıktan sonra.

Ferdi arkalarda kalıyor. Fotoğraf çekmek için çok mola veriyor. Karaçam’a yaklaştığımızı sanıyorum, orası büyük bir yerleşim ve tepelerde olduğu için de evlerin bir arada olduğunu sanıyorum. Dik, bozuk ve çok keskin virajların olduğu bir bölge burası. Bir yokuşta asfaltın düz devam ettiğini, İleride de bir kamyonetin tentesini gördüm. İlerledim, hemen sonra asfalt bitti bozuk, berkitme bir yol başladı. 50 metre sonra da solda bir barakanın kirli çinko çatısı vardı, meğer “kamyonetin tentesi” sandığım buymuş. Yolun sağında da bir çeşme vardı. Geldiğim yola bakacak şekilde oturdum, Ferdi’yi bekliyorum. 

Epey sonra bir kamyonetin önünü gördüm, hemen sonra arkasını. Tuhaf dedim nasıl oldu bu? Şüphelendim, geri geldim, düz geldiğim yerde yol neredeyse bir üçgen köşesi yaparak dik olarak sağa dönüyormuş. Oluyor böyle tatlı hatalar. Birazdan bir araba geldi karşıdan, “arkadaşın kahveye girdi” dedi beni geçerken. Karaçam’a gelmişiz.

Kahvenin önünde Ferdi’yle beraber 8-10 kişi oturuyordu, ben de oturdum. Çayım geldi hemen. Sohbet her zamanki gibi sürdü. İkinci çayımızı içtik, yumurta sorduk, bakkala dün gelmişti, ama bu gün kalmamıştır, dediler. Ben kahveciyi görünce işaret ettim, muhtar hemen müdahale ederek misafirleri olduğunu anımsattı tatlı sert. Sırf bu yüzden birçok köy kahvesinde ikinci çayımı çok istesem de içemiyorum. Yola çıkarken “İleride sol tarafta bir köpek var çok saldırgan dikkat edin” diye uyardılar bizi. Vedalaşıp bakkala gittik, gerçekten de yumurta bitmiş. 

Köyden ayrıldıktan yarım saat sonra, çok eski bir çeşmeden suluklarımızı doldurduk. Yol 200 metre kadar düz gitti, hatta bazen bayır aşağı bile indik. Yükseldikçe hava sisleniyordu; yol da hem bozuldu hem iyice nemlenmeye başladı. Bir saatten fazla gittiğimiz halde, köylülerin bahsettiği köpeğe rastlamamıştık. Bir tepenin üstünde yolun bitişiğine bir bina yapmışlar, kullanılmıyor, belki otel filan içindir diye düşündüm. Beklediğimiz köpek az sonra havlayarak solumuzdan saldırdı, bağlı olduğu için sadece korkuyla "yetindik." Köpek sanki yolun artık yol olmadığının işareti gibiydi. İrili ufaklı çakıllı, yer yer zemindeki kayanın düz ve kaygan uzantıları. Düzgün pedallamak çok zorlaşmaya başladı. Artık sisin iyice içine girmiştik. Hatta bulut desem yanlış olmaz; yerdeki taşlar da iyice ıslanmıştı ve tekerimiz üzerine denk geldiğinde savruluyordu. Doğrusu bekliyordum, ama böylesini değil. Çok yerde güya yol yapmak istemişler, irili ufaklı mıcırı yaymışlar. Belki zor doğa şartlarında dört tekerli motorlu taşıtlar için uygundu bu yol, ama 2-3 santim kalınlıktaki teker için çok kötüydü. Ben önceden hazırladığım pedalımın kilidini iptal eden aparatı taktım. Çok ani kaymada kilidi çıkaramazsam dizimin üstüne düşmemi engelleyecekti. İyi de yapmışım.

Bir hurdacı kamyoneti geçti, arkasında eski çinko saçlar yüklüydü, durup ona yol verdim. Artık bulutun içinde yol olmayan yolda pedallıyordum. Yakında bir köy filan da yoktu. Yolun taşları, bulut ve bisikletimle baş başaydım.

Sislerin arasından bir yapı gördüm, yaklaşınca eskici kamyoneti de önündeydi. Derebaşı Virajları’nın başına gelmiştim. Yapı da bir zamanlar yol üstü konaklama yeri gibi bir şeymiş. Bayburt yolu Uzungöl’e yönlendirilip bu yol kullanılmaz olunca, burası da kapanmış. Eskici, binanın sahibi; oğluyla eski çinkoları indiriyordu. İçeri girdim diyeceğim ama pek de içeri sayılmaz, dışarıdan farkı yok. Sırılsıklam olmuştum, üstümü kısmen değiştirdim. Soba yakalım dediler, zamanımız yok diyerek istemedim.

Bizden önce bu rotadan geçenlerin,  buraya kadar çok yorucu bir yol olduğu için burada kamp kurduklarını, Derebaşı Virajları’nı sabah dinlenmiş olarak tırmanışa geçtiklerini okumuştum. Ferdi geldikten biraz sonra da iki motosikletli yokuştan indi; indi dediysem de o yönden geldiler bulut içinden, bizim yaklaşık iki saattir 30 metreden ilerisini görme olanağımız yoktu. Niyetim yokuşu inmeden virajların olduğu kısmı sonuna kadar pedallamaktı.

Herkes kulübenin önündeyken ben yokuşa vurdum. İlk sağa viraj çok dikti, arkada da seyircilerim vardı, doğrusu çok zorlandım. Sonra hafif yokuş ve düz, sonra viraj. Burada mıcır yoktu, en büyük zorluk zemindeki kayaların yolu kaplaması ve çok kaygan olması. Bir sağa, biraz düz bir sola, bir ara keşke kaç viraj olduğunu saysaydım, ne kadar olduğunu bilirdim diye düşündüm. İki kere, ikisinde de viraj içlerinde inmek 15-20 metre kadar yürümek zorunda kaldım, gerçekten yürümek bile çok zordu. Bir kere de karşıdan bir araba geldi, ona yol vermek için durdum; neyse ki düzgünce bir yerdi. Bir ara Ferdi’ye apartmanın ikinci üçüncü katından kapı önüne bakar gibi bakındım, seslendim. Bir şey görmek, bir ses duyurmak, duymak imkânsızdı. Her yer sisten bir duvardı. Çıka çıka yolun üstüne altı oyulmuş uzanan kayayı görünce artık yokuşun viraj kısmının bittiğini anladım, bir belgeselde görmüştüm burayı. Bisiklete bir yer bulup Ferdi’yi beklemek için sırtımı kayaya dayayıp oturdum.

Virajlar bittiğinde bulut da önce azalmış sonra bitmişti. Biz tırmanmaya bu sefer dönemeçsiz ve kaygan, kayasız yolda, ama aynı diklikte devam ediyorduk. Virajlarla yokuşların bitmediğini zaten biliyorduk ama bu kadarını da değil. Karnım zil çalıyor, bacak ve ciğerlerim isyan ediyordu. Durduk, bir şeyler atıştırdık, sırılsıklam olmuştuk. Yokuş devam ettiği için üstümüzü değiştirmenin bir yararı yoktu. Soğuk olduğu için çok beklemeden yollandık. Zaten dönemeçlerin başında ağaçlar bitmişti. Anadolu’da ağaçlar 2000 metreden yukarıda olmaz. Dönemeçlerden sonra kayalık zemin de bitmiş, toprak yol başlamıştı. Yokuşlar bitip düzlüğe geldiğimizde Uzungöl yolunu gördük, tabii böylece asfaltı da. Acele üstümüzü değiştirmemiz gerekiyordu. Soğuktu, rüzgâr vardı ve biz sırılsıklamdık. Yokuş tırmandığımız için de yağmurluk giymemiştik. Giyseydik terden dolayı içten de iyice ıslanacaktık.

Ferdi artık nasıl bildiyse “abi buralarda bir boş yapı olacak” deyince az sevinmedim doğrusu. O soğuk ve rüzgârda üst değiştirmek özellikle çok yorgunken sevimsizdi. Gerçekten de bir tesis yapmışlar yan yana dükkânlardan oluşan, tam bitmeden de işi bırakmışlar, harabe halde bizi bekliyordu. Bir odada üstümü değiştirip başka giysi kalmadığı için yağmurluk filan giydim. Çorabımı da değiştirdim, yaş ayakkabı ıslatmasın diye üstüne de poşet geçirdim. Çok geçeceğimiz geçitlerden ilkine gelmiştik: Soğanlı Geçidi (2330 m). Zirve tabelasının yanında fotoğraf çekip artık yokuş aşağı inişe geçtik.

Yol, başlangıçta çok eğimli, virajlı ve yer yer bozuktu. Arada Arap plakalı lüks araçlar yukarı çıkıyordu. Artık Anadolu platosundaydık. Neredeyse hiç ağaç yoktu. Uzaklarda gördüğümüz yeşil lekeler de yerleşim yerleriydi. Hemen hiç mola vermeden ve hep inerek Kılıçkaya, Çiğdemli ve Akbulut’u geçtik. Kılıçkaya’dan sonra dere yatağından inerken derenin karşı tarafında 8-10 kişi gördüm. O ıssızlık ortasında ilgimi çekti. Sonra yol kenarında üç araba fark ettim, dikkatli bakınca da oranın bir mezarlık olduğunu ve bir cenaze defnetmekte olduklarını anladım.

Bayburt’a yaklaştığımızda yol düzleşti. Artık karanlık çökmüş biz de ışıklarımızı yakmıştık. Ferdi’nin önerisiyle Bayburt’a çevre yolundan değil, soldan, eski yerleşim yerinden girdik. Meydandaki bir lokantaya oturduk. Çoğu bozuk yolda 3.500 metre tırmanmış ve 13 saattir yoldaydık. Ölü gibiydik ve çok açtık. Yemek sonrası çay geldi, ben rakı için çay bardağı unutmuştum, bardağın birini istedik garsondan, garson ikisini yıkayıp getirdi, birini geri verdik teşekkür ederek. 

Bayburt’un 3 km. dışındaki bir parkı önerdi Ferdi. Oraya gittik. Melih Gökçek yaptırmış, kocaman bir parktı. En sonundaki tuvalet ve mescit binasının arkasına çadırlarımızı kurduk, üstümüzü değiştirip, parkın piknik masasında çerezle, çay bardağında birer duble yorgunluk rakısı içip çadırlarımıza çekildik. 

 

3. Gün. BAYBURT-SADAK

65 km. Çıkış 615 m.

Deliksiz bir uykunun ardından sabah kalktığımda yorgunluğumu henüz atamadığımı fark ettim. Çadırları, giysilerimizi artık doğan güneşte kurusun diye sağa sola sererek kahvaltı yaptık. Ferdi de yorgunlukla ilgili bir şey söylemeyince, Bayburt’a doğru yola koyulduk. Hemen girişteki çeşmeden suluklarımızı doldurduk.

Gezi olayları sırasında eylem yapmayan tek ili geride bırakmıştık. Hava ve yol güzeldi. Sakin sakin pedallıyorduk. Fotoğraf çekilecek çok yer olmadığı için de Ferdi fotoğraf molası vermiyor, çoğunlukla sohbet ederek yol alıyorduk keyifle. Yokuşlarda önceki günün yorgunluğunu hissediyordum.

Ana yoldan Demiröz, Gökçedere, Sadak yoluna saptık. Haritada öyle planlamıştım. Ferdi Garmin’inde çizmiş, bizi yönlendiriyordu. Hâlbuki ana yol daha düzdü. Ama iyi ki buradan gelmişiz dedim sonra.

Uzun bir iniş ve yine aynı şekilde çıkış olan bir yerde ben yokuşu yarılamışken bir mikser kamyonu karşıdan gelen araba için benim arkamdan hız kesmek zorunda kaldı. Muhtemelen boşa takmıştı vitesi. Önce beni sıkıştırıp, yoldan çıkarmaya çalıştı, sonra önümde durdu. Şoför inip kavga edercesine, niye durmadığımı ona yol vermediğim gibi saçma ve cahilce üstüme yürüdü. Ben de bisikleti park edip cevabını verdim; kesinlikle kavga etmemek üzere ama son kertede kavgaya da hazır olarak. Sürücülerin neredeyse büyük çoğunluğu yasa gereği bisikletlinin de sağ şeritte motorlu taşıtlarla aynı hakka sahip olduğunu bilmiyor, böyle tatsızlıklar çok başımıza geliyor. Bunu anlatmaya çalışsam da adam dikelmeye devam ediyordu. Ferdi arkadan görünce hızlanmış, yanımıza gelince biz iki sporcu adam olunca, aslan şoför kediye döndü, aracına bindi gitti. Ferdi plakasını almış ama kime nerede şikâyet edecektik.

Ovamsı bir yerde Gökçedere’ye geldik. Hep yaptığımız gibi yanındaki kahveye ulaşmak için minareye doğru gittik. Cami köyün kenarında ve çevresinde de ne çınar ne kahve vardı. Döndük, bir yerde meydan ve bir kahve bulduk. Üç kişi oturmuşlardı. Biz de oturduk. Çayımızın parasını da Gebze’de fabrikada iş kazası geçirip kısmi sakat kalan işçi kardeşimiz ödedi. Kamp için çeşme başı veya dere sorduk. Bize Sadak’ı önerdiler. Yola koyulduk, ileride yol yükseltilmişti düzlek yerde. Solda, taş çeşmenin üst kısmını gördüm. İndim suyu da güzeldi. Yine yokuşlardan sonra, ileride bir gölün karşısında Sadak görünmüştü. Gölün bu tarafında yerleşik bir çadır baraka vardı. Gittik çay içtik. Bize 50 metre yukarıda gölün  kenarında çeşme olduğunu, yol üstünde gördüğümüz harabenin orada da çeşme olduğunu, ikisinde de rahat kalabileceğimiz söylediler. Gölün kenarına gittik. Bir dağum ağacı vardı ve bir güzel çeşme. Hemen çadırımız kurduk. Yemeği hazırlarken keşke bugün Bayburt’ta dinlenseydik dedim. Ferdi de “Abi ben de düşündüm, sen ses çıkarmadan hazırlanınca söylemedim” dedi.

Çocukluğumda yattığım odanın hemen altında bir çeşme vardı, onun sesini özlemiştim. Çadırımı da hemen çeşmenin dibine kurdum. Burası 1650 metre rakımlı bir yer. Gece çok soğuk oldu, uyku tulumuna girdim. Su sesi de o kadar çoktu ki gece oluğa bir sopa takıp sesi biraz azaltmak zorunda kaldım.

Bol üşümeli de olsa güzel bir uykunun ardından kalktık. O gün orada geçirmeye karar verdik. Kahvaltıdan sonra Ferdi köydeki kazısına yeni başlanmış Satala antik kazı yerleşimini görmeye gitti yürüyerek. Ben de matımı alarak yolun yukarısındaki harabeye gittim. Güzel bir yerdi, bakımsız elma ağaçları vardı, üstünde az da olsa elma. Biraz topladım.

Çadır kısmına dönüp ocak kahve malzemesini getirdim, çayımı içtim, kitap okudum. Ferdi’ye telefon edip bulabilirse gece çadırımıza sıcak su koymak için pet şişe getirmesini söyledim. Akşam yemek, sohbet, arada gelen koyun sürüsünü de izleyerek geçen akşamın ardından çadırlarımıza uyumaya çekildik.

 

4. Gün SADAK-KEMAH

105 km. Çıkış 1.350 metre

Sabah erken kalkıp kahvaltıdan sonra köye pedalladık. Kahve yolun solundaydı, insanlar sağda, duvarda filan oturuyorlardı. Biz de orada bir kenara iliştik, çünkü hava soğuktu ve kahvenin önü güneş almıyordu. Çaylarımızı içip kahvenin önündeki bisikletlerimizin başına gittik ben kahveciye para vermek için seslendim. Arkamdan gelen ses “Gardaş, bizi mi sınisin? Para verecektin gelmeyeydin” dedi. Teşekkür edip kamp yerimizden düz görünen yola vurduk. 

Kamp yerimizden görünen köyden sonraki yol, meğer hiç de düz değilmiş, hele sabah vücut daha ısınmamışken.

Yola başlarken varacağım yer için bir hedef koymuyorum, genel bir rota belirleyip, yorgunluğum ve yolda gördüğüm hoş kamp yeri belirliyor gideceğim mesafeyi. Marmara kıyılarındaki bir turda sabah yola çıktıktan sonra öğlen olmadan rastladığım çınar ormanı, dere ve çeşme, orada kamp kurmama yetmişti. Ferdi de bu konuda benimle birlikteyken böyle davranıyordu.

Rotamız Erzincan, Kemah idi. Yol beklentimden çok yokuşluydu, bir gün önce dinlenmemiz iyi olmuştu. Ahmediye Geçidi’nde (2105 m) çeşmesi, bankları, hatta tuvaleti bile olan geniş yerde Ferdi, orada bizi izleyenlerin şaşkın bakışları arasında Türk kahvesi pişirdi, doğrusu güzel de yapmıştı.

İnişten sonra Pelitsırtı Geçidi’ne tırmandık (1225 m). Dağdan Erzincan girişindeki Yalnızbağ ilçesinde mola verdik. Yolun sağıdaki lokantada beklemediğim kadar iyi ve ucuz fiyata karnımızı doyurduk. Hemen karşısındaki yeni yapılmış parkta kuruması için çadırımı sererek dinlenmeye çekildik.

Erzincan’a girmemeye, çevre yolundan geçmeye karar verdik. Çıkışa yakın yolu kısaltmak için Garmin’e bakarak ara yollara saptık. Tercih doğruydu, ama 5-6 km.lik yerde çakıl dökmüşlerdi, epey zorlanıp Kemah yoluna girdik. Niyetim Fırat yatağında kamp kurup 45-50 yıl sonra Fırat kenarında uyumaktı. Vadiye girdiğimiz anda tam bir askeri tahkimatla karşılaştık. Asker-polis yoktu. Bir süre sonra bir kontrol noktası daha derken, bir kısmında asker polisin olduğu, bir kısmında olmadığı vadide ilerledik. Bizi durdurmadılar ama bu vadide kamp kurmak, gece kontrol için rahatsız edilmeye davetiye çıkarmaktı. Kemah’a kadar vadi devam ettiği için Ferdi’ye sormadan kampı Kemah’a kurmanın en doğrusu olacağını düşünerek tempomu artırdım. Ferdi de aynı şeyi düşünmüş o da artırmıştı.

Vadinin genişlediği bir yerde düz giderken ileride yolun bir duvar gibi dikleştiğini gördüm. Uzaktan yokuşlar dik görünür ancak bu, sahiden kısa, ama zorla çıkacağım kadar dikti. Yaklaştığımızı sandığımızda ışıklarımızı yakmıştık. Vadinin Fırat kenarında iyice daraldığı yerde in-çık-dön, yol bitmiyordu. Kamp yeri yoktu ve biz de yorulmuştuk. Her yol biter, bu yol da bitmişti.

Kemah girişindeki barikatta polis bizi de durdurdu. GBT ve meraktanmış gibi sorgulamanın ardından, nerede kalacağımızı sordu. Biz uydu fotoğraflarından iki yer belirlemiştik, söyledik. Yerleşim kenarındaki koruluk tehlikeli olurmuş, ama nerede kurarsak kuralım ya kendisine ya da karakola yerimizi bildirmemizi istedi. Olur dedik tabii. Ama böyle bir bildirimin zaman içinde devlet aklında zorunlu izine dönüşeceğini bildiğimiz için söylemeyecektik tabii ki.

Sola dönerek yukarı kente doğru çıkarken, daha ilk dükkânlardan birinin kebapçı olduğunu gördüm; o saatte açıktı da üstelik. İçeri girip birer köfte söyledim, çorbanız da var mı diye sordum. Benim köftemden doyarsınız, çorbaya gerek yok yanıtını aldım.

Ben geldiğimiz yöne bakacak şekilde oturdum, Ferdi de karşıma. Sahiden köfte ve yanındaki yeşillikler doyurucuydu. Ferdi “Abi Öğretmen Evi’nde kalalım mı?” diye sordu, yukarı doğru bakarak. Sahiden de arkamda, sokağın üstünde tabelası görünüyordu.

Kapıdaki numarayı arayarak elemanı çağırdık. Tek boş olan süit odada duşumuzu alıp, uykuya çekildik.

 

5. Gün KEMAH-İLİÇ.

65 km. Çıkış 1790 metre

Köprüden geçip yokuşa vurduğumuzda sağımda iki keklik cırlayarak havalandı. 60’larda, ilk gençliğimdeki avcılık refleksiyle elimin hareketlendiğini fark ettim. İn-çık-in-çık, suyum bitmişti, acil bir çeşme bulmam gerekiyordu; aradığım, ilerde yokuşun dibindeydi. Düzlek bir yerde, bu sefer dört keklik hemen yanımdan havalandı. İleride bir vadi ve akan bir dere vardı. Öğlen molasını burada, ağaçların altında dere kenarında verdik.

Hoş bir yerdi, zaten yoldan hiç araç geçmiyordu. Yemeğimiz yedik, derenin karşısından arada keklik sesi duyuyordum. Ferdi derede bulaşık yıkamaya gittiğinde havalandılar. Sayıları ondan fazlaydı. İlk gençlik yıllarımda Ağın’da av arkadaşım Orhan’ı (Ercan) aradım, açmadı. Sonra yoldayken aradı.

Çok uzun ve oldukça dik bir yokuştan sonra, çok mola vermeme rağmen nefes nefese kalmıştım. Savaş Gediği Geçidi’ni (1630 m) de geride bıraktık. Yokuştan sonra en sevdiğim dik olmayan, ama uzun bir iniş başladı. Artık hedef İliç’ti. İnişin sonunda düzlük başladı. İki tarafta da bakımlı meyve bahçeleri vardı.

Meyve bahçelerinin sonunda, yolun sol yanında, askerlik dönüşü orada geçirdiği trafik kazasında ölen bir delikanlıya ailesinin yaptırdığı, ciddi bir anıt mezar vardı, tabii çeşme de.

Artık arada İliç’in girişindeki maden ocağı gibi bir yeri ve çevresinde büyük yapıları görüyorduk. Köprüyü geçip ilçeye yürüyerek çıktık.

Belediyenin önünde oturan esnafa yemek ve kamp yeri sorduk. Yemeği karşıdaki ciğercide yememizi önerdiler. Kampı da yolun sonundaki çeşmeden sağa dönünce göreceğimiz parkta kurabilirdik. Ciğer hem güzel değildi hem de turistik bir kazık yedik.

Sabah ve öğlen yiyeceklerimizi alıp, tarif ettikleri çeşmeden sağa döndük. Karşımıza çıkan yeşilliğin altına çadırlarımızı kurduk. Orada, basitçe birbirine iliştirilmiş tahta masa ve sandalye gibi şeyler de vardı.

Sabah kalktığımda fark ettim ki biz, tarif edilen parka değil, onun hemen önünde yapılan spor salonunun şantiye binasının önündeki ağaçların altına kamp kurmuşuz.

 

6. Gün İLİÇ-KEMALİYE (EĞİN)

55 km. Çıkış 1850 metre

İnşaat işçilerinin kalıp tahtasından çaktığı masa ve sandalyede kahvaltımız yaptık. Rotayı ilk planladığımda Eğin’e (Kemaliye) Fırat’ın sağından gidip, Karanlık Kanyonu boydan boya geçerek gitmeyi düşünmüştüm. Daha sonra Fırat’ın solundan yeni bir yol yapıldığını, kanyondan geçen yolun artık neredeyse kullanılamaz halde olduğunu öğrenince, rotayı buraya çevirmiştim. Ferdi eski rotada ısrar ediyordu. O da sonunda fikrini değiştirdi. Karanlık Kanyon’un girişine kadar gidip, oradan kanyona girecektik.

Bu yeni yol gerçekten çok dik ve uzundu. Hani deyim yerindeyse bıktırıcıydı. Bir ara yokuşun bitmesini o kadar istiyordum ki, yola değil önüme bakarak sağdan pedallamaya başladım. Önüme bakarak ilerlerken bir ara yol çıkılamayacak kadar dikleşmişti. Kafamı kaldırdığımda sağa dik dönen bir virajın içinde buldum kendimi. Halbuki burada yolun solundan, açıktan alarak dönmem gerekirdi. Bu hem güvenlik için hem viraj içindeki diklikten kurtulmak için gerekliydi. İnmek zorunda kaldım, yolun karşısına geçip, su molası verdim.  Gerçekten çok büyük hafriyatlar yaparak bu yolu açmışlar. Yolun solunda yeni yapılmış çeşmede suluklarımızı doldurup, kahvelerimizi içtik. Az sonra da Çimento Geçidi’ne (1500 m) vardık. Bir süre sonra o çıktığımız yokuşun inişine geldik. Sağda bir ağaç ve yanında iki metre boyunda, tenekeden bir minare ve ona uygun bir cami vardı. Yanında da suyu damlayan bir çeşme. İlk defa Ferdi’ye fotoğrafımı çektirdim.


Fırat yatağına ilk tünelden sonra köprüyü geçip sağa, Karanlık Kanyon’a yöneldik. Yol çok çetindi; yüklü olarak gitmek neredeyse olanaksızdı, biz de oldukça yorulmuştuk. Üç tünel geçip bir genişlik bulunca mola verdik. Benim aklımdan geçen üç tünel daha geçip geri dönmekti; zaten sonuna kadar gitmemiz olanaksızdı, gereği de yoktu. Geçtiğimiz üç tünel bile neredeyse birbirinin benzeriydi. Dinlenirken Ferdi eşyalarını bırakıp gitmeyi, o geldikten sonra benim gitmemi teklif etti. Bir ara benim de aklıma gelmişti eşyaları bırakıp devam etmek. Buraları biliyordum, bir şey olmazdı, ama Ferdi bu konularda çok titizdi. Teklifini hemen kabul ettim,  yarım saat gidip yarım saatte de dönersen bana da zaman kalır dedim. Bir saat olmadan döndü. Ben o arada devam etmemeye karar verdim.


Eğin’e girişte bizi çeşmeler karşıladı. Yukarı çıkıp solda ağaçların altında çay bahçesine oturduk. Çay da güzeldi. Kalktık, taksi durağında kamp kurabileceğimiz bir yer sorduk. “Ağın’a doğru, iki km sonra aşağıya inen bir yol var başında kamp yerinin tabelasını görürsünüz” deyip bir de kamp yerinin oldukça ucuz fiyat tarifesini söylediler. Yiyeceklerimizi aldık, tabeladan aşağıya, iyice Fırat yatağına inip devam ettik. Kampı bulduk, mevsim dışı olduğu için metruk haldeydi. Sahibini gördük tesadüfen, fiyat sorduk, bize söylenenin üç katı, çok uçuk bir rakam söyledi. 

Kamp yerlerinde hep anlattığımız gibi, biz küçük bir alanda çadır kurup, sabah erken gideceğiz, normal kampçı değiliz, dedikse de ısrarcı oldu. Yolumuza devam ettik. Artık göl olan Fırat yatağı solumuzda olmak üzere kamp yeri bakıp kıvrılarak gittik, güzel de bir yer bulduk. Çadırlarımızı kurduk, kıymalı makarna pişirip yedik, uykuya çekildik.

7. Gün. KEMALİYE (EĞİN) - AĞIN

65 km. Çıkış 1675 metre

Sabah güzel bir kahvaltının ardından geri dönmemek için Ferdi Garmin’den, gideceğimiz yöne devam eden yol buldu takdir ettiğim becerisiyle. Gürül gürül akan çeşmelerden geçip çoğunlukla yürüyerek tırmanmaya başladık. Sorduğumuz iki ayrı kişi, “oradan yol yok çıkmazsınız, geri dönün” dediği halde, biri çok eski bir patikadan geçerek yola çıktık. Teknolojiyi kullanmak bazen böyle iyi oluyor.

Biri çocukluğumda, biri 30 yıl önce Eğin’e gitmiştim. Aklımda kalan Dutbeli Geçidi’ndeki yokuş ve Arapkir sapağından sonra Ağın’a kadar neredeyse düz olduğuydu. Çok yanıldığımı anladım.

İlk molamız Ergü köyündeydi. Yol kenarındaki çay bahçesinde güzel bir yerde o kadar da güzel insanlarla çay içtik. Kahveci de, orada mola veren karayolları ekibi de Dutbeli rampasını çıkamayacağımızı söyledi. Genellikle bisiklet kullanmayan insanların yokuş konusunda sözlerini dikkate almayacak kadar deneyliydim. Gerekirse yürüyecektik artık. Solumuzda Fırat yatağındaki Keban baraj gölü, kıvrıla kıvrıla gidiyoruz keyifle. Çeşme olan bir yerde mola verip kahvemizi içtik, Dutbeline yaklaşmıştık.

Başlangıcı düz olan yokuşa başladığımda gerçekten de çıkamayacağımız kanısına vardım önce. İlk sağa dönüşte hem enerjimi idareli kullanmak hem de soldan gittiğimden yoldaki mıcır kaydırdığı için mıcırı geçip kısa mola verdim.

Burada tur notlarına ara verip bugünkü yolların yapılışının anlatmak istiyorum.

Patikadan asfalta

Tarih boyunca tüm canlılar suya, gıdaya ulaşmak için bir yerlere gittiler, bunlar da buralarda patikalar oluşturdu. İnsanlar da çoğu hayvanların kullandığı bu patikaları kullanarak ihtiyaçlarına göre kendi patikalarını oluşturdular. Yerleşik yaşama geçtikten sonra, yerleşim yerleri arasında yeni patikalar oluştu. Böylece toplumların ilk belleği patikalar oldu. Bilgisayar belleği de aynı yöntemi kullanır denir. Sonra hayvanların evcilleştirilmesiyle patikalar biraz gelişti, kağnı, at arabası biraz daha genişletti. Ama hep eski patika üzerinde gelişti. Sonra motorlu taşıtlarla birlikte daha da gelişti. Anadolu’daki birçok asfalt yol yüzyıllar, belki de binyıllar öncesinin patikaları üzerine inşa edildi. Biz bu yollarda bisikletlerimizle çok zorlanıyoruz. İş makinelerinin yaygınlaşması ile bu patikalar genişletilirken, yerleşimlerin gelişmişliklerin göre de planlamayla mühendislerin çizdiği yollar yapıldı. Bunlar bilimsel değerlere uyduğu, iş makinelerinin olağanüstü gücü de hesaba katıldığından dönemeç açıları, rampa diklileri belirli değerler içeriyor. Bu rampalar başlangıçları ile bitişleri ne kadar farklı olursa olsun bizi yormuyor.

Dutbeli rampası da mühendis çizimi ve iş makinesiyle yapıldığı için rahatlıkla çıkmamızı sağladı. Derebaşı Virajları belki mühendis planlaması olsa bile doğası ve yapıldığı yıl gereği kol gücüyle yapıldığından çok zorluydu.

Dutluca Geçidi’ne (1230 m) çıktığımızda su molası verip, durum değerlendirmesi yaptık. Oyalanıp Ağın’a gece girecektik.

Ablalarım Ankara’dan iki gün önce Ağın’a gitmiş, yıllardır kullanılmayan baba evini açmışlar. Biz yoldayken arayıp söylemişlerdi. Gürhan (Gündüz) ve Alaattin (Yazıcı) de Ağın’daydı. Çok yıllar olmuştu doğduğum topraklara gitmeyeli, tanıdıklarımın çoğu artık anılarımdaydı, gençler beni tanımaz, yaşıtlarımın ise yine çoğu büyük kentlerdeydi. Benim için zor bir seyahat olacaktı, ellerini öpmeye gideceğim büyüklerim beni çok üzecekti.

Daha öğlen olmamıştı, tahminime göre 2-3 saatlik yolumuz kalmıştı, nasılsa sapaktan sonra Ağın’a kadar yolu düz sanıyordum. Ağın’a üst baştan girip bizim evin olduğu alt başa kadar gündüz gözü gitmemeye karar vermiştim, gösteri yapar gibi girmek istemiyordum. İlk çeşme başında yemek, istirahat ve oyalanma molası verdik. Yemekten sonra Ferdi bir ağacın, ben bir başka ağacın altına matlarımızı serip uzandık.

Ağın yoluna döndüğümüzden sonra bir araç geçip ileride durdu. Çocukluk arkadaşım Osman (Kılıç) Arapkir’den geliyormuş, geldiğimi Kemah’tan sonra öten keklikler için aradığım Orhan söylemiş. Sarıldık, iki laf edip fotoğraf çekildikten sonra anlayışlı olduğu için bizi ayaküstü oyalamadı, nasılsa görüşecektik.

Karanlığın basmasına daha çok olduğu için bir yol kenarında bir bekleme molası daha verdik. Ablalarım arıyordu, merak etmeye başlamışlardı, yola koyulduk. Karanlık çökmeye başlamıştı zaten, yola çıkar çıkmaz, yol hakkında yanıldığımı hemen anlamıştım; çok iniş çıkış vardı, oldukça gecikecektik. Ön ve arka ışıklarımızı yakmıştık, süratle pedal çeviriyorduk. İyice yaklaştığımızda büyük bir koyun sürüsünün içinde gittik bir süre. Arkadan bir araba Ferdi’nin yanında gitti bir süre, sürü bitince de bizi geçtiler. Orhan ve Onur’muş, Ferdi’yi ben sanmışlar karanlıkta, seslenmişler, bizi karşılamak istemişler.

Eve geldiğimizde ablalarım sofrayı hazırlamış, kapıdaki çeşme başında bizi bekliyorlardı. Bisikletlerimizi avluya aldık. Hem üst baş değişelim, hem misafirin yatacağı yeri seçelim diye eve girdik. Benim yerim çocukluğumda, gençliğimde yattığım çeşmenin hemen üstünde,  çeşmenin sesiyle uyuduğum odaydı. Bunun hayalini kurmuştum Eğin’de. Yukarı çıktık, Ferdi o odayı görüp “Ben burada yatabilirim” deyince, bana da zaman zaman yattığım başka bir oda kaldı. Yerleşip, giyeceklerimizi alarak banyo yaptık. İyice kirlenen çamaşırlarımız da makineyi boyladı. Yemek sırasında gelenlerle biraz muhabbet edip uykunun deliksizi için odalarımıza çekildik.

Sabah erken kalkıp babamın, ağabeyimin, birçok büyüğümün yattığı mezarlığa gittim. Oradan çocukluğumun, ilk gençliğimin geçtiği Üçdutlar’a, oradan mezarlığın başına gidip Ağın’ı tepeden izledim. Yolda gördüğüm birkaç kişi bana yabancı, ben onlara yabancıydım. Eve geldiğimde kahvaltı hazırdı.

Kahvaltı sonrasında benim çocukluğumu yaşayan büyükleri sordum. İki elin parmaklarından azdı, yaşları 90’ların üstündeydi. Kaldığım bir günde hepsine ziyarete gittim, ellerini öptüm, hepsi de tanıdı beni. Ama en az 40 sene önceki durumları aklımda kaldığı için de çok üzüldüm, hepsi de bakımlı ve şartlarına göre sağlıklı olmalarına rağmen.

Alaatin’in önce üzüm bağına sonra bademliklerine gittik. Gürhan’ın evinde mola verdik. Ertesi gün yola çıkacağımız için ton balığı vs. aldık. Akşam da evde fırında pişmiş balık vardı, gırtlağımıza kadar yedik, nasılsa bir hafta on gün bunları göremeyecektik.

Yaşıtlarım ve tanıdıklarım yemek sonrasında ziyarete gelmişti, kalabalık olduk, muhabbet ettik. Benim onlardan öğreneceklerim bitince, beklediğim gibi bu kadar yolu bisikletle nasıl gelebildiğimizi de merak etmişlerdi, bilgiçlik de olsa anlatmaya çalıştık. Heybelerimizi yerleştirip odalarımıza çekildik.

Uykuya teslim olmadan, bu tura birlikte çıkmayı düşündüğüm ama işleri yüzünden katılamayan arkadaşlarım Kuvvet ile Haşim’in kulaklarını çınlattım. Ağın’ı, ailemi, arkadaşlarımı yıllarca ağzımdan dinlemişlerdi. Keşke şahsen de görmek ve tanışmak fırsatları olsaydı…


8. Gün AĞIN-MALATYA

114 km Çıkış 1510 metre

Sabahın köründe kalktığımızda ablalarım kahvaltıyı hazırlamışlardı. Vedalaşıp, saat tam yedide bizi karşıladıkları evin önünden yola koyulduk. O bir günlük duygularımı burada anlatmam mümkün olmayacağım için yazmıyorum, zaten turu kesip Ağın’a yaklaştığımdan beri bunları anlattım, turla doğrudan ilgisi olmadığı halde, kendimi tutamadan.

Çıkıştaki benzincide lastik havalarını kontrol edip, göl kenarındaki Alaattin’in bağına girip alabildiğimiz kadar üzüm aldık. Sonra Türkiye’nin, hatta alanında dünyanın sayılı köprülerinden olan Karamağara Köprüsü’nü geçip yokuşa vurduk. Yol güzeldi, araç neredeyse yok denecek kadar azdı. İlk molamızı bir çeşme başında verdik. Sonra Ağın yolunu kesen Keban, Elazığ – Arapkir -Malatya sapağından direkt karşıya, Malatya’ya doğru pedal çevirdik. İlk uzun molamızı Deregezen’de verdik. Önceden ağaçsız, çok ıssız bir yerdi, şimdi yol kenarında yeşillikler ve birkaç dükkânı olan bir yer olmuş. Etrafta in cin top oynarken,  bisikletlerimizin dükkânını kapattığını söyleyen densizin sözünü dinledik Ferdi’yle gülümseyerek. Hırt, her yerde hırt; hiç değişmiyor.

Öğlen olmuştu, Arguvan sapağını geçtikten sonra, çeşmesi de olan benzincide mola verdik. Etrafında ağaçlar vardı, bir kısmının altı çimdi. Yemek yedikten sonra istirahata çekildik. Zincir ayarım bozulmuştu, düzeltip yola çıktık.

Niyetimiz Malatya’da kamp kurmaktı. Ferdi’nin arka jantı sorun çıkarıyordu, onu da yaptırmak istiyorduk. Ferdi’nin internetten tanıdığı, hem bisikletçi hem satıcı olan Muko Mustafa Ekici ile temas kurup, gece vakti sevimsiz trafikte sürerek, zorla dükkânı bulduk. Bizi çok iyi karşıladı, jant tamir edildi. Muko,  akşam yemeği için de lahmacun ısmarladı, birlikte yedik. Kamp için bizim de yolumuzun üstünde olan parkı önerdi. Daha önce buralara tur düzenlediklerinden, ertesi gün için de Şiro Çayı’nda bir yer önerdi. “Nemrut’tan Adıyaman tarafına inerken 250 basamaklı merdiveni heybeleri ayrı, bisikleti ayrı indirin” diye de uyardı. Elazığ yolunda gidip parkı bulduk.

Büyük bir parktı, alt kısmında insanlar vardı, biz üst kısımlarda bir yere çadırlarımızı kurduk.

 

9. Gün MALATYA – ŞİRO ÇAYI

53 km. Çıkış 1165 metre

Sabahın köründe kulağımın dibinde bir fışırtıyla uyandım. Parkın otomatik sulama sistemi harekete geçmiş, dört yönden bizi suluyordu. Fıskiyelerin üstünü feçici olarak bir şeylerle kapadık.

Her ikimizin de ocak tüpü bitmişti. Kahvaltıdan sonra Ferdi 5 km. gerideki Malatya’ya gidip, tüp bakmaya gönüllü oldu. O gidince ben çadırları yeni doğan güneşe serdim. Dükkânlar henüz kapalı olduğundan, kullandığımız tüpten bakamamış, bir marketten çakmak gazı tüpü almış beş tane. Ondan kendi tüpümüze aktarma yapabiliyorduk. Tek sakıncası kalorisinin düşük olmasıydı.

Bu rota, deyim yerindeyse hep yokuşlardan ve dağ geçitlerinden oluşuyordu. Farkındaysan bundan çok sık bahsediyorum, çünkü hep bunlar önümüzdeydi.

Bir yokuşun sonuna doğru, kıracın ortasında, yolun sağında birkaç ağaç ve taş bir bağ evi gördük. Ağaç varsa su vardır deyip durduk. Gerçekten de hem su hem gölgelik, güzel bir düzlük vardı. Yaşanan bir yer gibiydi üstelik. Ferdi, yemeğimizi yedikten sonra Türk kahvesi pişirdi. O arada epeyce yaşlı biri geldi. Burası onunmuş, her gün köyden buraya gelip meyve ağacı dikip buralara bakıyormuş. Çok konuşkan değildi, kulübenin yanında bir yere çekildi sonra.

Yol yapımı vardı, hafriyat kamyonları geçiyordu. Bunları bitirdiğimizde Kubbe Geçidi’ne (1930 m) vardık. Artık çoğunlukla iniş diye umuyordum.

Muko Mustafa, “Şiro Çayı’nda köprüyü geçin, güzel bir düzlük var. Kampı oraya kurarsınız”  demişti. Bunu söylerken, köprüyü geçmeden devam edin demediği için, Ferdi de mutlaka orayı bulacağım diye ısrar etti; buldu da. Çadırları çay yatağına kurmuştuk, ama yer çok genişti ve yerimiz otlak olduğu için su basan bir yer değildi. Gece bir ara yağmur yağdı kısa süreliğine, bu beni teyakkuza geçirdi doğal olarak.

 10. Gün. ŞİRO ÇAYI – NEMRUT

43 km. Çıkış 1375 metre

Kahvaltı sonrasında biraz uykusuz halde yokuşlara vurdum. Muhtemelen Nemrut’tan sonra geçit, zirve yoktu; git gidebildiğin yollardı. Ama bugün en zorlusuydu ve bilmediğim bir dağ vardı.

İlk molamızı Tepehan mesire yerinde verdik. Tepehan yakınındaki bakkaldan yiyecek ihtiyacımızı giderdik, biraz dinlendik. Yol bir vadiden geçiyordu, arada küçük yerleşimlerg geride bıraktık. Birini tam geçmiştik ki bir araba önümüzde durdu, sürücüsü indi. Bizi yolda görmüş, aşure getirmiş. Aşureyi de çok severim hani. Bu da fena değildi. Gerçi o şartlarda ne olsa beğenirdim. İnsanlar bu topraklarda hep varlar, karşımıza Anadolu’da daha çok çıkıyor.

Büyüköz’e geldiğimizde iyice yorulmuştuk, saat daha çok erken olsa da bu köyde konaklayıp dağa yarın çıkmak iyi olacaktı. Nemrut’un eteğindeki son köy Büyüköz’e girişte sağı gösteren tabelada Adıyaman 75 km yazıyordu, Nermrut’un etrafından dolanarak vadiden, düz yoldan gidiyor. Biz ise ucu bile görünmeyen kuru, sevimsiz, kayalık dağa çıkacaktık. Köy kayaların üzerine kurulmuş, bayır olduğu için de evler dağınıktı. Böyle yerlerde çadırlık düz bir yer bulmak zor olduğu için tek çare okul, yoksa cami bahçesine kamp kuruyoruz. Okulla cami yan yanaydı, ya da üst üste. Okul bahçesi de ancak 15-20 metrekarelik üç beton terastan oluşuyordu. Ben hemen geceden ıslanan çadırı kuruması için serdim.

Ferdi heybelerine hiç ellememişti. Önce “Abi gel, biz aşağıdan Adıyaman’a gidelim” dedi. Bu turun üç ayağının sonuncusu olduğunu, rotamızın da zaten bu olduğunu söyleyerek kabul etmedim teklifini. Sonra “Bagajlarımı bırakıp gidip geleyim, yarın da sen git gel, sonra aşağıdan gideriz” dedi bir süre sonra. Bunu da aynı gerekçeyle kabul etmedim. Ben çadırla uğraşırken “Abi sana iyi turlar” deyip köye aşağı gitti, beni bir başıma bıraktı.

İki mataram toplam 1,5 litre su alıyordu, yola göre yiyeceğim de yok denecek kadar azdı. Bekledim biraz, dağdan da gelen giden yoktu, ıssız bir yerdi burası.

Köyü dolaştım, in yok cin yok. Evlerin arasından, taşların içinde dolaştım. Evlerin hepsi kapalıydı ve insan yoktu; korku filmlerindeki gibiydi. Geldim çadırımın olduğu yere. Yiyeceğim azdı, ama suyumu yedeklemem önemliydi. Köyden pet şişe bulma şansım yoktu. Caminin etrafına baktım, çeşme yok. Camide mutlaka vardır deyip bir kayanın arkasında buldum muslukları.

İkinci Dünya Savaşı’nı konu eden bir kitapta okumuştum. İnsanlar çaresiz kalınca çözüm buluyorlarmış, hatta icatların bir kısmı da böyleymiş. Benimki de o hesap. O dağda su bulamayacağımı biliyordum, üstelik yaklaşık 10 km. yolda 1.250 metre tırmanacaktım. Yiyecek olmasa da su olmazsa olmazımdı. Heybenin dış gözüne koyduğum market poşetleri vardı, iki de kuruyemiş poşeti. Bunları yaklaşık yarımşar litre doldurarak, patlarsa diye de ikinci poşete geçirip, heybenin altında ıslanırsa sorun olmayacak eşyaların olduğu gözlere koydum. Kullanırken de poşetin ucunu delip matarama doldurarak içecektim.

Ne vardı bu kayanın tepesine anıt yapcak, git düzlek bir yere, mesela Konya ovasına yapsana ne yapacaksan bre Nemrut! Kötü bir yol ve bakımsız, tepeye üç km kala ilkel bir otopark bariyeri gibi bir bariyer. Burası da köy gibi ıssız. Görevli de tesadüfen gördü beni. 25 liraymış. Doğrusu Malatya’da para çekmeye zaman bulamamıştım. Yanımdaki de neredeyse bu kadardı. Müze kart sordu, yok dedim, bisikletçi lisansı veya dağcı lisansımın olduğunu söyledim, geçersizmiş. O ara nereden aklıma geldiyse 65 yaş dedim. Kimliğimi istedi, önce kimliğe sonra yüzüme baktı “70! Helal olsun, git yolun açık olsun” deyip saygıyla uğurladı. Heykellerin orada çadır kurabilir miyim dediğimde de “Kurabilirsin, ama kurma. Çok soğuk olur, aşağıda kafeteryada kalırsın” dedi.

Burası nasıl antik bir yol, bakımsız, ilgisiz, terk edilmiş gibi. Üstelik anıtın UNESCO’nun dünya mirası listesine alındığını biliyordum. Bisikleti iterek, bazen neredeyse sırtlayarak taşların üstünden geçirip anıtın olduğu yere çıktığımda şaşırdım doğrusu. Son derece bakımlı, yürüme yerleri ahşap yol yapılmış, heykeller geçilmesin diye sicimlerle çevrilmişti. 50-60 kişi vardı. Bir rehber de anlatıyordu. Hiç yapmadığım bir şey yaptım, birinden fotoğrafımı  çekmesini rica ettim. Bir görevliye yine “Burada kalabilir miyim?” dedim, aynı yanıtı aldım. Anlaşılan Nemrut Bey’le koyun koyuna yatamayacaktık.

Niyetim, burada güneşi batırıp, sabah da doğuşunu izlemekti, ama bulut güneşi kapatmıştı. Şimdi sırada aşağıya inişteki 250 basamaklı merdiven vardı. Ankaralı üç kardeş, ben yardım istemeden, biri sağ gidonu öteki arka bagajı biri de bağlantısı çözülen heybeyi sırtladı, ben de sol gidonu tuttum keyifle aşağıya indik.

Malatya tarafı bakımsız anlaşılan, burası hiç kullanılmıyor, asıl kullanılan yer Adıyaman tarafı. Merdivenlerin sonunda birer odadan oluşan 8-10 yapı vardı, belki hiç kullanılmamış ama bitmiş, kapıları kilitli. Herhalde kafeterya dedikleri yer önceden buradaymış. Daha sonra 1,5 km aşağıda yenisini yapınca burası metruk kalmış. Buraya görevli minibüsler sadece kafeteryadan turistleri getirip bekliyor, sonra da alıp aşağıya indiriyordu. Dağın bu noktasına özel araçlar çıkamıyordu.

Minibüs şoförleri de kamp yeri için “Burada bile çok soğuk olur, kafeteryanın orası kuytudur orada sana yer gösterirler” dedi. Ağzıma bir şeyler atıp, aşağıya pedalladım. Bir metrelik duvarın iki tarafına yapılan ahşap merdiveni bisikletimi sırtlayarak geçtim. “Güvenlik kulübesinin ardından dolaş, kafeteryanın altında çadır kurabilirsin” dediler. Kafeterya iki katlı, her katı yaklaşık 500 metrekarelik yeni bir yapıydı. Etrafı dönüp çok büyük balkon gibi olan yerin altına geldim, zemin çadır kurmak için kötüydü. Ama alt katın büyük bir girişi vardı henüz kapısı yoktu, oraya girdim. Son aşamaya gelmiş bir kattı burası, elektrikçilerin atıkları ortalıkta duruyordu. Binanın orta kısmı yukarıyla geniş bir açıklıkla ve geniş bir merdivenle bağlantılıydı. Köşede bir yere ortalıktan topladığım koli parçalarını serip, çadırımı üstüne kurdum.

İçerisi, hem rüzgâr almadığından hem de muhtemelen yanan kalorifer yüzünden sıcaktı. Ben de çadırımı üst katmanını örtmeden kurup, neredeyse aç karnına yattım. Hemen de uyumuşum. Uyandım, üşümüşüm, çadırın üstünü örtüp, içlik giydim. Uykudan yine üşüyerek uyandım. En son sabaha karşı termal battaniye de uyku tulumumun üstündeydi ve ben sabaha kadar donmuştum.

 

11. Gün. NEMRUT – ADIYAMAN

75 km. Çıkış 1.150 metre.

Sabah elimde kalan son kırıntıları çadırı toplamadan yedim. Çadırı toplarken güvenlik görevlisi geldi, “Buraya kurdun çadırını, eyi de ettin” dedi, sohbet edecek halim yoktu. O da biraz bekleyip gitti. Yukarı çıkıp tuvalete gittim, yüzümü yıkadım, iki bardak çay içtim, keyfim yerine geldi. Bu üşüme uyanma, üstüme bir şeyler örtüp bunu birkaç kere tekrar etmem yüzünden, sabah gün doğumunu buradan seyretme niyetimi de aklımdan uçurmuştu. Çay bunu anımsattıysa da hava yine kapalıydı.

Kesme taş yoldan keyifle inerken sapak geldi önüme. Bir yol düz bir yol sağa dönüyordu. Bölgenin çevrimdışı haritalarını cep telefonumum belleğine yüklemediğim için haritaya bakmam olanaksızdı. Bir dahaki turlarımda ilk işim, çevrimdışında da görebileceğim haritaları telefonuma yüklemek olacak. Biraz oyalandım ama biliyordum gelen giden olmayacağını sabahın köründe. Kendi belleğime güvenerek sağ yola girdim. Hep ama hep yokuş iniyordum bakımlı kesme taş yolda. Dağ denen de kayalardan ibaretti.

Bir ören yeri tabelası gördüm ama mesafesini bilmediğim için aldırmadım. Hem bu saatte büfe filan olmayabilirdi. Sonra Kocahisar tabelası ve köprüsüne geldim. Tarihi köprüyü çok duymuştum, çok muhteşem görüntüsü vardı. Yeni yol bu köprünün yanından geçiyordu. Çok biçimsiz bir çıkışa geldim. Kısa aralarla çok dik ve düz bir yokuştu. Yokuş çok dik olduğu için zorluyor ama kısa olduğu için çıkılıyordu. Son yokuşu, aç karnına kaslarımı da

hırpalamamak adına yürüyerek çıktım. Yoldan geçen biri camcı kamyoneti iki araç sürücüsü götürmeyi teklif etti, teşekkür edip savdım başımdan. Sonra Nemrut dönemi bir yapının yanından geçip artık düzleşen yolda Kahta’ya girdim.

İlk iş olarak para çekmeye giderken yoldaki esnafa lokanta sordum. Hepsi de önce geçtiğim lokantayı önerdi. Bir kelle paça, ardından yarım kelle paça, bir köfte ve piyaz açlığımı ancak bastırdı. Tatlıya da zorla hayır dedim.

Adıyaman yoluna dönerken köşedeki kahvenin önündeki kalabalığın arasında, henüz Covid 19 olmadığı için oturdum. Birkaç çay içtim. Adıyaman Öğretmen Evi’ne telefon ettim. Yer yokmuş. Bisikletle geliyorum, önereceğiniz bir pansiyon veya otel var mı diye sorunca, gel bir şey yaparız dedi karşımdaki görevli. Bisiklet, bisikletli sevgisi bir kere daha bir kapıyı açmıştı.

Yolda onlarca kavun satıcısı vardı. Bir kamyonetin arkasında durdum. “En küçük kavunu kes nasılsa hepsini yiyemeyeceğim” deyince, beni kamyonetin arkasına götürdü. Daha önce kestiği bir kavunu önüme koydu. Muhabbet ettik uzun uzun. Suluklarımı da onun soğuk termosundan doldurdum. Ben kavunu yerken aralıklarla iki araba durup kavun aldı. Kavuncu, “Abi ayağın uğurlu geldi hiç peş peşe satış yapmamıştım, zaten sabahtan beri neredeyse boş bekliyoruz hepimiz” dedi. Ben bunu geçenlerin gördüğü bisiklete yordum ama bir şey söylemedim.

Adıyaman’a siyasi örgütlenme için 1978 de gelmiştim bir kere. Merak ediyordum, acaba bir yeri anımsayabilecek miyim diye. Her yer yabancıydı. Öğretmen Evi’nde tahmin ettiğim gibi iyi karşılandım. Görevli, üç yataklı yeri bir yatak fiyatına ve memur emeklisi fiyatına verdi bana hiçbir şey sormadan. Küçük girişin geri kalanı lokantaydı. Yan tarafında büyük bir çay bahçesi vardı. “Bisikleti oraya koy bir şey olmaz” dedi. Ben yine de dipte bir zula bulup oraya koydum bisikletimi.

Önce banyo, sonra aşağıya inip ertesi gün için yiyecek aramaya çıktım. Biraz da dolaştım etrafı. Tüp yoktu, artık sabah sıcak bir şeyler yiyip içemeyecektim. Güneş panelim arka bagajda, telefon gidonda olduğu için uzun bir uzatma kablosu aldım. Çok büyük, toptancı benzeri bir yerden yumurta dahil tüm ihtiyaçlarımı giderdim. Dönerken evin alt sokağındaki künefecide de bir künefe yedim. Yumurtaları öğretmen evinin altındaki lokantada yemek yerken pişirttim. Çok erken yola çıkacağım için çay bahçesi kapıları kapalı olabilirdi, sordum. Yukarı kapıyı içerden şöyle açabilirsin dedi öğretmen evindeki değişen görevli. Sonra çay bahçesinde bir çay ve maden suyu içtikten sonra, uyku gözümden akarken bir duş daha alıp yatağıma uzandım.

 

12. Gün. ADIYAMAN – PAZARCIK

115 Km. Çıkış 1440 metre

Sabah erken kahvaltımı odamda yapıp sıcak bir çayı yola bırakarak indim. Sokaklar boştu, caddeye çıkıp bir süre gittikten sonra, sağ yanda Hükümet Konağı’nı gördüm sağda. 1978’de buraya gelmiş, vali yardımcısı arkadaşımı ziyaret etmiştim. Bina aynıydı, hiç değişmemiş gibiydi. Zaten tek tanıdığım yer de burası oldu Adıyaman’da. Çok keyifli bir günümdeydim, keyifle pedallıyor, rampaları keyifle çıkıyordum. Biraz zaman geçsin nasılsa bir köye rastlar çay da içerdim bu keyfimin üstüne. Suyum bitti, çeşme bakınıyordum, ama yoktu. Bir yokuşu hızla inerken sağda bir çeşmeyi son anda fark ettim, geçtiğim için de dönmedim. Biraz sonra Şanlıurfa sapağı vardı. Yolun sağında da bir baraka ve üç kişi oturuyordu. Girdim. Biri kız iki öğrenci araba bekliyordu. Bir bardak çay söyledim, çok kötüydü, ikinciyi söylemedim.

Tut ilçesi sapağının hemen solunda bir köy vardı, yolun kenarındaki okulun yanında da cami. Girdim, camiden su alırken okul bahçesi duvarının öte tarafında “Gel okuldan al su, hem semaverde çay demledik içersin” dedi öğretmen.

Bahçede 11 öğrenci oyun oynuyorlardı. Duvar dibindeki ağacın altında da caminin hocası, bardaklarımıza tüp gaz ocağının üstündeki demlikten çay koydu. Çocuklar bisikletin etrafını sardılar. Öğretmen çok sevecen bir üslupla bisikleti ellememelerini söyledi çocuklara. Ben kalktım ne merak ediyorsanız sorun dedim. Bir bisiklette çocukların merak edecek şeyi ne çok şey varmış! Sohbet ederken dört çay içmiştim, kalkmak istedim, bırakmadılar. “Senin için semaver demledik” dedi ikisi birden. Bir buçuk saat sonra ancak vedalaşabildim.

Yemek molasını Gölbaşı’nda verecektim. İniş çıkışlı, ama buraya kadar geçtiğim geçitleri düşününce oyun gibiydi. Vites sorun yaratıyordu, Malatya yolunda küçük tornavidayla iyi sıkamamıştım anlaşılan. Girişte hemen solda tamir atölyeleri vardı, birinin önünde de 3-4 kişi oturmuş laflıyordu. Selam verip tornavida sordum. İçerden istediğini al dediler. Sonra lokanta sordum. Tarif ettiler. Otogarın içinden geçip sola döndüm temiz bir lokantada karnımı doyurdum. Kasadaki ellili yaşlardaki lokantanın sahibi geldi “Çay içer misin?” dedi, karşıma oturdu. Demokratmış, seksenli yıllarda kaçıp buraya yerleşmiş. Biraz sohbet ettik, bana dinleneceğim park yerini tarif etti. Park küçük, ama bakımlıydı. Bir de büfe vardı. Uç köşeye matımı serdim maden suyu almak için büfeye gittim, dondurma varmış bir de dondurma aldım. Hava sıcaktı, ağacın gölgesi iyi gelmişti. Bir saat sonra büfeci kadın gelip bir isteğimin olup olmadığını sordu, teşekkür ettim. Medeniyet başka bir şeydi. Kadınların sokaklarda bile hiç görünmediği yerlerden, büfe işleten kadınların olduğu yerlere gelmiştim.

Artık karnımı doyurmuş, dinlenmiş bir halde yol alıyordum. Su almak için yanında bir çeşme gördüğüm benzinciye girdim. Marketin önünde ikisi benzinci dört kişi oturuyordu; çağırdılar,  taze çay varmış. Sohbet ederken benzinci “Dün tam bu saatte, uzun saçlı bir bisikletçi daha geçti” dedi. Tarifinden Ferdi olduğunu anladım. Çağırmışlar gelmemiş, çeşmenin önünde telefonuyla oynamış. Beni yalnız bıraktığı için kendisini kötü hissedebilirdi, araya zaman da girerse soğukluk oluşur diye düşündüm. Konum gönderip “Dün aynı saatte seni çaya çağırmışlar gelmemişsin, güzel çayı ve sohbeti kaçırmışsın” diye mesaj attım. Hemen cevap yazdı. İyi olmuştu bu rastlantıyı değerlendirmem. Turdan bir ay sonra, kasım ayında Bartın Bisiklet Festivali’nde, kalabalığın arasında beni gördüğünde adımı seslenerek yanıma gelmiş, sarılmıştık.

Pazarcık’a girdiğimde hava kararmıştı. Yemek ve kamp yeri bulmalıydım. Haritalar, çıkışta bir park gösteriyordu. Sağda bir bisikletçi dükkânı vardı, kapatmak için temizlik yapıyorlardı. Girip sordum. Kamp yeri için parkı önderdiler, “Dün de bir arkadaş geldi o da orada kalacaktı, bisikletinin jantı bozulmuştu, bizim öbür dükkâna gönderdik” dediler. Anlaşılan Ferdi’nin Malatya’da tamir edilen jantı tekrar bozulmuştu. Yol üstündeki lokantada yemek yiyip, sabah erzakımı alarak parka gittim. Büyük bir parktı, en ıssız yere çadırımı kurdum, tam yatarken aklıma Malatya’daki otomatik sulama gelince telefon açıp Ferdi’ye sordum. Sabah tankerle suluyorlarmış.

 

13. Gün PAZARCIK – HASSA

123 Km. Çıkış 480 metre

Hava güzel, uykumu almışım, keyfim tıkırında, düz yolda gidiyorum büyük keyifle; hani becerebilsem türkü söyleyeceğim. Sabah kahvaltısında sıcak bir şey içmemiştim. Gözüm ilerilerde köy arıyordu çay içebileceğim.

Narlı’dan durmadan geçtim. Bazen böyle yapıyorum, keyifle pedallamak daha cazip geliyor anlaşılan.

Türkoğlu sapakta sağ Kahramanmaraş, sol benim yolumdu. Tam sağ karşıda bir çay bahçesi vardı. Gittim. İçerde kirli biri, pencerenin önünde tavuk doğruyordu. Girmedim döndüm, zaten müşterisi de yoktu, çayı olsa bile mutlaka bayattır. Yolumun üzerindeki karşı köşede “Mado dondurma cafe çay” yazan yeri gördüm. Temiz ve kaliteli döşenmiş bir yerdi. Beni karşılayana çay sordum, içeriye “Oğlum bize iki çay getir” dedi. Böylece biz Hasan Bey’le oturduk, sohbete başladık. Meraklıymış hem bisiklete hem doğaya. Sorular sordu açıklamaya çalıştım. Kibar biriydi, soramıyordu ama yediklerimi, ocağımı merak ettiğini anladım. Ocak takımını getirdim, üçüncü güzel çayımı içerken. Sonra dondurma getirtti, yanına da dört parça tatlı koydurtmuştu. Dondurma sigara paketinin yarısı kadar ve keskin köşeleri vardı. Çatalı şöyle dokundum, sertti. Bıçakla keserek yedim, hayatımda yediğim en güzel dondurmaydı. Hasan Bey Mado’nun ortağı olabilirdi. Ardından kahve geldi. Kalktığımda hesap verme sıkıntısı yaşıyordum, beklediğim gibi ısrarla hayır dedi. O’nun ısrarı baskın çıktı. Anadolu’nun iyi ve meraklı bir insanı daha. Bunları tek tek anlatmıyorum, o kadar çoklar ki.

Şekeroba’yı geçip Nurdağ’a iyice yaklaştığımda otoban kavşağındaki benzincide mola verdim; sıcak su alıp kahve yaptım. Yol bundan sonra inişli çıkışlıydı, ama geldiğim yola bakınca dümdüz sayılırdı. Zaten hızım ve molalarım da bunu gösteriyordu. İnsan uzun turlarda bir süre sonra teknik konularda otomatikleşiyor, pratikleşiyor, kısaca alışıyor. En olumsuz yol ve hava şartları bile insanı etkilemiyor. O yüzden hep söylerim, en zoru yola çıkmaya karar vermek ve çıkmak, ikinci günden sonra her şey kolaylaşıyor.

Bu günden sonra bir günlük yolum kalmıştı. Selim’le Bayburt civarında haberleşmiştik. Dostların ve evin sıcaklığını henüz hissetmiyordum, ama yakındı. Bir yokuşun üstünde jandarma çevirmesi vardı. Herkesi durduruyordu. Ben yavaşladım, “Nereye?” diye sordu Antakya dedim. “Devam et senin yolun daha uzun” dedi gülümseyerek.

İslahiye’ye girdiğimde öğlen olmuştu ve hava da çok sıcaktı. Kendimi çok iyi hissetsem de istirahat gerekiyordu. Yol üstünde yanında market olan lokantaya girdim, yemek de hesap da güzel değildi. Marketten bir şeyler aldım, park sordum, yandaki sokağın yukarısını tarif ettiler. Çıktım, pazar yerini geçince bakımlı bir parka geldim, ama gölge yapacak kadar büyük ağacı yoktu. Hemen girişte iki metre boyunda, koyu yeşillikli bir bitki vardı, gölgesinde de bir köpek uyuyordu. Matımı sessizce yanına serdim, ikimiz de sığardık ama o rahatsız oldu, kalktı. Kalması için dil döktüm, ama ikna olmadı, sakince gitti. Herhalde iyi küfür yemişimdir. Uzandıktan biraz sonra orta yaşlı biri geldi, “Bir ihtiyacın var mı yemek yedin mi?” diye sordu. Teşekkür ettim, “İstersen ihtiyacın olduğunda araman için telefonumu bırakayım” dedi. O güzel insanlardan biri daha. Denir ki “İnsanları sana davranışına göre değil ihtiyacı olanlara davranışına göre değerlendir.” Bu değerlendirmelerimi bireysel olmadığı, hiçbirinin beni tanımadığını bildiğim için rahatlıkla yapıyorum.


Yenileme nedeniyle yol çok bozuktu. Çoğunlukla az ziftli mıcır dökmüşler, bunlar savruluyor, bisiklete yapışıyordu, sağdan soldan gitmeye çalışıyordum. Bu kötü yol 10 km kadar sürdü muhtemelen, ama beni 100 km yokuşta gitmişim kadar yordu, zevksizliği de cabası. Suyum bitmişti, Of’tan beri hazır su almamıştım, hep çeşmelerden doldurmuştum suluklarımı. Buraya kadar böyle gelmişken bunu bozmak istemiyordum ama su içmem gerekiyordu, hava çok sıcak ve ben sürekli terliyordum. Tam bir yerden hazır su alayım dediğimde yolda çeşme tabelasını gördüm, ama çeşme yoktu. Biraz ileride yolun sol tarafında domates salçası vb. satan bir genç hortumla çevreyi ıslatıyordu. Bisikleti sağa bıraktım, suluklarımı aldım karşıya geçtim. Delikanlı iki yıl önce inşaat fakültesini bitirmiş, ancak asgari ücretle Antep’te iş bulmuş. Aldığı ücret masraflarına yetmiyor, babası para gönderiyormuş. “Utandım işi bıraktım, şimdi babamın işine yardım ediyorum, fırsatını bulursam yurtdışına gideceğim” dedi. Evimiz arkada, istersen burada kalabilirsin” dedi. Anlayışlı çocuk, “Evde istemezsen bahçede de kalabilirsin” dedi. Teşekkür edip yola koyuldum.

Otururken yolun bozukluğunu unutmuştum anlaşılan, kısa zaman sonra pişman oldum orada kalmadığıma. Neyse ki bir süre sonra artık bitirilmiş yola ulaştım. Keyfim de yerine geldi. Akşam yaklaşıyordu, 100 km’yi çoktan devirmiş, artık uygun bir kamp yeri bakıyordum. Sonra Hassa’ya yaklaştığımı fark ettim. Hızlandım gece olmadan varayım diye. Yoldan Hassa’ya çıkıştaki 1 km’lik yokuş beklemediğim için sevimsizdi. Girişte dükkânı kapatan birine sordum, “Park en uygunu, ama yine de sor” dediler. Park çok büyük, yemyeşil ve bakımlıydı. Hemen girişte bir borudan bilek kalınlığında su önündeki yalağa akıyordu. Arkasında da bir kulübe önünde banklarda oturanlar vardı. Selam verip oturdum. Çayımı içerken parkın en sessiz yerini sordum çadır kurmak için. Burada kuramazsın yasak dediler. Ben bu yasağı dinlemeyeceğimi, istediğim yere de çadırımı kuracağımı, engel olunursa da bunun ayıbı Hassa’ya yazılır dedim. Biri güvenlik kulübesinin yanına kurabilir dedi. Telefonlar edildi aşağıdan güvenlik görevlisi geldi. Biz beraber gittik, güvenlik kulübesinin üstündeki en uygun yere çadırımı kurdum. Sohbet sırasında anladım ki burası Suriye sınırıymış, sınırı geçenleri engellemek için karşı çıkmışlar bana. Dört güvenlik görevlisi vardı, ben de bisikletimi kulübenin önüne park ettim. “Hemen parkın girişinde dürümcü var, orada bir şeyler yiyebilirsin” dedi biri. Dürüm hem güzel, hem de çok ucuzdu.

Bu sohbetler sırasında öğrendiğim bir bilgiyi de satayım şimdi: Padişahın biri ordusuyla sefere çıkmış, askere yeni katılan acemi erlerin eğitimi için bunları ıslah etmek üzere  İslahiye’ye, sonra da kendisi Has ordusuyla buraya, Hassa’ya yerleşmiş. İsimler buradan geliyormuş.

 

14. Gün HASSA – ANTAKYA

80 km. Çıkış 335 metre

Son günümdü. Akşamına tekrar kurmayacağım için sabah çadırımı düzgün toplamam gerekmiyordu, ama alışkanlık ağır bastı. Her şeyi yerli yerine yerleştirip, belki çay bulurum diye girişteki çay ocağına gittim. İki kişi daha vardı, onlar sordular çay hazır mı diye, “olmak üzere” cevabı 15 dakikaymış. Nemrut’tan beri ilk defa sıcak bir şey içerek kahvaltımı yapıp yola çıktım.

Bir kilometre gitmeden bisikletin dengesi ufak ufak bozulmaya başladı. Lastik patlamıştı. Kocaman bir deve dikeni batmış. Yeni lastikle değiştirip yola koyuldum yine keyifle. Kırıkhan’a girdiğimde biraz dinlenmek ve çay kahve bir şey içmek vardı aklımda. İçerilere girdim kahve yoktu. Cadde üzerinde kamyonları görmüştüm sıra sıra. Mutlaka kamyoncu lokantası ve çay ocağı vardır diye bakınınca yolun karşısında ağaçların altında gördüm aradığımı. Bahçeye girdim, bir soda ve çay içip, kahve sordum. Kahve de beni olağanüstü şaşırttı; çok güzeldi. Kamyoncular ağzının tadını bilir denir, doğruymuş.

Epey gittikten ve bir yokuşu çıktıktan sonra yol kenarındaki ağaçların arkasında uzanıp dinlendim biraz. İyice yaklaşmıştım. Serinyol’a geldiğimde artık geldim dedim, çeşmesi olan bir benzinciye girdim. Çay demlemiş personel, bana da ikram ettiler. Selim’i arayıp konum göndermesini istedim, 13 km yolum vardı. Yola çıktığımda beni şiddetli bir rüzgâr karşıladı, tam da karşıdan esiyordu. En kötüsü de trafik başlamıştı ufaktan. Çok ama çok zorlanarak yol alıyordum, neredeyse iki kilometrede bir nefes nefese kalmış şekilde mola veriyordum. “Artık geldim” psikolojisine erken girmem iyi olmamıştı. Beni asıl yoran, bu düşünceye erken kapılmamdı. Asi Nehri yanından pedal çeviriyordum, trafiğin içinde. Köprüyü sola dönüp Eski kente girdim. Kestirme yol olan ara yola girdiğimde kaydım. Eski sokaklar taştan döşenmiş, ortasına su gideri için yine taştan açık oluk yapılmıştır Antakya’da. Taşlar da ıslak olduğu için bisiklet üstünde gitmem olanaksızdı. Elimde sürerek yürüdüm. Yan yana olan kilise ve camiyi geçip karşı sokağa girince Selim camı tıklattı.

Bisikleti merdiven boşluğuna koydum. Giyeceklerimin bulunduğu heybeyi alıp içeri girdim.  Aytaç’la Selim ellerini hoş geldin diye uzatsa da, durun bir temizleneyim dedim. Gerçekten kan ter içinde kalmıştım, bırak sarılmayı ellerini tutacak vaziyetim yoktu. Olduğu gibi banyoya girdim, çıktığımda mutfaktaydılar, sarıldık. Yandaki evde oturan annenin elini öpüp eve geldik tekrar.

Onlar beni Antakya’da nerelere götürsünler diye konuşurken, “O zaten 15 gündür çok fazla ve yeteri kadar güzel yer gördü. Biz onu Antakya yemekleriyle ağırlayalım” fikrinde karar kılmışlar. Aytaç da “10 gün bir yere gidemezsin” deyip bütün itirazlarımı ve pazarlık etme çabalarını dinlemeksizin kabul etmeyince, “Bu 10 gün boyunca ben kim bilir kaç kilo alacağım” diye düşünmeden edemedim. Antakya’ya vardıktan üç gün sonra tartıldığımda, İstanbul’dan yola çıktığımdan beri 8.5 kilo zayıflamış olduğumu gördüm.

Ben buraya kadar yol boyunca gördüklerimi anlattım; yediklerim de bana kalsın izninizle.

İstanbul’a dönüş için beni uğurlamaya Aytaç ile Selim de geldiler. Bu güne kadar en anlayışlı, hatta olağanüstü bir otobüsle bisiklet taşıma gördüm. Hiç itiraz etmeyen HAS Turizm’in görevlileriyle birlikte yerleştirdik eşyalarımı. Vedalaşıp ayrıldık.

Anadolu’yu “Hep Kıyıdan Datça Turu”yla solundan geçmiş, bununla da ortasından aşağıya inmiştim. Niyetim de 2020 de Hopa – Hakkâri turu idi. Ama pandemi eve mahkûm etti, hayaller seneye kaldı.