5 Mayıs 2016 Perşembe

Mutluluğu Becerebilmek

44 Yıllık Dual Pikap Macerası Çeşitlemesi: 3
Başladık ya devam edeyim.  Bir iki, bu da üç. Ben söyledim sana okuyup bir de gaz verirsen bıktırırım seni devam ederim diye. İşte bu gelen 3.
Derler ki insan yeteneklerini kullanabildiği bunları değerlendirebildiği oranda mutlu ve başarılı olur. Memleketimizde ise bunu bilen kimse yok herhalde. Okullara kaydolunuyor, biri bitirilip diğerine başlamak için başarı sınavlarına giriliyor, o okul bitirtilip daha büyük okullara yine okuduklarını-ezberlediklerinin sorgulayan başarı sınavlarına giriliyor, o okul da bitiriliyor. Tabii o arada bir sürü özel dersler, kursal filan. Sonra yaşam başlıyor, iş yaşamı, ekmek parası kazanma toplumda bir yerlere tutunma zamanı. Bir bakıyorsun o kadar emek çeken genç o kadar eğitimi bir yana bırakıyor, bambaşka bir meslek ediniyor, orada yaşamı tırmalamaya başlıyor. Şöyle bir çevrenize hatta kendimize bir bakalım bu acayip gerçeği görürüz.
Bırakalım mutluluğu büyük devletin büyük yöneticileri bunu düşünmediler diyelim peki başarı için insanın yeteneği (hani doğuştan var olan), bunu da mı hiç düşünmezler. Yetenek deyince öyle süper yetenekten bahsetmiyorum, aslında daha kendimce söyleyecek olursam insanın bireysel yapım özellikleri. Mutlaka da bu yeteneğin üstün seviyede olması gerekmiyor, mutlaka her bireyin kendine has bir en azından beceri özelliği vardır. Ya da hiçbir özelliği yoktur, her neyse, o da bir beceri edinebilir. Daha temel eğitimden sonra insanları bir-iki yıl da yetenek eğitimine alsalar, bugün ortaya çıkarıp isteğine bağlı olarak da daha üst okullarda okumaları için teşvik etse, yol verseler. Bazılarına ise yapabilecekleri işler öğretseler beceri kazandırsalar. O kadar emek masraf ve zaman boşa harcanmasa. Bu dediğim tabii herkes için geçerli değil. Özelliği olmadığı halde eğitimini aldığı işte başarı kazanan, o işi mutlulukla yürüten birçok insan var.
Daha ilkokulda kızım yeteneğini kendi ortaya çıkarıp, neredeyse ilkokulun duvarlarına asılan resimlerinin çivileriyle yaşama tutunmaya başlamış “–ben varım” demişti. Bu beni çok mutlu etmişti, biraz da kolayıma gitmişti doğrusu çocuğuma okul-meslek aramayacaktım. Tabii bu yeteneğin kullanılması değerlendirilip mutluluğa dönüşmesi de ayrı bir zorluk. Sadece yeteneğin kullanılması gerçek mutluluk için yetmiyor o yeteneğin ürünlerinin başarıya da evrilmesi gerekiyor ki tam mutluluk olsun.
Kastım büyük adam olmak, çok paralar kazanmak, ünlü olmak değil. Mütevazı bir yaşam da olsa önemli olan mutluluk değil mi?
Her neyse yine felsefeye daldım bilir bilmez, çuvallamadan burada keseyim de anıma döneyim. Tabii önce bugün.
Mutlaka çevrende mimarlık okuyup marangozluk yapan, iktisat okuyup sekreterlik yapan, bir üniversiteyi bitirip beden işçiliği arayan, tanıdıkların vardır. Bunu düşünüp hatta notlar alsan eminim çok ilginç sonuçlar alacaksındır. Benim anlatacağım Denizcilik Yüksek Okulunu bitirip, kaptan hem de tanker bile kullanabilecek, hani boğazda gördüğümüz kocaman tankerleri bile kullanabilecek, ehliyete sahip bir arkadaşımın, kaptanlıkla hiç ilgisi olmayan bir iş yapması, onunla mutlu olması, toplumda kendisine ciddi bir yer açması. Ne mi yapıyor? Macintosh servisi. Yani daha bilgisayarların yeni yeni yaygınlaştığı 1990 ların başında Mek servisi kurup, ayrıca büyük firmalarda kurulum işi yapıyordu. Çok da başarılıydı, işi başından aşkındı. Ben de o yıllarda yoğun olarak yayın işleri de yaptığım için birkaç tane Mek almış dizgici kızlara vermiştim. İş olduğunda onlara veriyordum iki günde olağanüstü boyutlarda iş dizdiriyordum Şimdiki gibi her yazı yazan bilgisayarda yazmıyordu. Daktiloda yazılıyordu, benim gibi iş yapanlar bunu dizgi dediğimiz işlemle basılır hale getiriyordu.
Bu arada ben de başlangıçta daha bilgisayar almadan dizgi işlerimi yaptırdığım “Çağdaş Bilgisayar” firmasına gidip geldiğimde tanıştım, bu kaptan bilgisayar ustası Ömer’le (Cantekin).
İşini bilen bunu da insana verdiği güvenle yansıtan arı gibi biriydi. Biriydi diyorum nereden baksan 18-20 yıldır görmüyorum. Çağdaş’ın işlerini bitirtip bir reklam ajansına koşuyordu, çok sık da telefonla işlerini hallediyordu. Onun becerisine benim duyduğum sıcaklık, Onun bunu fark etmesiyle bir yakınlığa dönüşmüştü.
1990 ların başında Bolu’da ilk gayrimenkulüm olan dağ evini bitirmekle uğraşıyordum. Eş dost “–kiralık evde oturuyorsun, ev sahipleriyle cebelleşiyorsun, kendine oturacağın ev almak yerine dağın başında ayda yılda bir gideceğin bir yer yapıyorsun” diye eleştiriyorlardı. Ben de “-yahu nasılsa bir evde oturuyorum, beğenmezsem de değiştiriyorum. Ama dağdaki ev bana yaşam katacak, nefes aldıracak, onu kiralayamam ki” diyordum, diyemesem de içimden böyle düşünüp gülümsüyordum. Yaşamıma çok güzellikler katacağına inandığım için de çok önemsiyor, her şeyin mükemmel olmasını arzuluyor, olabildiğince de her zaman, bugün de yaptığım gibi, işleri yaparken mutlaka içinde bir emeğimin olmasını istiyordum. Bizzat benim yaptıklarım veya katkımla yapılanlar bana hep daha başarılı ve hoş geliyordu, bugün de bu böyle. Herkese tavsiye ederim.
En büyük isteklerimden biri de o dağdaki eve çok iyi ses veren, müzikteki en tiz sesi de, en bas sesi de olduğu yükseklikte alan bir müzik sistemi kurmaktı. Para sorunum yoktu, isteğimi karşılayacak olanı alabilirdim. Gerçi araştırmalarımda ev fiyatına sistemler de vardı ama bunları dinlemek için de eğitilmiş kulak gerekir sanırım. Bu konuyu Ömer’le konuşurken –Amfiyi niye biz yapmıyoruz deyince atladım tabii. Amfi maceramız da böyle başladı. Sen de böylece Dual pikap ile bağlantıyı nasıl kurabileceğimi de anlamışsındır şimdi.
Ömer önce kitaplar karıştırdı. Birçok şemanın içinden içine sinen bir amfi şeması seçti. Bunu bilgisayarda işledi. Bu arada anımsatayım benim bilgisayardan, elektronikten zerre kadar anlamadığımı hatta yeteneğin yine zerresinin de olmadığını bilirsin. Dün de öyleydi bugün de böyle. “Yaparım” demek kendine güvenmek ve biraz da inat. Böylece de bazen bozuk olan bir şeyi tamir edebiliyorum ama daha çok az bozuk, idare eden bir şeyi tümden bozuyorum. Kimileri benim inat dediğime sebat dese de inanma, kesin inat, keçi inadı.
Ömer çizdi. Amfi altı çıkışlıydı. Müzik setlerinin iki kolonlarında olan üçerden 6 hoparlörün her biri için ayrı bir elektronik devre vardı. Bu kolonların her birinde de woofer, midrange ve twetter olarak ikişerden 6 hoparlör vardı. Standart setlerde her kolona iki kablo gider, bazılarının içinde sesleri ayırmak için ayrıca devreler bulunur. Bizimkinde amfiden kablolar ayrı ayrı çıkıyordu. Her kolona 4 kablo ile erişilecekti. Ortak olan Graund (toprak) diğerleri her hoparlör için birer tane kablo.
Ömer çizdi, aydınger çıkışı aldı, aydıngerleri plakalara işlettik (nerede yaptırdığımızı anımsamıyorum), Ömer’in yaptığı listeyi ben de Karaköy’de Selanik Pasajında aldım. Plakaları Ömer’in atölyesinde (Artam Bilgisayar) deliklerini delip montajını yaptık, yaptık dememe bakma Ömer lehimledi, ben baktım. Karaköy’den hoparlörler alıp, benim marangozlara yaptırdığım kabin kutularına monte ettik. Ömer evindeki Sony mini müzik setinin CD çalarını getirdi. Heyecanla taktık çevirdik düğmesini sonuçta mükemmel bir ses çıktı ortaya. Aksamalar vardı, bir tanesi pre amfi (ön amfi) denen sesi açıp kapatan, bas tiz ayarlarını yapan kısım bizimkinde olmadığı için CD çaların kulaklık çıkışından bağlantı yapmıştık, burada ses de açıksa hoparlörlere ses birden gidiyor ses patlaması oluyordu. Buna da her kolona ayrı olarak amfi çıkışına röle taktık. Pre amfinin görevini de CD çaların sadece ses ayarı olduğu için onu kullandık. Ömer tanıdığı bir müzisyeni getirtti. Sesi dinletti o da çok başarıl buldu. Müzikte olan her ses neredeyse kendi, yüksekliğinde alınabiliyordu. Benim ihtiyaçlarımı karşılıyordu, keyif almıştım.
Ben bu arada yaşamdan zevk alan, tabii böyle olunca müzikten de zevk alan ve dinleyen tanıdıklarımı, çok yakınım olsun olmasın, yolda yolakta rastlayınca sıkıştırıyor, CD satan bir dükkana sokuyor, bana bir CD tavsiye etmesini istiyordum. O yıllarda bunlar da ciddi paraydı. 15-20 CD yi böyle aldım. Yakında dükkan yoksa tavsiye ettiği CD nin adını yazıyordum. Bu arada çok sevdiğim ve dinlediğim ama kim söylemiş kim çalmış diye bilmediğim iki de CD im oldu. Bu ikisi aklımda kaldığı için anlatayım. Biri Timur’un (Daniş), aldırdığı Arizona Dream, diğeri Taner’in (Tuncer) aldırdığı Harry Belafonte. Arizona Dream daha yeniydi ama Harry Belafonte müziği neredeyse 20 yıldır zevkle dinliyordum (Şimdi yine koydum CD yi dinliyorum). Biraz isim konusunda belleğimin çok geri olması, biraz da çalanı söyleyeni önemsememem sanıyorum, bugün bile çok zevkle dinlediğim klasik dahil birçok müzik parçasının kime ait olduğunu bilmem, ama tadını alırım.
O kadar başarılı işler yapan Ömer’in hiçbir başarısından öğündüğünü görmedim. Gayet alçakgönüllüydü. Devre parçalarının lehimlerini O yapmıştı ve büyük bir özenle yapıyordu, zevk aldığı her halinden belli oluyordu. Bir lehimi yapıyor, inceliyor, mutlulukla gülümsüyordu. Sadece o zaman lehimleme işini çok iyi yaptığını, havuzda ancak bu kadar iyi lehim yapılabildiğini söyleyerek öğündü. Ne güzeldi, insanın küçük bir başarısını önemsemesi. Hiç unutmadığım bir andır o. Bana babamı hatırlatmıştı. Belki de Ömer’le ilgili bu kadar anı o laflar yüzünden belleğimde kaldı. Yoksa o kadar uğraştığı amfiyi O’nun yaptığını unutmasam bile anımsamayabilirdim.
Ömer’in, lehim yaparken mutluluğu ve kimsenin fark etmesi olanaksız olduğu için de kendisinin bunu dillendirmesini yazarken babamın da bir işi yaparken, aldığı zevki, kendinden geçercesine mutluluğunu anımsadım. Hiç de zamana bırakmadan, hazır başlamışken bundan da bahsedeyim. Belki de yukarıda anlattığım teknik işlerden sıkılmışsındır, yaşamla ilgili konu rahatlatabilir.
Bende çağrışım yapan Ömer için yazdığım “büyük bir özenle yapıyordu, zevk aldığı her halinden belli oluyordu” sözlerimin babamda da aynı durumu görmemdi.
Babamın yapısında bir insan bir işi yaparken mutlulukla kendinden geçiyor, karı zararı hesaba katmıyor, o anda o işi sadece kendisi için yapıyor, belki de kendini öylece var ediyor ve ispatlıyor. Bu konuda babam tam bir model ve yaşamı boyunca da bu seçtiği yaşamı aksatmadan sürdürmüş biri. Umarım babamdan bahsedeceğim bölümü çok uzatmam. Yoksa yazdığım şeyi silme huyum yok. Sıkılırsan okuma ne yapayım. İnan ben şu anda bunları yazmaktan çok zevk alıyorum.  Harry de çok keyifli söylüyor canım. Nereliyse sıcakkanlı bir ülkenin insanı olmalı. Bunu Taner’e sormalıyım.
Önce ben de bir özel anımı anlatayım, çok özlediğim babamın oğlu olduğumu da anlatmak için. Babama benzeyen huylarım olduğu için öğünmemi de yadırgama lütfen. Çok keyifli. Tavsiye ederim.
Bir platoda reklam filmi çekiyorduk. Ben yine her zamanki gibi özel efekt işindeydim, muhtemelen dekoru da ben yapmışımdır. Gecenin bir vakti, 40x70 cm ebatlarında bir mermere kavisli şekilde oyduğum 16-17 harfli firma logosunu alttan çıkacak renklerli boyalarla dolduracak, harflerin her biri birkaç renkten oluşan firmanın logosu çıkacaktı. En az 20 dev enjektöre doldurduğum boyaları ince hortum ve memeler kanalıyla mermerin altından pompalar yoluyla mermere dolduruyordum. Ayar zordu ve çok ince zorluklar çıkıyordu karşıma. Bir yandan sette çekim devam ediyordu, kanıksadığım klasik set gürültüleri kulağıma geliyordu. Ben loş bir köşede çalışıyordum. Bir ara üstüme spot ışığı düştüğünü fark ettim, muhtemelen ışıkçılardan biri kıyak yaptı diye düşündüm. Ben boyalarla, pompalarla boğuşuyor, mermerdeki yazıyı temizliyor tekrar deniyordum. Sette sesin kesildiğini epey sonra fark ettim, bakmak için kafamı çevirdiğimde tüm set ekibinin benim başımda olduğunu görsem de bunu tam algılamayarak yine işime devam ettim. Sonra öğrendim. Yönetmenimiz Alinur Velidedeoğlu benim o halimi filme almak için senaryoyu bırakıp, ışığı kamerayı olduğum yere çevirip, benim o kendimden geçmiş, muhtemelen işi de yoluna koyduğum zamanlardaki “mutluluğumu” filme alıyormuş.
İstersen “mutluluk” hakkında şimdi düşündüklerimi yazayım sonra babama dönerim. Yani izninle biraz felsefe yapayım. Nasıl olsa birazcık felsefeden zarar gelmez.
Mutluluk nedir? İnsan nasıl mutlu olur? Bunun için gerekenler nelerdir? Bu konuda sorular çoğaltılabilir. Sana çok tuhaf gelecek ama inan mutluluk deyince benim aklıma karnı tok bir köpeğin, güneşe sırtını verip sere serpe yatışı gelir. O anda ne saldırganlığı vardır ne de korkaklığı. Öyle anlarda uzun uzun bakarım gıptayla. Ne kadar kolay değil mi onun için, üstelik de insan gibi birçok becerisi yeteneği yok. Karnı doydu ve güneş var. Hiçbir sıkıntı yok, dün de yok yarın da. Çok ciddiyim espri yapmıyorum. Gerçekten gıpta ediyorum ve keyif diye ben buna derim ve zaten diyorum.
Peki, biz ne yapıyoruz? Karnımızın doyması ve sıcak bize yetiyor mu? Sağlık sorunlarımızın, çocuklarımızın eğitimi, barınağımız, yarınımızı güvenceye alan bir gelir, ulaşım için araç, iletişim araçları gibi ihtiyaçlar karşılandığında tamam diyor muyuz, bu bize yetiyor mu? Aslında bunları karşılamak için o kadar sıkıntıya katlanıyoruz ki o sıkıntılar bizi tutsak ediyor, yaşamımızı karartıyor. O ihtiyaçlar da değişmeden durmuyor, habire yeniliyor, değiştiriyoruz. Karnımız tok hava sıcak yetiyor mu? Hayır. Alınacaklar, alacak verecekler, yapılacak işler yazılacak raporlar, ödenecek senetler, alınacak giysiler, pişirilecek yemekler, hesap sorulacak insanlar hesap verilecek kurumlar… Bu liste o kadar uzuyor ki sonu gelmiyor ve her biri de kafamızın bir köşesini meşgul ettiğinden bir türlü dinginleşemiyoruz ve sonunda da huzurla mutluluğa erişemiyoruz. Kısaca sakin, dingin yaşama bir türlü erişemiyoruz. Beklentilerimiz o kadar çok ki karşılayamıyoruz, karşılasak bile yeni beklentiler enjekte ediliyor kafamızın bir yerlerine sinsice.
Burada en büyük sorun da bizi cendereye sokan “var olmak için daha çok al, almak için daha çok çalış” diye düzenin bizi şartlandırması, zorlaması. Almanın, daha iyisini, daha yenisini almanın da bir sonu yok zaten. Her alınan ve yenilenen sanıyoruz ki bizi sıkıntılarımızdan kurtaracak mutlu edecek var olacağız. Ama tam tersi oluyor. Yılanın kuyruğunu yemesi gibi. Bir gün bir bakıyoruz dün birey olarak yapabileceklerimizi bugün artık yapma gücümüz yok, yıllar geçmiş çünkü. Bir fert olarak kendini yaşanmamışlıklar o kadar yoğunki bugünü bile yaşayamıyoruz. Artık deniz sığlaştığı için derinlere dalamıyoruz ve deniz bitiyor.
Bugünkü dünyada karın doyurmak için çalışmak, diğer tüm canlılardan farklı olarak yeteneklerimizi değerlendirip bunun sonuçlarını görerek mutlu olmak toplumda var olmak gerekir, hiçbir itirazım olmadığı gibi tümüyle desteklerim de. Ama akıntıya kapılıp kendini, kendi fiziksel ruhsal ihtiyaçlarını, gerçek ihtiyaçlarını (dayatılan değil) yaşayamadan, koşuşturup, daha çok koşuşturup, daha daha çok koşuşturup paralar kazanıp onları kazanmayı ve yine bir koşuşturma içinde harcamayı hiç ama hiç kabullenemem. Hele ki bu hayhuy içinde doğadan da kopmayı kabullenmem mümkün değil. Çalış ama günü de yaşa, koştur ama koşturmanı bir yerde bırakıp bir ufak işle uğraş, bir insanla, bir çocukla, bir canlıyla ilgilen, bir şey yap mutlu olmayı başar, kendin için yap bunu, başkaları için değil. Zaten kendini düşündüğün, kendin için bir şeyler yaptığın zaman en yakınlarına da bir şeyler verebilirsin, biraz tebessüm ettirebilirsin.
Şimdi yaşamımdan, babamla geçirdiğim günlerden örnekle anlatacağım derdimi.
Doğduğum ve mutlu geçen ilk gençliğimi Ağın’da yaşadım. Babam o bölgedeki 6-7 kasabanın en yetenekli ve sayılan zanaatkârıydı. Hatta bazı ustalıklarda tek O vardı. Saat tamir eder, silah yapar, silah tamir eder. Motor tamir eder, kısaca, her işi beceren ve hep çalışan biriydi. Ağın’a 1969 da elektrik geldi. Bundan tam 20 sene önce 1 Ağustos günü doğduğumda sıcaktan etkilenmeyeyim diye başımın üstünde bir elektrikli vantilatör dönüyormuş. Medrese 1 den ayrılan babamın evin önündeki arkın suyunu kullanarak motosiklet jantından yaptığı tribünden elde ettiği santralden gelen elektrikle. Ve evimizde elektrik vardı. Böyle bir insanın çok paralar kazanıp çocuklarına da çok miraslar bırakması gerekir değil mi? Hayır. Bize ufacık şeylerden bile mutlu olmayı, mutlu olunacak beceriyi ve parayı önemsememeyi öğretti. Bunları söyleyerek öğretmedi, yaşamıyla öğretti. Bunu nasıl yaptığını örnekle anlatmaya çalışayım.
Gelen arızalı saatlerin eksiklerinin listesini yapar İstanbul Sirkeci’de Saatçiler Yuvasına yazıyla sipariş verir, parasını da gönderirdi. Çoğunlukla listeyi ben yapardım, ilkokul 2. 3. Sınıftan itibaren. Saat zembereğinin alış fiyatı 2,5 liraydı, listeyi ben yaptığım için biliyorum. Vahşen’li birinindi saat. Zembereği kırılan saatin, zembereğinin numarasıyla, parası yatırılıp sipariş verildi. Malzemeler geldikten sonra zembereği saate taktı. Birçok insan gibi paryla pek işi olmayan saatin sahibi geldiğinde borcunu sordu babama. Para O’nun için en zor şeydi ve çok az bulunan bir şeydi. Babam çoğunlukla yaptığı gibi “bir şey istemez canım” dedi, benim yanımda, ısrar da sonucu değiştirmedi. Bir hafta sonra evde o insanın muhtemelen bir mendile sarıp getirdiği biberi yiyorduk. Buna çok kez tanık oldum. Bazen Saatçiler Yuvasına ödediği parayı alır, bazen biraz eksik alırdı, bazen de hiç almazdı. Alacağı bedel ödeyecek adamın gücüne göreydi. Aldığı zamanlarda da masrafının üzerine 3 kuruş koyarak alırdı. Geçimimizi babamın gençliğinde yaptığı su değirmeninden sağlıyorduk büyük ölçüde. Bir de tüfek yapardı yılda 1-2 tane onları satardı.
Evimizde hiç tartışma olmaz ses hiç yükselmezdi. Babamın hep gülümseyen, gülen yüzü bize de bulaşır biz de O’na uyardık. Bazen evde çay demlenemezdi, çünkü çay ve şeker alınamazdı. Bunu da yıllar geçip biraz büyüyünce atölyedeki parasını da koyduğu tezgâhının tahta çekmecesini çekmeye başladığım zaman anlamıştım. Alınamaz ın arasındaki a harfini özellikle yazdım. Yoksa alınmazdı derdim. O çekmecede çoğunlukla para olmazdı. Bu sorun da olmazdı zaten.
Sanırım babam 70 yaşlarındaydı. Ağın’da o zamanlar neredeyse her evde arı kovanı vardı. Kapalı ekonomi olduğu için insanlar bütün ihtiyaçlarını kendileri üreterek karşılamaya çalışırlardı. Bizim de 20 kara kovanımız vardı. Bunlar babamın beşinci çocuklarıydı neredeyse, öylesinde ilgilenir, onları kulağını peteğe dayar dinlerdi, sıkıntılarını, güçsüzlüklerini de anlar tedbir alırdı.
Arı oğul verdiği zaman kimin peteğinden çıkarsa çıksın oradan geçen herkes durur yerden iki taş alır birbirine vururdu. Bunun oğul arının uzaklara gitmeden en yakındaki dut ağacına konması için yapılması gerektiğine inanılırdı, işe yarar mıydı bilmiyorum. O arada o bölgede binlerce arı insanların etrafında uçuşur, onlar tedirginlik içinde taş çalmayı sürdürürlerdi. Çok hoş bir müzikli bir anımdır bu. Film çekecek olsam herhalde ne eder eder bu sahneyi sıkıştırırdım araya. Taş şakırtıları arı vızıltıları ve tedirgin gözleri dut ağaçlarının dallarını tarayan, orada arı yoğunluğunu arayan sessiz insanlar. Bu etrafta arı vızıltıları ve sokulma korkusu ile taş şakırtıları bazen 10 dakika bazen bir saat sürerdi. Babam taş çalmayı sürdürürken arkalara geçip elindeki ince bir çöp veya küçük bir yaprağı, önünde taş çalan komşumuzun kulağının arkasına değdirirdi. O komşu bir zıplar taşları atmasıyla elini kulağına doğru savurması bir olurdu. Babam ağzı kulaklarında komşumuzun komik haline gülerdi diğer komşularla beraber. 70 yaşlarında bir insanın çocukça sayılabilecek bu şakayı yapması, üstelik de sayılan birinin yapması hiç yadırganmazdı. Sonra o gün gelen giden olursa ürken komşumuzun komik hali anlatılır gülme tekrarlanır, buna benzer anılar tekrarlanırdı.
Arapkir’li biri, Smith Wesson toplu tabancasını getirmişti. Tabancanın fişeklerin takıldığı top parçalanmıştı. Tabanca İstanbul’dan getirilmişti. Yaptıramamışlar, fabrikadan getirilmesi gerekir demişler. O yıllarda o da neredeyse olanaksız olduğundan, Arapkirli hemşerimiz -ben bunu Gadıyoran’a yaptırırım deyip almış gelmiş. O zamanlar elektrik yoktu Ağın’da. Ben de merakla her gün evin hemen önündeki atölyeye gidiyor biraz babama bakıyor biraz da kendimce bir şeyler yapıyordum.
Önce toptan biraz kalın uzun bir demir buldu. Sanırım bir otomobilin şaftıydı. Bunu kesti. Kesti deyince öyle hemencecik olacak iş olduğunu sanma. Elle belki de yıllardır kullanıla kullanıla aşınmış bir demir testeresini saatler boyu demire sürerek, ısınınca durup soğumasını bekleyerek. Sonra eliyle günlerce eğeledi, sonra matkabı mengeneye yatırıp sıkıştırdı, bağladığı demiri çevirerek dışını ve karşısını eğeyle ayarladı. Kumpasla dikkatlice ölçüyor sonra tekrar çevirmeye başlıyordu. Yıllar sonra ilk torna makinesi gördüğüm zaman anladım ki babam o zaman mekanik bir torna tezgahı yapmış. Sonra fişek yataklarını, zaten saatçiydi o hassaslıkla işaretledi, deldi bunlar yapması için uzun bir zaman gerekmişti, belki 1 belki 2 ay. Deliklerin biri gözle fark edilmeyecek kadar eğik olmuştu. İşe baştan başladı, ham demiri keserek. Lafı uzatmayacağım, babamın o çalışma anındaki mutluluğunu bugünkü algılama gibi fark etmeden bile olsa seyretmek, yaşamak çok keyifliydi. Hele bir de bitirip deneme atışlarından sonra kendi yaptığı kimyasallarla meneviş boyasını da yaptıktan sonraki mutlu yüz ifadesi benim için de büyük mutluluktu.
Bu işten para aldı mı? Aldıysa ne kadar aldı bilmiyorum. Ama şimdi şöyle bir yorum yapsam inan ters olmaz. Deseydi ki o tabancanın sahibi “-Memet usta, bak bu kadar zaman uğraşarak mutlu oldun, bu mutluluğun karşılığında sana para vermiyorum” babamın itirazı olmazdı. O nedenle belki de para almamıştır, alsa da ufak bir bedeldir diyebiliyorum. Bunu babamı tanıyan herkes de rahatlıkla söyleyebilir.
Babam şunu yapabilirdi. Yaptığı işlerden para kazanıp tarla tapan alıp, Malatya’da, Elazığ’da, hatta bana İstanbul’da birçok Ağınlı’nın yaptığı gibi ev alıp, bunları çoğaltarak her seferinde mutlu olmayı bekleyip hiç mutlu olmadan yaşayabilirdi. Öyle yapmadı, parayı yaşamak için bir araç olarak algıladı, o yüzden para yaşamının merkezinde olmadı. İhtiyaçlar karşılanınca da para hiç düşünülmedi.
Mutlu yaşadı, mutlu yaşattı ve bize de mutlu yaşamayı öğretti.
Film setlerinde sinemanın en zor işlerinden biri olan özel efekt (speyşıl efekt) iş yaparken sette insanlar eğitimi nereden aldığımı sorarlardı, babamdan miras kaldı derdim içtenlikle.
Görüyor musun? Konuyu babamdan açınca çook özlemişim anlaşılan uzattıkça uzattım. İnan daha birçok şey yazmamak için kendimi zor tutuyorum.
Bu kadar anının ardından konuyu başta anlattığım mutluluk nedir konusuna ayrıca bağlama için çaba gösterme gereğini duymuyorum. Gerçek ihtiyaçlar için gereği kadar araç olan para aslolan mutluluk.
Keşke uzun uzun konuşabilsek, konuştuklarımızı bu konuda konuştuklarımız, düşündüklerimizi kaleme alsak. Çevremizdeki dostlarımızın da bilgilerine sunsak.
Şöyle bir öngörüde, iddialı bir öngörüde bulunsam ne dersin? Bundan 50 belki 100 yıl sonra yaşayan insanlar, bugün hayat boyu koşuşturup kendini yaşamadan, yaşadığını sanarak çok çoook paralar kazanan insanlara, bir insanın bir ailenin ihtiyaçlarının çok ötesinde bazılarının bir şehrin ihtiyaçlarını yaşam boyu karşılayacak paraları olduğu halde hala daha çok kazanmak için didinen bugünün insanlarına “ilkel yaratıklar” diyeceklerdir. Böyle bir ifade değilse de buna benzer bir ifadeyle bahsedecekleridir desem. Hı ne dersin? Biz de bundan yüzyıllar öncesinde yaşayan insanlara böyle yakıştırmalarda bulunmuyor muyuz? Biz eskiler için söylediklerimizde haklıysak (ki bundan emin değilim) onlar bence haklı olacaklardır.
Ben yine asıl konumuza bizim altı yollu amfiye ve Ömer’e döneyim. Bunu yaparken birden dönemiyorum. Biraz evde dolanıyor bir kahve filan içiyor sonra farklı konuya dönebiliyorum. Bu sefer içtiğim kahve iyi geldi, kokusu çok daha keyifliydi.
Ben de hemen Ömer’in Sony CD çalarının (16 bit) aynısından aldım. Bu 16 bit lafını Ömer söylemişti, hiçbir şey anlamamıştım, bugün de ne anlama geldiğini bilmiyorum. Ama bir şeyden eminim iyi bir şey, bana çok keyifli müzikler dinlettirdi.
Biz birincinin deneyinden sonra ikinci amfiye başladık, başladık diyorum ama sen inanma, asıl işi Ömer yapıyordu. Şimdi de bir sorunum vardı. Yaptığımız amfi yaklaşık 25x35 cm boyutlarında, CD çalar ise 20x20 boyutlarındaydı. Amfiye kutu yaptığımızda zevksiz bir görüntü ortaya çıkacaktı. Bu hiç hoşuma gitmiyordu, benim homurdanmalarım sonunda Ömer her yatık olan elektronik hoparlör devresini dikey duruma getirerek, trafoyu da ortaya alarak sorunu çözdü. Artık çıplak olarak bizim amfi de Sony boyutlarındaydı. Ama bu sefer de ses açık değilken hoparlörlerden hafif bir uğultu geliyordu. Ses açılınca da bu ya kesiliyor ya da duyulmuyordu. Üzerinde de çok durmadık. İki tane daha amfi yapmıştık. Şimdi bunlara kutu da gerekiyordu.
Halit’le (İleri), Gültepe Dereboyu sokakta atölyelerimiz yan yanaydı. Aynı sokakta soğukluğu sevimsizliğiyle tanınan panocu Al vardı. Sanayi türü büyük elektrik panolar yapardı. Onun yanında çalışan Mehmet usta vardı. Onunla ahbaptık. O da işine özen gösteren o işleri de tümüyle yürüten biriydi.  Sony CD çaları sökerek kutusunu Halit’e götürdüm, aynı kutudan nasıl yaparız dedim, sadece yüksekliği 4 cm fazlaydı. O da hiç ikirciklenmeden Mehmet dedi. Onlar zaten daha sık görüşüyorlardı. Ben işi Halit’e devrettim, amfinin eksiklerini, kolonları tamamladım. O arada Halit yaptırmıştı, biraz geç olmuştu ama bire bir aynı, hani derler ya “tıpkısını aynısı” olmuştu. Boya sorun da çok zor değildi nasılsa, Sony’nin boyasına benzer boya piyasada bulunuyordu. Amfiyi boyasız kutuya monte ettik, soğutucuları arkaya aldık. O arada Ömer ilk yapılan yatay olanı evine götürmüş, bu dikeylere karşı (belki de o uğultudan) ilgisi zayıflamıştı. Ben de dikeyin bir suntaya monteli halini eve götürmüştüm (yakın zamana kadar evde onu kullandım, şimdi uğraştığım bu).  Ömer kutuyu bile kendi dikey amfiye monte etmedi. Her şey bitti üst üste koyduk CD çalarla amfiyi. Ama olmamıştı amfiyi kutuya bağlayan kutunun yanında bulunan yerleri Sony’e uymuyordu. Sony’deki vida yerleri yaklaşık 6-7 mm derinliğinde 1.5 cm çapında çukur içindeydi ve yanlarda her iki tarafta 4 taneydi. Yandan bakınca farklılığı belli oluyordu. Aynen Halit’e götürdüm. O da yine her zamanki mütevaziliğiyle ve sessizliğiyle, benim de bazı konularda kıllığımı da kabul ettiği için, önce Sony’dekine uygun kalıp yapmış onları tam yerlerinde presleyerek aynı havşa yerlerini yapmıştı. Belki de matkapla çözmüş olabilir. İş tamamdı. Her şey mükemmeldi. Çünkü elbirliğiyle bizler yapmıştık.
Birçok işi kendimiz yaptığımız eşe dosta yaptırdığımız halde belki de harcadığı para hazır alınacak o ayarda bir amfiden çok daha fazlaydı ama bu bizimdi ve güzeldi. Hala da öyle.
Çeşitleme ikincisinde Dual pikap için şöyle yazmıştım.
 “… Çünkü Pikabımın amfisini güçlendirmek için araştırma çalışmalarına başladım. Yine Ahmet’ten başlayarak yardım istemeye başlayabilirim, hazırlıklı olmanı tavsiye ederim.”
Ahmet’in Dual pikabın amfisindeki transistörlerin farklı olması gerektiği düşüncesi, bende farklı bir düşünce geliştirmişti. Mademki Dual’in iç amfisi çok iyi değil neden evdeki bizim yaptığımız amfiyi Dual pikap içine yerleştirmeyeyim?
Sunta üzerine monteli yakın zamana kadar burada kullandığım, bozulunca da bodruma kaldırdığım amfiyi çıkardım. Yemek masasına yaydım. Önce bozukluğunu gidermem gerekiyordu. Zaten arızayı biliyordum. Selanik Pasajından arızalı transistörü alarak tamir ettim. Bu haliyle amfi 30x40 cm bir sunta üzerine monte edilmiş halde telleri ortada, bırak Dual’i içine girmesini, masaya bile ciddi bir yer kaplıyordu ve her şey ortada hoş durmuyordu.
Emek çekilen bir şeyi atmama huyum işe yaradı. Zarfların birinin içinde Ömer’in 20 sene önce ilk çizdiği amfi şemasını aydınger baskısı vardı. Muhtemelen kart yaptırmak için almışım. Çünkü yanında malzeme listesi de ayrı bir kâğıtta duruyordu. Onu çıkardım. Biraz değişiklikle Dual içine girebilirdi. Ama o değişiklik için de bilgisayarda çizmek en doğrusuydu, o da bende yoktu. Fotokopiler çektim montajlar yaptım başarılı olamadım. Fotokopide doğrudan küçüldüğünde 5 ayaklı devre girişleri de küçüldüğü için olmuyor onları eski hale gelmesi gerekiyordu. Sonuçta ben uğraşırken Filiz “–Dual’in içine senin amfiyi koyarak Dual’in orijinalliğini bozmuyor musun?” Diyerek beni bu ufaltma sıkıntısından kurtardı ama ben bu arada başka sorunlara yelken aşmıştım.
Karaköy’de Başak Elektrik sahibi son yıllarda tanıdığım Kimya mühendisi ama Karaköy Bankalar Caddesinde elektrik yalıtım malzemeleri satan Mehmet (Üner), O’nun arkadaşı olan bir elektronikçiye yaptırdığım pre amfide de tadilatlar gerekiyordu. Mehmet 2 sene önce boğazda köpeğini gezdirirken, köpeği suya düşmüş, onu kurtarmak için O da suya atlamış. Köpek çıkmış Ahmet çıkamamış. Böylece anlamsız şekilde O’nu kaybetmiştik.
Önce Dual pikaptan amfiye bağlantı sorunu var. İçinden bağlantılar denedim farklı farklı çıkışlarından olmadı. Beyoğlu’daki yemekte Ahmet’e sordum. –Arkasında grundig fiş yeri vardır ondan alman lazım, eski olduğu için zor bulursun dedi. Uğraş didin grundiğ fiş buldum ama yine olmadı. Çünkü Dual pikaptaki grundig priz radyo girişi içinmiş. Tekrar Dual’i sök tak derken günler sonra kulaklık çıkışını buldum. Dolanıp dolanıp buna uygun (eski ya) fiş buldum, kablo aldım. Montaj yaptım ve işlem tamam. Ses mükemmel. Bizim amfiden çıkan ses Dual’in amfisinden çıkandan çok ama çok iyi hasas ve kaliteli. Ya da bana öyle geliyor. Daha kimseye dinletmedim.
İki kolonun sesi pre amfideki tek düğmeden kontrol ediliyordu. Hani standart setteki “balans” ayarı yapılamıyordu. Kolonların seslerini amfi üzerinde ayrı ayrı ayarlayabilsem, mükemmel bir balans ayarı yapma olanağı sağlayacaktım. Gerekirse kolonun birini tümüyle kapatabilecektim.
Yine bas ve tiz hoparlörlerin seslerini de ayrı ayrı yani tek tek ayarlasam, çok da keyifli olurdu. Sordum yakınımdaki dostlara “-ne gerek var, ne kazandırır, sağdaki ince sesle soldaki hoparlörden çıkan ince sesin ayrı ayrı ayarlanması ilave bir şey getirmez” dediler. Ne anlar onlar. Ben de ikiye ayırırım o zaman. Bir anahtarı çevirerek ses bas ve tizleri ortak ayrı ayrı düzenlerim yani eskisi gibi. Anahtarı çevirerek de benim istediğim gibi, sağ kolon sesinin kısılıp açılması ayrı solunki ayrı. Bir ayrı anahtar çevirerek de bas sesleri yine ayrı ayrı, bir üçüncü anahtar çevirerek de tizleri ayrı ayrı ayarlarım olur biter, hem dostlarımın dediği hem benim dediğim olur.
Eh bunu yapmak için Karaköy’de Selanik Pasajı ve Karaköy Pasajlarına defalarca gidip gelmem gerekti hala da gidiyorum. İlk aldığım potansiyometreleri (A 50K) taktım, ama ayar çok hasasalaştı ve sesi azıcık açmak aşırı ses almama neden oldu. Tekrar yollar düştüm bilmem kaçıncı kere. Bir şeyden hiç anlamamak ne kadar zormuş. Ucundan kenarında birazcık anlasam inan iş hemencecik çözülecek. Benim gibi el yordamı ve inat ve merakla yapıp keyif almak olunca iş daha da çapraşıklaşıyor. Priamfideki potansiyometre (A 50K) iken bana verilen (B 50K) imiş. Bunun da biri linner biri anaolog sorun bundanmış. Nasıl mı öğrendim. İnternet sağ olsun (ya da bulan)2-3 saatlik boğuşmadan sonra bunları buldum bir fark var ama ne olduğunu da anlamıyorum. Aynen geri götürdüm Selanik Pasajına. Adam “–sahi biri lineer ama o bende yok” dedi (uyanık bende yok demek yerine başka bir şey vermiş). Ara tara buldum. Taktım oldu. Ama bir sorun da ses ayarının yapan potansiyometrenin aynı zamanda güç anahtarı görevi de yapması için (anahtarlı A 50K) potansiyoemtre bulmam lazım. Neredeyse her dikkana baktım bulamadım. Muhtemelen ben imal edeceğim. A 50K potansın miline ilave yapıp arkasına bir anahtar monte edeceğim, ya da tam tersi bir anahtara A 50K direnci ekleyeceğim. Ne kadar zamanımı alır bilmiyorum, ama en az bir ay.
Prideki sivrilik bitti de bendeki işsizliğin getirdiği kıllık bitti mi? Emin ol hayır.
Ama şimdilik. Eee Dualden  bizim amfiye bağlayarak ses aldık da uydu antenin bağlı olduğu recevieri niye bağlamayayım. Cep telefonumun müziğini niye dinlemeyeyim, bu arada zaten bağlı olan İnci’nin (Celayir) armağanı DVD player bağlı. Bunların hepsini hatta bilgisayarı da bağlayayım ve bunların hepsini amfinin arkasından bağlayayım, önüne koyacağım bir anahtarla da istediğimi seçeyim. Yollar göründü yine defalarca, artık Selanik ve Karaköy pasajı esnafıyla ahbap olduk. Daha monte etmedim denemeler yaptım ama sonuç olumlu.
Şimdi asıl sorunum, amfiden gelen uğultuyu gidermek. Dikey olarak soketlerle bağlı olan devreleri yatay yapıp lehimli yapmak istedim. Soket yerleri zamanla okside olmuştur, temizlenmesi de kapalı olduğu için imkansız olduğundan, bunları lehimli yapayım ilk zamanlarda olan uğultu da giderek artmıştı bunu gideririm dedim. Yine birçok parçalar alarak geçici olarak tellerle bağlantılar yaparak devreleri yatırdım. Görüntü acayip tuhaf oldu hatta cep telefonumla fotoğrafını çektim. Sonuç kötüydü, aynı uğultu biraz daha artarak devam ediyordu. Ahmet’ten yardım istedim ama o da yurdışına gitti patlayan yanardağı patlayacağını biliyormuş gibi patladığı an görmeye.
Geriye tek seçenek kalıyor eski aydıngere çizilmiş devreyi hayata geçirmek. Ahmet gelene kadar bekleyemediğim için Selahattin’i aradım. Hani Dual pikabı ilk tamire uğraşan arkadaşım. Özlemişiz uzun konuşmalardan sonra işleri de yoğun olduğu için bana yaptırabileceğim yerleri tarif etti ama içine de sinmedi, görmek için istedi. Tarayıp epostayla Perşembe günü gönderdim. Cuma günü aradım. Köydeymiş o gece gitmiş. Çok yaşlı olan kayınvalidesinin cenazesindeydi. Ama yapacak olanağının olmadığını da biliyorum.
Öyle görünüyor ki yine çözüm Ahmet’te.
Şimdiki ahval bu durunda bu yazı da burada bitsin ki “dördüncüye” de konu kalsın. Neye mi? Önce yatay yeni amfinin yapımı, muhtemelen birçok da yenilikler olacak. Ardından bu amfiyi nereye koyacağım Dual pikabımın altına. Aynı kutudan olması gerekmez mi sence. Sony CD çaların altına kutu yaptık da Dual pikapın altına kutu yapmayacak mıyız? Halit bu yazıyı okursa telefonunu umarım kapatmaz. Zaten O’nun yapacağı bir şey yok, pikabın kutusu ön ve arkası hariç ahşap.
Bu yazıyı sonuna kadar okuduysan seni, sabrını kutluyorum.
Mutluluk

44 Yıllık Dual Pikap Macerası Çeşitlemesi:
Lisede münazara dersi vardı, şimdi var mı bilmiyorum, sorgulama yapıldığı için muhtemelen kaldırmışlardır ya da kaldırmak üzeredir. Sınıfta üçer beşer kişilik iki grup olur, aynı konuda iki farklı görüşü savunurduk. Ne kadar yararlı bir ders olduğunu, insana sorgulamayı öğrettiğini daha sonra anlayabildik. Bu konularda biri de “insanın gelişmesinde aile etkendir-çevre etkendir” konusuydu. Şimdi ben hangi konuyu savunduğumu anımsamıyorum; sınıf jürisinin hangi grubu başarılı bulduğunu da tabii anımsamıyorum. Ama şimdi soracak olsalar, niye ikisinden birini veya binlerce etkenin içinden niye birini ya da ikisini öne çıkarayım ki derim. Aile yapısını, hatta genleri ötelememiz olası değil. Okulda yetiştiğimiz çevreden etkilenmemiz de hiç yabana atılmaz. Bu bağlamda, bazı özelliklerimizi elimizde olmadan edindik, bazılarını da tercih ettiğimiz için öyle olduk; o huyları, özellikleri edindik.
Kültür de sanırım bu süreçte aileden başlayan, çevreyle birlikte okul sonrasına kadar biraz da kendiliğinden gelişen etkilenim, kazanım. Daha sonra bunların da yönlendirmesiyle ve tercihlerimizle belirliyoruz kültür yapımızı. Bu ülkede yaşayıp da arabesk müzik dinlememiş bir insan bulmak mümkün mü? Tercih etsen de etmesen de defalarca ve yıllarca dinlemişsindir. Ama klasik müziği dinlemeyen milyonlar vardır mutlaka. Burada, seçimimizde belirleyici olan duygusal derinliğimizin yanı sıra, bu müzikleri ne kadar sık dinlediğimiz de etkili oluyor mutlaka. Tabii sadece kültür deyince müziği almamak lazım, tüm sanat kolları da birbirini etkileyerek gencin yapısının oluşmasında etkili oluyor. Hayatında hiç roman okumamış bir insanın klasik müzik dinliyor olmasını bekleyemeyiz. Çok büyük bir olasılıkla sadece arabesk dinleyen birinin de bir roman şiir okumadığını söyleyebiliriz.
Yukarıdaki anlatımımdan tercih yaptığım anlamı çıkmasın. Bir insan emek çekilen kaliteli her tür kültür ürününü de beğenebilir, böyle olması da çok doğaldır. Biri diğerinin karşıtı değildir bence. Münazara konusundaki aile-çevre etkisi gibi, birinden biri daha ağırlıklı, belirleyici olabilir.
Bence insan zevk aldığı işi sürekli yapar, sanat dalını izler, böylece de zevk aldığı, kendisine yakın bulduğu müziği dinler. Yoksa fıkradaki gibi “Erzurum Erzurum olalı böyle işkence görmedi” ye döner iş.
Bir de anısı olan müzikler vardır bu tür yorumlardan bağımsız olarak ele alabileceğimiz. Bugün altı plağı üst üste koydum Dual pikabıma, biri de Mendelssohn’du. İkinci yüzündeki bir parça beni yıllar yılı gerilere götürdü, ama sadece bir parça. Lise yıllarında bir akraba evinde çalan bir radyoda, şarap içerken dinlemiştik. Müzik çalınca susup dinlemiştik, belki de bu beni etkilemişti. Bu hepimizde olur; bazen bir anıya, bazen bir filme götürür. Ama kesinlikle eski zamanlara.
Zaman için söylenen birçok laf vardır, belki de sonsuzdur. Kiminde yakınırız kiminde bitmesini geçmesini istemeyiz. Zaman üzerine feylesoflar da çok kafa patlatmış, çok kalem tüketmişlerdir.  Akılda kalan bazıları,’ zaman durdurulamaz’, ‘ zamanının eskitemeyeceği şey yoktur’, ‘zaman nasıl da geçti; anlamadım’ gibi neredeyse herkesin söyleyebileceği veya söylediği sözlerdir. Acaba zaman bizleri ne kadar değiştiriyor, geliştiriyor? Buna rahatlıkla çok diyebilirim. Ama bunu gelişme için söylemek daha gerçekçi. Çünkü insan çok değişmiyor. Hani derler ya yedisinde neyse yetmişinde de o. Onun gibi. Biraz köşeleri alınmış, biraz yontulmuş filan.
Kendim için de bunlar geçerli tabi.  Yaşamımı belirleyen temel düşüncelerde, inançlarda, kültürde bir değişim yok ama gelişim de doğal olarak vardır mutlaka.
Şimdi diyeceksin ki bu kadar zorlayarak bu lafları müzikten girip zamandan çıktın; niye yazdın tüm bunları. Yazdım, çünkü okuyunca bana kültür değişimine uğramış demeni istemiyorum. Yirmi yaşında Yüksel ablamın evinde başta Carmina Burana gibi klasikleri dinlerken, Neşet Ertaş’ın 45 lik küçük plağını da zevkle dinliyordum. Hatta plağın kapağındaki Ertaş’ın kocaman lüks bir villanın merdivenlerinde, elinde sazıyla çekilmiş fotoğrafına özenti diye çok kızmış ve o kapağı yırtmıştım. Ama yıllar geçtikçe öğrendim ki o fotoğrafta Neşet Ertaş’ın hiç ama hiç günahı yoktu. Adım gibi eminim ki plak yapımcısı adamı götürdü orada çektirdi fotoğrafı. Çünkü o pozu hiç kabullenememiş bir duruşu vardı.
12 Mart birçok genç gibi benim de yaşamımı tümden değiştirdi. Sonuna yaklaştığım lise bitirme ve girdiğim üniversite sınavının başarılı sonucuna rağmen, apar topar bir gecede karar verip askere gittim
İstanbul’da 2 yıl kalmıştım. Yüksel ablamlar dışında aklıma gelenler, Kemal abi, Beyhan, Zafer, Bülent gibi dostlar edinmiştim. Hemşerilerimle en çok da Ümran’la (Uyanık) görüşüyordum. Bir de Teyze oğullarım Mehmet ve Ömer.
Birçok şeyi arkada bırakmanın, biraz da zorla gitmenin getirdiği ve zaten yapıda olan karşı çıkma huylarıyla daha ilk günden ters düştüm komutanım olan, tüm özellikleri sadece benden daha önce askere gelen er-erbaş komutanlarımla. Düzeltilmesi olanaksız olduğundan bana anlamsız gelen her şeye karşı çıkıyor, katılmıyor ve ardından dayak yiyordum, bazen 1 tokat bazen 2 tokat-yumruk, günde 3-4 kere pataklandığım da oluyordu. Ama iki yumruk veya tokattan sonrasına “tamam diyordum yaptığım suçun karşılığını gördüm” ve devamına engel olmaya çalışıyor ve kesinlikle de başarıyordum. Yaptığım her karşı çıkmanın cezasını da aşağı yukarı kestiriyor ve peşin kabulleniyordum. Kabulleniyorduk desem daha doğru olur çünkü daha gittiğim ilk günden başlayarak benim gibi 12 Mart kaçkını ve yine devre kaybı gidenlerle birlikte davranıyordum. En başta da Faik (Yılmaz) ile dostluğumuz çok ileriydi. Mıntıka temizliğinden kaçmanın bedeli bir tokat veya yumruk; mutfaktan, yemekhane temizliğinden kaytarmak 2-3 tokat. Özel tarifeli işler de vardı tabii. Askerliğimin daha haftası dolmadan sabah kaytardığım mıntıka temizliğinden, Adnan’a (Celayir) rastlayınca bir saate yakın muhabbet edip, o mutlulukla yemekhaneye döndüğümde, o gün yemekhane temizliği bizim takımda olduğu için, kepçe gelene kadar 2 tokat, 3 yumruk ardından 4 kepçeye hiç gıkım çıkmamış, sırıtmıştım, beni hırpalayan Arapkirli yemekhaneci usta er komutana. Bir hafta boyunca ellerim şiştiğinden tüfeği zor tutmuştum. Yine Burdur un dağlarında sıcakta toz toprak içinde saatlerce ot yolup, bir damla su içemeden geldiğimiz eğitim alanında, Faik’le boyumuzdan dolayı en başta olduğumuzdan, on metre yanımızdaki 4 musluklu çeşmeden akan sulara dayanamayıp, bakışarak karar verip, aynı anda koşarak çeşmeye gitmiş, ağzımızı musluklara dayayıp içmeye başlamıştık. Tekmil alma işlemi durmuş, çavuşlar bizi ensemizden tutup sıraya sokmuşlardı, tekmil verilene kadar. 3-5 dakika bekleyemeyişimizin çok açık bir nedeni vardı. Çünkü tekmil ardından 450 kişi, o 4 musluğa itiş kakış koşacak, kısıtlı zaman içinde biz kimseyi itip kakmayacağımız için de susuz kalacaktık. Tekmil sonrası yediğimiz dörder okkalı yumruk için de sırıtmış Faik’le bir birimize “ucuza geldi” demiştik. Çünkü biz ilave dörder de tokat bekliyorduk. Bu yaptığımız da bir direniş biçimiydi ve belki de bizi ezilmekten koruyordu. Saygı da duyulduğunu, bizden it gibi çekindiklerini de biliyorum bundan ötürü. Benden beş-altı yaş büyük olan Faik’le beni küçük düşürmek için benim Faik’in sırtına binip herkesin yemekhanede olduğu akşam eğitimi sırasında yemekhaneye girmemi emrettikleri zaman karşı çıktığımda tüm zorlamalara ardından, bizim dikelmemizle de, ısrarcı birkaç komutan olmasına rağmen bu defa da geri basmışlardı.
İşte böyle günler geçerken yemekhaneci usta er komutanım bana “4. Batarya’ya git yemekhanecide bir plak var, onu al getir” dedi. Ben de gittim 45 lik bir Orhan Gencebay plağını getirdim. O günler askerliğimin 10. Günüyse, yaklaşık olarak, acemi birliğinde 55 gün kaldım ve geriye kalan o 45 günde sabah, öğlen ve akşam yemeklerinde “Nerde Boynu Bükük Bir Garip Görsen Hor Görme Kim bilir Ne Derdi Vardır” Türküsünü defalarca, ama defalarca dinledik. Bilsem kırardım getirirken, dayağı da yerdim, bu arabesk işkenceyi çekmekten iyiydi. Sözleri de dayanılır gibi değildi. Çoğu aklımda olduğu halde yine de internetten buldum, işte aşağıda.
Nerde boynu bükük bir garip görsen
Hor görme kim bilir ne derdi vardır
O garip halinde ne sırlar gizli
Onu bu hallere bir koyan vardır
Belki benim gibi bir sevdiği vardır

Madem yaşamaya geldik dünyaya
Benim de her şeyde bir hakkım vardır
Sevmiyorsan hor görme bari
Benim de senin gibi bir allahım vardır
Benim de senin gibi bir allahım vardır

Nice ümit dolu hayat tolunda
Yolunu kaybetmiş garip ne yapsın
Her şey haktan ama zulmetmek kuldan
Gönül bir zalimi sevdi ne yapsın
Gönül bir hayini sevdi ne yapsın

Yıllar geçse de, o türküyü dinlediğim zaman (çoğunlukla dolmuşlarda) hep askerliğimi derinden anımsadım. Yıllardır artık o türkü çalmıyor hiçbir yerde, ya da ben rastlamıyorum.
Acemilik, ustalık derken 18 ay sonra askerlik dönüşü, önce bir İstanbul seyahati yapmıştım. Az olan, yeni edindiğim dostları ziyaret etmiştim. Yüksel ablam Moran Lisesinde öğretmenliğe başlamış, Funda nişanlanmış, yakında evleniyordu, Ateş tıp öğrencisi bir sevgili bulmuştu. Demirci Kemal abi işsizdi, Yunus yine fabrikadaydı, Beyhan ve Zafer ordudan atılmışlardı; Beyhan Marmaris’te deniz kenarında ev yapıyordu, Umran yine Wat Motor’da ömür tüketiyordu, teyzeoğulları Ömer ve Memet Ankara’ya dönmüşlerdi. Elazığ öğrenci yurdundaki hemşerilerim okulu bitirmiş sağa sola dağılmışlardı. Birkaç gün sonra aileyi ziyarete Ağın’a gitmiş, babamın ısrarıyla 8 ay kalmıştım. O sürede Gürhan’la “foto ortak” stüdyosunu açmıştık, alüminyum tencereden spot ışığı, elden iyice düşme bir agrandizörle beraber, masa sandalyeyi de kendimiz yapmıştık. Arkasından Ankara ve yine İstanbul’da yaşamı yakalamaya, tırmalamaya gelmiştim.
Yıllar geçti, birçok şey gibi, askerlik anıları da unutuldu, belleğimizin gerilerinde kaldı.
Sevgili komşum Hande ile güzel bir havada Kaya’nın bizi ekmesiyle, o 4-5 aydır hiç pisiklete binmediği halde beni yalnız bırakmadı ve ikimiz daha öncede defalarca yaptığımız gibi 17 km pedal basıp Selimpaşa’ya gittik. Her zamanki gibi Çarli’nin kahvesinde daha maden sularımızı söylemeden saçının sakalının arkasından Yaşar göründü. Her zaman Selimpaşa’ya gittiğimde arardım onu, biraz oturup arayacaktım ama yine sitem etti. Yaşar’ın evi Selimpaşa limanının hemen üstünde denizden güneşin doğuşunu da batışını da izleyen, balıkçıların ve teknelerin tüm davranışlarını inceleyebilen bir konumda. Yaşar’ın “tarlam” dediği 10 metrekarelik ev önü açıklığında çalışıyormuş biz gittiğimizde, kahve için gelmiş. Her gittiğimde, yüzlerce olan plaklarını Dual plakta bize dinletirdi yeni dostum.   Biz terli terli maden sularımızı o kahvesini içerken, söz açıldı benim Dual pikap maceramdan, yazıyı o da okumuştu.
Birkaç plağı üst üste koyup çalabilmek için diskin ortasına takılan 10 cm boyunda 0.5 cm kalınlığında adı “çoklu mil” olan bir parça var. Bende yoktu. İnternetten sipariş vermiştim, bir gün önce gelmiş ama bozuk (?) çıkmıştı. Çoklu mil’i aldığım internet satıcısı zzzafer’e (Zafer İpek) bozuk çıktığını tekrar kargo ücreti ödemek istemediğimi yazdım. Bana hemen, yenisinin kargosunu kendisinin ödeyeceğini eski gönderdiğinden hiç bahsetmeden yazdı ve hemen de gönderdi. Doğrusu böyle satıcıya epeydir rastlamamıştım, beni şaşırtmıştı.
Ertesi gün geldi, kargocuyu beklettim, pikaba taktım, o da çalışmıyordu, arıza benden olabilirdi! Teslim aldım. Tekrar söktüm pikabı, bir iki saatlik ince ayar ardından plaklar peş peşe çalıp düşüyordu. Çoklu milin ikisi de saat gibi çalışıyordu. İlk gelende, tırnağın biri biraz zorlanıyordu, onu yağlamıştım. Durumu Zafer’e hemen yazdım, ama sorunun benim pikaptan kaynaklanıyor olabileceğine kesin inandığım halde bunu yazmaya, doğrusu cesaret edemedim. Olabilme ihtimalini yağladığım için artık çalışıyor belki de olabilir bahanesini yazarak adresini istedim. Kargo ücretini de ödeyerek iade ettim. Bu yazıyı O’na da gönderirsem iyice rahatlayacağım.
Yaşar da da o çoklu milden vardı ama kullanmıyordu, kullanmayı da bilmiyordu. Benim eşten dosttan ve piyasadan derlemeye çalıştığım plaklara Yaşar da katkı yapıyordu. Bu arada çok ilginç bir gözlemimi de buraya yazmak istiyorum. Eski plakları evlerinde çalan Peyami, Yaşar gibi dostlarım plaklarını seçip, ‘bunu seversin’ diye bana verirken, yıllardır kullanmadıkları için atmayı düşündükleri pikap ve plaklarına talip olunca önce sevinen dostlarım, sonra ilginç şekilde vazgeçtiler. Doğrusu bunun nedenini anlayabilmiş değilim. Buna sadece Cevat uymadı, kullanmadığı çoğu klasik plakları seçerek birçoğunu bana verdi.
Şimdi yine gelelim Selimpaşa’da Çarli’nin kahvesindeki üçlü muhabbete.
Yaşar çoklu milin 45 lik plaklarda kullanılıp kullanılamadığını sordu, tabiî ki kullanılırdı, ama ben Onda 45 lik plak olduğunu bilmiyordum. “Oooo” dedi. Her zamanki iyi şeyleri aşırı abartması, kötülükleri görmezden gelmesi özelliğiyle “1000 tane 45 lik plak var, belki de fazla” dedi. Ben bundan 100 civarında plak var anladım. Neler olduğunu da sayarken saydı saydı  Orhan Gencebay’da var deyince “Nerde Boynu Bükük Bir Garip Görsen”….” Olmaa mı? dedi var tabii, mutlaka vardır” dedi. Tabii hemen talip oldum.
Akşam Yaşar aradı plağı bulmuş, bana dinletiyordu.
İnan bana hiç de kötü bir müzik olarak gelmedi şimdi. Bir zamanlar işkence diye algılıyordum, şimdi sadece kısaca dinlemek hoşuma gitti. Bunun bende olan bir değişiklikten değil, benim o günlerdeki direncime olan güvenden geldiğini sanıyorum; bir anı olarak da o günleri hatırlıyorum anlaşılan.
Evvelden “pehlivan tefrikası1” diye bir yazı biçim vardı. Şimdiki dizi filmlerin o zamanki gazetelerdeki benzerleri, karşılıkları. Biri birine çok benzer ve hep devam eder, bırakamazsın da. Böyle yazıların tümüne “pehlivan tefrikasına döndü” derlerdi. Eğer sen böyle yazdığım Dual tefrikamdan hoşlanır bunu da belli edersen bu da “Dual pehlivan tefrikasına” dönecek. Çünkü Pikabımın amfisini güçlendirmek için araştırma çalışmalarına başladım. Yine Ahmet’ten başlayarak yardım istemeye başlayabilirim, hazırlıklı olmanı tavsiye ederim.
İşte böyle, bu yazıyı yazarken pikapta sırasıyla Teodorakis, Joan Baez, Rodrigo, Tchaiskovsky ve Ruhi Su’nun Çocuklar plakları çalıyor. Beşli bitince takım olarak çeviriyorum, arka yüzleri çalıyor.
Mutluluğun adı ne?
44 Yıllık Dual Pikap Maceram (davet)

Bu yazıyı seni düşünerek yazdığım için “sen” diye anlatacağım, genel bir yazı olmadığı için, yadırgama lütfen. Hani sanki karşımdaymışsın da anlatıyormuşum gibi. Böyle daha çok kolay ve keyifli oluyor. Ve de çok daha sıcak tabii.
1969’da İstanbul’a ilk geldiğimde, birçokları gibi otobüsle geldiğim için denizi Haydarpaşa’da görmedim. İlk defa denize İdealtepe plajında girdim. “Martıların sesleri bülbülden daha güzeldir” diye beni işleten yakınımın sayesinde, martıyı ilk defa sabah Sirkeci vapurunda gördüm hayal kırıklığıyla. Bugüne kadar birçok ilki bu kentte yaşadım. Böyle böyle de bugünlere geldim, geldik.
Oscar Wilde şöyle diyor “Yaşamak dünyada ender bulunan bir şeydir. Çoğu insan ‘vardır’ o kadar” Doğada tüm canlıların temel içgüdüsü cinsinin devamıdır. Bunun için de beslenme ve çiftleşme güdüleri. Bu güdüler tüm canlıları var ediyor ve yönlendiriyor; yaşlandırıyor, gençlik dinamizmi, çekiciliği veriyor. Ama günümüz insanı için sadece bu doğal güdülerle yaşamak ne kadar mümkün ve doğru, tartışmaya bile gerek yok. Mümkün değil, çünkü bugün yaşamak için o kadar çok yapılması gereken var ki.
Yaşamak için gerekli gıdaları temin için bizzat onları üretmiyoruz, onları başka işler yaparak kazandığımız parayla satın alıyoruz. O parayı kazanmak içinde gecemizi gündüzümüze katıp çalışıyoruz. Kazancımızı da harcamamız için korkunç bir kampanyayla “var olmak için satın al, tüket” zorlamasının etkisiyle gerçek ihtiyaçlarımızın farkında olmadan “daha iyi” şeylere sahip olmaya çalışıyoruz. Elimizdekilerin kıymeti gözümüzde kayboluyor, harcıyoruz, atıyoruz. Bu da gerçek ihtiyaçlarımızı, bizi bir insan olarak mutlu edecek ihtiyaçlarımızı unutmamıza neden oluyor. Şeyler kullanım amacının dışında bir imaj, bir var olma objesine dönüşüyor. Bunun da sonu gelmiyor, eldekiler gerçek mutluluğu getirmediğinden yeterli olmuyor ve yenilik adına sürekli daha pahalı ve lüks olan üretildiği için, kullandığımız ve işimizi fazlasıyla gören şeyleri satıp savıp onları alıyoruz. Buna çoğunlukla en yakınımızdaki insanları da dâhil edebiliriz maalesef. Bu kısır döngü sonuçta insanın kendisi için yaşamamasına, düzenin bir dişlisi haline gelmesine neden oluyor. Ve bir gün sağlık sorunları vb. başlıyor, deniz bitiyor, artık çok geç kalınmış oluyor.
Hâlbuki temel güdülerin dışında bizi mutlu edecek birçok neden var, bundan eminim. Bunlar da çok uzakta değil. Yeterki mutlu olmak için, kendimiz için etki altında kalmadan düşünelim, çevremizi görebilelim. Belki en yakınımızdaki, yıllardır birlikte olduğumuz eşimizin dudağındaki kıvrımı “yeniden” görmek ve mutluluğumuzu iletmek, belki zevkle yapacağımız bir yemeği bir “tören” havasında yemek, belki çok eski bir dostu ziyarete gitmek, telefonla aramak, kullana kullana artık neredeyse vücudumuzun bir parçası haline gelmiş bir aleti temizlemek, evimizin hemen yanı başında doğadaki bir canlıyla ilgilenmek, onu incelemek gibi… Bunlar binlerce ama binlerce çoğaltılabilir. Ama bir şeyi biliyorum, bunu herkes başarabilir ve gerçekten ama gerçekten kendi mutluluğunu her an yakalayabilir. Oysa düzenin tuzağına düşüp it gibi koşturup, kazancını zokayı yutmuş balık gibi kontrolsüz harcayan insan aslında “vardır” o kadar.
Bu kentte tanıdığım ilk komşum Yüksel ablamdı. Ailece Kadıköy Yoğurtçu Park’taki apartmanının üst katında oturuyordu. Oğlu Ateş ve kızı Funda benim yaşlarımda ve öğrenciydiler.
Almanya üretimi Dual marka pikabı ilk onlarda gördüm. Müzik dinleme kültürüm olsa da kaliteli müziği özel bir ortamda dinlemenin tadına bu evde vardım. Aklımda hep kalan Karl Orff’un Carmina Burana’sını burada öyle dinledim, kahve içerken sessiz bir ortamda.
Zaman zaman Şifa’daki tek odalı cumbalı deniz manzaralı bekâr evimden gider, kahve bahanesiyle o ortamda klasik müzik dinlerdim.
Karaköy Necatibey Caddesinde bir maden şirketinde teknik ressam olarak çalışıyordum. Çoğunlukla elektrik-elektronikçilerin olduğu (bugün de öyle) Yüksekkaldırım’ın altından geçer vapura giderdim. Arada sırada da Yüksekkaldırım’a çıkar bu aletlere bakardım. Özellikle de Yüksel ablamın evinde yeni tanıştığım muhteşem sesiyle Dual pikaplara. Fiyatları da çok pahalıydı. Yaşamak için kente tırnaklarını geçirmiş 20 yaşında bir delikanlının Dual pikap ve bunun için plaklar alıp evinde dinleyebilme hayali çok güzeldi ve hayal için para da gerekmiyordu.
Asıl işimin yanı sıra Cağaloğlu’nda dergilere, yayınevlerine çizimler yaparak kazancımı çok ciddi olarak artırsam da yeni bir Dual’i satın almak çok zordu. Yine bakındığım bir gün, Yüksekkaldırım’ın başında sağdaki ilk dükkânda “Dual Dek” fiyatı olağanüstü ucuzdu ve bir iki ayda biriktirip alabileceğim miktardaydı. Öyle de yaptım. Bir iki de plak aldım. Para cebimde, sanırım aybaşında bir öğlen gittim, hâlâ ellerinde vardı. İçeri girdiğimde satıcı, pikap için hangi amfiyi kullanacağımı, ellerinde çok iyi amfi olduğunu söyleyip çeşitli açıklamalar yaptığında ortaya çıktı ki, “Dek” demek sadece plaktaki mekanik çizgileri işleyip ses çıkaracak amfiye sinyal gönderen demekmiş ve amfisiz hiçbir işe yaramazmış dek. Elim boş nasıl çıktım, o parayı tam olarak ne yaptım anımsamıyorum (belki de bugün bile kullandığım iki labut’u aldım),  ama bugüne kadar da kendi evimde Dual’im hiç olmadı, yani 44 yıl. Bu arada dostların evlerinde dinlediklerim de doğrusu aklımda iz bırakmamış, ya da ilk tanıştığım zamanki izlenim bunların iz bırakmasına izin vermemiş.
Böylece de kaliteli müzik için neredeyse en mükemmel çözüm olan bu Dual meselesi de benim için kapandı. Ya da öyle sanıyordum; ta ki bundan dört sene önce, yani Dual pikapla tanıştığımdan 40 yıl sonra, İbrahim’le Güzelce’den çıkıp Edremit’e bisikletle gitmeye karar verip, bunu uygulamaya sokana kadar.
İki teker üstünde üçüncü günümüzün akşamında Peyami’nin Tavaklı İskelesindeki evine (eş dost çok olunca ev de kır meyhanesine dönüşmüştü mecburen) gidene kadar. O günkü notlarımdan aynen alıntılıyorum.
“Ezine’nin içinden Tavaklı İskelesi’ne kadar, kendimizi Peyami’nin sıcak dostluğuna teslim edene kadar tek çekere bastık durduk. Peyami, birçok dostumuzun aksine daha telefonda yaptığı bu bisiklet yolculuğuna içten desteğini, bizi Tavaklı iskelesindeki sahibi olduğu kır meyhanesi “Hayat Bahçesi”nden bisikletiyle bizi karşılamak için 1,5-2 km gelip, pekiştirerek gösterdi. Peyami, sonra onun olağanüstü sıcak mekânı tüm yorgunluğumuzu aldı. İki gün önceki ay yine bizi takip ediyordu ve kumların üzerinde güzel-özel mezelerle demlenip, Dual pikapta çalan eski müziklerle mest etti. Taş plaktan çıkan nağmeler de bizi nakavt etti. Kalktığımızda kumlar üzerindeki kahvaltının ardından yol arkadaşım İzmir’e doğru hareketlendi. Biz Peyami’yle bir gün daha geçirdik, hasret giderdik. İkinci günün sabahı 4.30 da kalkıp parmak ucuma basarak hazırlandım. Kumlar üstünde Dual’de çalan Adamo eşliğinde birer kahve içip 5.20 de tek çekere atladım Bayramiç’e doğru.”
O gün, o güzel kır bahçesindeki güzel ortamda dinlenen Dual’den çıkan müzik, bana yeniden Dual özlemini uyandırdı anlaşılan.
Şimdi bu yazıyı yazarken zaman zaman kalkıyor plağı çeviriyor, değiştiriyorum. Geç gelen keyif daha keyifli inan.
Yaklaşık iki sene önce, Halis’in işyerinde bir hurç içindeki Dual’i görünce hemen sulandım tabii. Çok yakını vefat etmiş birine aitmiş, şimdi tamir ettirip yeni evlenen yakınının oğluna sürpriz yapacakmış. Sulanmaktan tabii olarak vazgeçtim. Aradan bir sene geçti hâlâ duruyordu hurç orada ve bir yokladım. “Yo, sana vermeyeceğim, daha yaptıramadım diye veremedim ama yaptıracağım” dedi. Böylece her gidişimde orada olduğunu bilsem de ilgilenmedim.
Bundan yaklaşık altı ay önce Filiz, Nazan, Peyami ile beraber Beyoğlu’nda öğlen rakısı içiyorduk, meyhane Halis’e çok yakındı. Aradım, bize katılmasını söyledim. Geldi, işinin olduğunu daha sonra gelmeye çalışacağını söyleyerek gitti. Gitmeden de o pikabın artık bana ait olduğunu, arızasını ancak benim halledebileceğimi söyledi.
Böylece benim 44 yıl sonra ikinci Dual pikap edinme maceram da başlamış oldu.
Dual, Kozyatağı’nda Halis’in ahbabı bir Sony servisindeymiş. Tamir için bırakmış ama yapamamışlar (bana öyle dedi). Oradan almak Güzelce’ye getirmek iki tekeri dört tekere tercih ettiğimden beri çok zordu. Ağır ve havaleliydi.
En yakınında eski ahbabım artık Halit’in elemanı olan Selahattin oturuyordu. İşi de alaydan elektronikti zaten.
Ben bu arada plak edinmeye de başladım. Peyami’den 2 tane aldık. Filiz’le ziyaretlerine gittiğimiz Hasan Cevad’lardan da 8 adet klasik ve çok iyi bakılmış plak aldık. İki tane deneme için Kadıköy Elhamra pasajından aldım, Ayşe de Ece’nin Ankara’daki işyeri komşusundan 15-20 plak getirmiş (el koydum tabii). En son Alaattin, daha hiç çalınmamış 8 Ruhi Su plağı getirdi.
Selahattin pikabı hemen aldı. Söylediğine göre bir pazar tam günde ancak motorunu döndürebilmiş ama ses çıkmamakta ısrar ediyormuş. Bir süre daha kaldı, çok uğraştığı halde yapamadı, böylece de yılbaşı öncesine kadar unuttum. Yılbaşından bir hafta önce aradı, eşi evde kalabalık ettiği için halletmesini istemiş haklı olarak. İşlerinin arasında zahmet vermemeyim diye daha önce bahsettiğim Ahmet’e ilettim durumu, O’nun da evi Selahattin’e yakın ve iş yolu üzerindeydi. Telefonlarını verdim karşılıklı olarak. Ahmet de aynı gün almış ve mekaniğinin ciddi olarak elden geçmesi gerektiğini, bunu benim yapabileceğimi söyleyerek elektronik işine girişti. Bir hafta sonra da, ses çıkmaya başladığını ama tam olması için daha uğraşması gerektiğini, yakında da yurtdışına gideceğini mart ayı gibi bitireceğini söyleyince, izin verirse o arada benim de uğraşabileceğimi söyledim. Ahmet, Osman’ın defnedildiği gün Karaköy’den Güzelce’ye getirdi ve döndü. Gelirken Müzeyyen’i de getirdik Beylikdüzü’ne kadar.
Evde masaya yayıldım. Stereonun bir kanalından ses çıkmıyor ve hışırtı geliyordu. Tüm mekanik parçalarını söktüm. Eski gres eskimeden ve tozdan sertleşmiş, parçaların hareketini engelliyordu. Benzinle yıkayıp yeniden gresledim. Bu benim için büyük bir keyifti. Bu keyif iki günde bitti. Amfi kısmının bir kanalında bir direnç yanmış, yanındaki kondansatörü de etkilemişti. Durup dururken direnç yanmayacağı için, en yakınındaki transistörün yaktığını düşünerek her 3 parçayı da sökerek Karaköy’e gittim, Selanik pasajından parçaları aldım. Yolda Ahmet aradı, direncin yanmasına sebep transistördür dedi, ben de zaten düşünerek aldığımı söyledim.
Eve geldim heyecanla parçaları taktım. Mekaniğin ayarlarını, bir yandan çalışma prensiplerini öğrenip bir yandan da ayarlayarak 1-2 gün geçirip, bir plak koyup çalmak istedim.
Ses çıkmıyordu, uğraş didin inat ediyordu. Hani saçı olanlar der ya “saçımı başımı yolacağım” o duruma geldim. Elektronikten de fazlaca anlamadığım için çözemiyordum. Kafanın bağlantı yerlerinde sorun olabilir diye çok uğraştım. Tüm parçaların kontaklarını temizledim, sonuç değişmiyordu; sanıyorum amfiye sinyal gitmiyordu, ama bulamıyordum, aletle de ölçmeyi beceremiyordum. İğne plağa çok yaklaştığı için onun bağlı olduğu plastik plağa sürtüyordu. Onun ayarını bilmediğimden iğneyi cımbızla biraz kaldırayım dedim, iğne kırıldı. O arada Ahmet, transistörlerin dördünü de değiştirmemi söyledi. Yine Karaköy yolu gözüktü. İnternette iğneler 45 liradan başlıyordu. Karaköy’de Aliihsan’ın varlığıyla 40 liraya aldım. Eve gelip daha soluk almadan iğneyi taktım ama yine bizim Dual konuşmamakta ısrar ediyordu. O sırada telefon eden Filiz’e “bu alet konuşmamakta ısrar ediyor, bizim polis bu konuda çok becerikli, acaba onları mı çağırsam” diyerek espriyle kendimi rahatlatmaya çalıştım.
Tekrar Ahmet’e de vermek istemiyordum, hem işlerinin arasına giriyordu hem Dudullu’ya götürmek de esas sorundu. O gün Müzeyyen kahve içmeye çağırdı. Öğleden sonra arabasıyla Şenesenevler’e gideceğini birkaç gün kalacağını söyleyince, Ahmet’i aradım. Karşılıklı telefonlarını verdim birbirlerine. Sabah Ahmet eve giderek otoparkta kendi arabasına almış.
Beni aradı, sorun kafadaymış, benim teşhisim doğruymuş, bağlantı yeri sorun çıkarıyormuş. Şimdi de asıl sorun nasıl getirecektim Güzelce’ye. Yavuz’u aradım, arabasını Davutpaşa’dan alıp, Dudulu’ya gidip Dual’i eve getirip dönecektim. Metrobüsteyken Ahmet’i aradım. O da Akşam 5.00’te Sanayi Odasında olacakmış, hiç karşıya geçme ben Davutpaşa’ya getiririm dedi. Böylece Yavuz’un arabasını almamada gerek kalmayabilirdi. Bizim Dede aklıma geldi, Gürsel Mahallesinden geçerken Davutpaşa’ya uğrar beraber eve dönerdik. Dede’nin Mercedes cipi bana İbrahim’in Mercedes makam aracını getirdi. O da Maslakta çalışıyordu ve akşam 4.30 gibi işten çıkıyor Mimaroba’ya evine geliyordu. Onu aradım, Ahmet’i aradım derken üçümüz Mecidiyeköy’de buluştuk. Benim kıymetli Dual’imi BMV’den Mercedes’e aktarma yapıp İbrahim’le eve geldik.
Hemen de taktım, eh çok keyifliydi. Önce Halis’i aradım sesi dinlettim. Sonra stereoya alınca seste bir tuhaflık vardı, dikkat edince gördüm ki kanalın biri çalışmıyordu. Ya sabah bozulmuştu ya da öyleydi, monoda olduğu için fark etmemiştik. Dün sabah yine evi atölyeye çevirdim. Akşama kadar tüm akım yollarını takip ettim, testler yaptım kendimce. En sonunda kafa çıkışından amfinin bir kanalına sinyal gitmediğini buldum. Dün akşam ve bugün öğlene kadar küçücük kafayla saat tamircisi olan babamdan kalan aletlerle uğraştım, söktüm, taktım, temizledim, denemeler yaptım.
Şimdi mükemmel olarak çalıyor, sorunsuz. O kadar keyifliyim ki, oturdum bir yandan Chopin dinliyor bir yanda kahve içerken bunları yazıyorum.
Bir şeyi yeni olarak almaktan çok ama çok daha keyifli bir durum bu, inan.
Yetmişlerin ortalarında çok sık olarak sıcak atmosferli evinde kaldığım Nurten ablam “bulaşık yıkamayı çok seviyorum” demişti. O zaman çok yadırgamış, doğrusu ya hiç de kabullenememiştim. Ama Nurten ablayı iyi tanıdığım için, bunu bir yandan da düşünmeden edememiştim. Epeyce bir zaman sonra bulmuştum mantığını, “kirli, pis, o halde kullanılamaz bir şeyi pırıl pırıl ve kullanılır hale getirmenin sevgisiydi” o. Gittim sordum, haklıydım.
Şimdi bu keyifli anımda şöyle düşünmeden de edemiyorum doğrusu. Bir de Yüksel Ablam olsa kahve yapsa, Filiz Carmina Burana bulsa getirse, Halis, Peyami, Ahmet, İbrahim, Müzeyyen, Selahattin, Yavuz, Nurten ablam hep beraber dinleyip sessizce arada bakışarak içsek, sonra sohbet etsek.
Mutluluğun en güzeli de paylaşmaktır bence. Ben de şimdi bunu yaptım. Sen de zamanını ayırıp okuduğun için mutlu ol.

Osman Kapusuz
İki Teker Üstünde Özgürlük.

Zor yıllar zor günler geçiriyoruz, karanlığa, geriye doğru pupa yelken gidiyoruz. Her geçen gün karanlığa doğru bir haberle oluşumla karşılaşıyoruz. Benim gibi tercihini akılla inanç arasında aklıdan yana yapan ve bu doğrultuda daha iyi bir dünya daha yaşanılır bir ülke için mücadele eden, bunun için de “ben” den önce “biz” olan öylece de var olmayı becerebilen bir kuşak temsilcileri olarak çok daha zor. En büyük zorluk da örgütlü bir şey, sonuca götürecek doğrultuda işe yarayacak bir şey yapamamak. Bu insanı hepten zor durumlarda bırakıyor. Seçimler filan gibi zamanlarda o günkü şartlara göre en doğru bildiğimiz doğrultuda aktif çaba harcasak da, günlük yaşamımızda yakın çevremizde bir çaba içinde girsek de yeterli olmadığını biliyorum. Nesilden nesile taşınan örgütlü siyasi bir mücadelenin sıcaklığı ve köklü değişiklikler bırakan değişimler sağlaması olası değil. Kişisel çabalarımız da kendini tatmin etmekten öteye gidemiyor. Sosyal medyada koltuğa yayılıp okunan bir yazıya bir satır da açıklama getirip takipçilerine paylaşmak kendini tatminden öte ne kadar işe yarıyor? Üstelik de takipçilerin de senin gibi düşünenler. Bazı arkadaşlarım olaylara yönelik kısa da olsa kendi yorumlarıyla yazmaları olaylara açılım açısından yararlı ve doğru olsa da bir siyasi çatı altında bir hedefe doğru verilen mücadele olmayınca sonuç çok da değişmiyor.
Bunları niye yazıyorum? Niye bir bisiklet tur notlarının başına da üstelik kitaplar dolusu yazılabilecek bir konuyu bir paragrafta anlatmaya çalışıyorum. Amacım siyasi bir ayar vermek eleştirmek de hiç değil. Amacım zor zamanlarda birey olarak da insanın günlük yaşamı dışında, kendine biçilenlerden başka yeni bir açılımla klasik alışkanlıklardan sıkıntılardan kurtulma yollarının olabileceğini söylemek, deneyimimi paylaşmak.
Bir laf var çok sevdiğim. Doğadan uzaklaşanın kalbi katılaşır. Bu doğru bulduğum bir söz. Evet, sağlığımızın şartlarımızın elverdiği oranda doğada olmaya çalışmak insanı rahatlatıyor, insanın katılığını bakışındaki sertliği alıyor. Şimdi bana karşı çıkıyor belki de küçümsüyorsun. Karşı çık ama denemende yarar var. Bir Eğe kasabası veya köyünün sakinleştirici etkisi biraz da bu. Oradaki yaşamın daha çok doğa içinde olması ve bunu sonucu da insanların daha sakin yaşamaları. Eh Eğe kasabasına gitmiyor gidemiyorsam da bunu başka yollarla sağlamaya çalışmak da çok zor değil.
Notlarım seni sıkabilir. Sıksın. Yine de oku bence, hatta kendini benim yerime koyarak okumaya çalış. 80-90 km pedal çevirip, akşam bir kuytuda toz toprak içinde belki çamurda çantaları boşaltıp çadır kurup, yerleştirip, yemek pişirip yattıktan sonra sabah tüm bunları mutlaka bir düzen içinde tekrar toplarken bir de yağmura yakalanıp, önündeki yokuşa yönelmenin hiç de imkânsız olmayacağını hatta alışınca nasıl bir keyif olabileceğini düşün. Bitmeyen bir yokuşu, her dönemeçte artık yokuş bitiyor diye beklerken döndüğünde bir yokuş daha çıkınca ve bu böyle defalarca sen kan ter içinde kalarak sürerken yokuş bittiğinde soluklanıp içtiğin suyun tadı, rüzgârın terli yüzünde yaptığı okşamayı, kuş seslerini toprak kokusunu daha farklı seveceksin. Soluk soluğa pedallarken yolda ezilen bir yeşil kertenkeleyi görüp acaba yaşıyor mu diye merak edecek belki de durup bakacaksın. Ne bileyim ben belki sen de zehri kapar 3 kuruş verip iki teker edinirsin. Bilesin ki iki teker üstündeyken aklında evirip çevirdiğin belki de bir yere sığdıramadığın aklından da atamadığın düşünceleri bir yana bırakmak zorunda kalacaksın. Mecbur kalacaksın çünkü o incecik iki teker senin tüm duyu organlarını esir alıp harekete geçirecek, alışkanlıklarını değiştirecek. Evde telefon uzun süre çalmayınca üzülüyorken, iki haftalık tur boyunca telefonunun hiç çalmaması bırak üzmeyi hiç aklıma dahi getirmeyecek.
Yedi sene önce Marmara’yı kuzeyden gidip Kazdağları’nı geçerek Eğe ‘ye gidişimizdeki notlarımda: “Bir de Marmara’yı güneyinden geçip Yine Kazdağları’nı bu sefer daha doğudan geçmeyi düşündüğümü yazmıştım. Yıllar geçti, birçok yere turladığım halde arkadaş bulamayınca burası öylece kaldı gitti. Yol arkadaşları bulunca bu yıl bu isteğim de gerçekleşti. Bu yazıda bu turun notlarını okuyacaksın, tabi, sabır edersen. Biliyorsun ben doğa yürüyüşleri, dağ tırmanışları, pisiklet anılarımı yazarken çenem düşüyor. İstanbul’da sabah yaptığım bir işi akşam unuturken bu gezilerde her şey aklımda kalıyor. Ne kadar kısaltmaya çalışsam da uzattıkça uzatıyorum. Kimse de bunu yüzüme vurmuyor.
Delikanlılığımda otobüs yolculuklarında çok sinirlendiğim sorular vardı. Bunlar “memleket neresi?” ve “askerliği nerede yaptın” sorularıydı. Bu soruların ardından anlamsız bilinen muhabbetler gelirdi. Yıllar geçip yaşamda oldukça yol aldıktan sonra şimdi de özelikle pisiklet yolculuklarımda mola verdiğimiz yerlerde “yaşın kaç?” sorusu yine beni sinirlendiriyor. Ardından da yine klasik laflar oluyor. Biraz şaşkınlık ardından “göstermiyorsun”, gibi sözler geliyor. Benden epeyce daha az yaşamış ama benim birkaç yaş daha ilerimde görünen adama şunu söyleyemiyorum. Söyleyemiyorum ve sinirleniyorum, bazen de bu sinirliğimi belli ediyor insanları kırıyorum istemeden.
Şu yanıtı, muhtemelen anlaşılmayacağım için veremiyorum.
Ben her canlı gibi yaşamaya çalışıyorum, böyle de yapmaya çabaladım yaşamım boyunca. Sokaktaki köpek gibi, dağdaki kurt, denizdeki balık, havadaki kuş gibi hareket etmeye çalıştım, olabildiğince sağlıklı doğal beslenmeye çalıştım. Bana dayatılan, öğretilen yaşam biçimlerini davranışları çoğunlukla yapmamaya çalıştım. Şimdi de buna devam ediyorum. Beslenmem için gereken yiyecek alacak paramı kazanmama ve bunu da hep becerememe rağmen yan gelip yatmadım, yatmıyorum. Karnını doyurmak için koşuşturan, uçan yüzen her öğününde bunun için çaba harcayan her canlı gibi, o öğün yiyeceğimi avlayacakmış, bulacakmış gibi ben de hareket ettim. Ya işe koştum ya boşa ya da spora. Bu da bana mutluluk verdi. Bunun, karizma denilen aptalca ağır adamlık özellikleri edinmemi de yok eden bir davranış olduğunu biliyorum, bundan dolayı da mutluyum. Şimdi de her öğün yiyeceğimizi, para yerine bizzat yiyeceğin kendisini, diğer canlılar gibi kendi çabamızla edinmek zorunda kalsaydık bu gün de aç kalmazdım sanırım. Ben normal yaşımdayım her şeyimle. Sen ise böyle yapmamışsın. Tüketmişsin makineyi. Ben ne yapayım. Bir yandan makineyi tüketmişsin bir yandan da mutluluğu kaybetmiş kalıplar içinde yaşıyorsun. Suratın asık, muhtemelen mutlu olmayı mutluluğu aramayı da bırakalı çok olmuştur.
Bu dediklerim sadece gittiğimiz kırsaldaki insanlarda geçerli değil, kentte de aynı, hatta daha hareketsiz bir yaşam var. Bir de yaşanan yıllar çoğalıp, emeklilik denilen illet de boğazına yapışmışsa çekiliyor kenara. Kahve kültürü varsa, işe gider gibi kahveye gidip aynı saatte de işten gelir gibi eve dönüyor. Bu yoksa eşinin dizlerinin dibinde ona yaşamı dar etmekle meşgul oluyor. Hele bir de geçmişinde politika ile uğraşmışsa, memleketi kurtarmak için iki tek atmaya da gerek duymadan en derin tahlilleri sıralayıveriyor peş peşe sosyal medyada.
Bu lafları ne kırsalda çoğunlukla köylerde rastladığım insanlara ne de kentlerde konuştuklarıma diyemiyorum. Ama neredeyse uğradığımız her yerleşim yerinde bu konuda bir şeyler konuşuluyor. Konu çok zor iş taa oralardan buraya kadar ile başlayıp ilerlemiş yaşa geliyor. İçlerinden şöyle dediklerini işitir gibi oluyorum çoğunlukla. Ben kendime eziyet etmem. Bu davranışları sadece fiziki çabanın yadırganması değil. Bir de öğretilmiş alışılmış davranış dışında bir şey görmeleri yatıyor. Yaşını başını almış birinin köşesinde oturmak varken üstelik de bir bisikletle dağ bayır dolaşması çok yadırganıyor. Çünkü alışılmışın öğretilmişin dışına çıkılıyor.
Bu konu gerçekte buraya sığdırılamayacak kadar geniş bir konu, zaman ayarlayalım oturup konuşalım istersen, uzun uzun. Ben iyice uzatmadan konuya, pedallamaya geleyim.
Bu sene gittiğim İğneada turunda, 14 kişiden biri de Özgür Akar’dı. Girişken genç bir arkadaş. O’nun ilk uzun turuydu. İyi bir tur arkadaşıydı. Döner dönmez de anılarını yazdı fotoğrafladı. Eylül başında da Marmara-Eğe arasında bir tur düzeleme planına başladı. Ben de Kazdağları turunu önerdim. Onun aklından geçene de uyuyormuş zaten. Böylece Özgür’ün önderliğinde tur ekibi, güzergâhı vs oluşmaya başladı.
Tur benim için yaklaşık 1000 km olacaktı. Bunu yarısı bir hafta boyunca arkadaşlarımla Edremit’e kadar, sonra yolda kimseyi bulmazsam, Altınoluk, Bayramiç, Çanakkale üzerinden turu yalnız tamamlayacaktım. Bakalım turu tam olarak bitirebilecek miyim?
Tur için baştan kabaca bir rota belirlenip plan yapılıyor. Ama yola çıkıldığında bu plana çoğunlukla uyulmuyor. Yol değiştiriliyor, daha güzel bir yer bulunca o gün çok da yol alınmadığı halde çok güzel bir yere rastlayınca hemencecik dere kenarına kamp kuruluyor. Aksamalar ise genellikle hava şartlarından oluyor. Toprak veya araç trafiğinin yoğun olduğu yollarda yağmur çok keyif vermiyor doğrusu. Yolun yokuşları ve bozukluğu genellikle planımızı etkilemiyor. Lastik patlaması en sık rastladığımız aksilikse en seyreği ise kaza yapmak.
Özgür ve benden başka bu yaz yaptığımız Kapıdağı turundan tanıdığım Ozan Çetin talip oldu tura. Böylece Vatsap grubunda yazışarak hazırlığa başladık. Kurban bayramı tatili 9 gün yapılmış, arkadaşlarım da bu tatilden faydalanacaklardı. Bayram sonrasındaki pazartesi işbaşı yapacaklardı, sekizinci gün cumartesi dönmek üzere Akçay’dan dönüş biletlerini aldılar. Yalova’dan başlayacağımız tur, Biğa’ya kadar tümüyle Marmara kıyısından, Yenice Akçakoyun Köyünden sonra Kazdağları’nı zirvedeki Dalak suyu ve yangın kulesinden geçip Edremit’e inecektik. Arkadaşlarım burada ayrılacakları için ikinci haftam yolda kimseyi bulamazsam yalnız geçecekti. Buna göre de malzemeler, giysi bunları koyacak eksik olan çantalar gerekliydi. Çok da zaman alan ve oldukça da pahalı olan bu malzemeleri toplarken bir yandan da yiyeceklerimi de hazırlamaya başladım. Kısa dağcılık deneyimimin etkisiyle anlaşılan her akşam için bir ton balığı da dahil olmak üzere yiyecek stoklamaya başladım. Sonra bir baktım benim heybe yerden kalkmıyor. Bu aklımı başıma getirdi. Dağda yiyeceğini yanına almak zorundaydın, pisiklette böyle değildi, mutlaka birkaç saat içerisinde büyük küçük bir yerleşim yerine gidebiliyordun. Atıştırmalık dışında yiyecek taşımaya gerek de yoktu. Bunu bildiğim halde dalgınlık işte. Belki, de dağları özlemiştim. İlk fırsatta bir dağa tırmanmak elzem oldu artık.
Takım taklavat, arka heybe ön bagaj heybe çadır mat filan derken sular hariç tarttım 18.5 kilo yüküm olmuştu, 15 gün boyunca taşıyacağım. Buna bir de 2 kilo su eklemek lazım.
Bu arada Özgür de Yenikapı Yalova feribot biletlerimizi almıştı saat 09.45 e.
Önce Evden saat altı gibi çıkar, Yenikapı’ya kadar 55 km yi pedallarım diye düşündüm. O yüzden de Özgür’e çok erken saate bilet almamasını önermiştim. Yüklü şekilde antrenmana başlayınca ardından da Özgür tur güzergâhının haritasını ve yükseklik değerlerini gönderince bundan vazgeçtim, ilk gün çok dik yokuşlar vardı. Sabah vücudum daha soğukken Büyükçekmece çıkışındaki devebağırtan yokuşunu çıkmak hiç doğru değildi.
Son kontroller son antrenmanlar ve tur yaklaşınca heyecan da artıyor doğrusu ya, çocuk gibi oluyor insan. Keyifli heyecanlı. Bunun kaçıncı turum olduğunu dahi unuttuğum, daha geçen ay bir tura gittiğim halde dersin ki ilk defa böyle bir iş yapıyorum. Her zaman olduğu gibi evdeki son gece çok az uyuyabildim. Özgür saat 08.30 da iskelede buluşmamızı istemişti. Eh önderimiz o ise uyacaktık, çok erken bir saat olsa da. Akşamdan pisikleti arabaya yükledim. Sabah kalkınca arabaya atlayıp Yavuz’un evi Bakırköy’e gidip onu aldım. Yavuz beni Yenikapı feribot iskelesine bıraktığında 08.25 idi.
İçeri girdiğimde Özgür gelmişti. Sarıldıktan hemen sonra bagajları kontrol ettik. Özgür’ün bana aldığı lastikli bağlama ağı çok gevşek kaldığı için ince bir dağcı ipiyle arka bagajı bağladık. Feribot saatine yakın Ozan geldi. Hiç sorunsuz bisikletleri feribota yerleştirdik. Yukarı çıkıp kahvaltımızı yaptık. Muhabbetle birlikte Yalova çok yakına geldi. İnip sağdan deniz kenarından üstelik de maviye boyanmış bir bisiklet yolundan pedallamaya başladık. 5-10 dakika sonra ağaçların altındaki çay ocağında yol sormak için ve çay için mola verdik. Bisiklet yolunu devam edin ışıklardan sağa dönün bu sizi kıyıdan götürür dedi kahve komşularımız.
Bisiklet yolu bitti asfalta çıktık epey sonra ışıklardan sağa dönünce yol biraz bozulsa da araç trafiği azaldı. Yolun ara yol ve bozuk olması yokuşların da dik ve çok olduğu anlamına geliyor. Şehirlerarası yollar belli bir meyille yapılıyor, bazen yükseklikleri kırpıp çukurları dolduruyorlar, yokuşları dolandırarak meyili azaltıyorlar. Ara yollarda köy yollarında bu olmuyor. Eskiden kullanılan yol, belki de katır eşek yolundan bir dozer geçirerek düzeltiyorlar, sonra burayı stabilize ve en son da asfalt yapıyorlar. Böyle olunca da yol kısa olsa da yokuşlar dik oluyor. Araç yoğunluğu yerine bu yokuşları kesinlikle tercih ettiğimiz hemen söylemeliyim. Bir de bu yollar ne kadar kötü olursa bizi daha bakir köylere sıcak içten insanlara götürüyor.
Bu yolun başı hem araç yoğunluğu fazlaydı hem de yakında bir köyden geçmedik. Koru’ya da girmedik. Çınarcık sapağındaki yol kenarında koltukların pufların sandalyelerin olduğu bir kahve lokanta kırması bir yerde mola verdik. Soda çay molası, Ozan için kahve molası. Parayı Özgür ödemiş, çok da pahalıymış.
Beni en korkutan ve sevmediğim yol olayıyla yüz yüze geldik bir virajın ardında. Yola zift ve üstüne mıcır döşemişlerdi. Daha yeniydi, muhtemelen ileride bu ekibe rastlayacaktık. Bu mıcır sürüşümüzü çok kötü etkilediği gibi bir de karşıdan gelen araçların savurduğu taşlar bize çarpabilirdi, Çarpsa da yüzümüze gelirse sakatlık çıkarabilirdi. Araç geçerken kafamızı sağa çeviriyorduk zorunlu olarak.
Kocadere Şenköy derken yolda Özgür’ün arka lastik patladı. Kapıdağı turunda 6 kere patlamış tüm çabamıza rağmen patlamasına neden olan nesneyi bulamamıştık. Sert bir şeye basınca çıkıp iç lastiği patlatıyor sonra dış lastiğin içine gizlendiği için de bulamıyorduk. Özgür bunu hallettiğini söylemişti Anlaşılan halledememiş. Belki de yeni bir nesnedir desek de kuşkulandık. Ben de Özgür’e bu lastiği atıp yenisin almadığı için sitem edip üzdüm. Lastiği değiştirip devam ettik, bir süre sonra yine inmeye başladı lastik. Bir benzincide fazla hava basalım dedik pompa bozukmuş. O arada birkaç kilometre sonra varacağımız Esenköy’de bisikletçi ve yemek yiyebileceğimiz temiz bir yer sorduk. Çok acıkmıştık, gücümüzü kaybetmemek için protein ve karbonhidrat almak zorundaydık ve midemizin bozuk bir şey yiyerek de bozulmaması gerekiyordu. Köyde iyi bir lokanta yanında bir de bisikletçi varmış ne güzel.
Esenköy güzel bir yerleşim yeri. Kıyı boyu uzanmış, oldukça da gelişkin şirin bir yer. Önce bisikletçiye gittik, dış lastik yokmuş, Gemlik’te bulursunuz, Pazar günü de açık dedi.
Hemen yakınındaki aşçının da kadın olduğu bize önerilen şirin bir lokantada tas kebabı yedik, taskebabı yerine bol kepçe taskebabı desem daha doğru olur. Çok da lezzetli ve ucuzdu.
Ardından yandaki ağaç altındaki çoğunluğunu kadınların oturduğu çay bahçesine oturduk. Garson genç ve çok farklı biriydi. Temiz güler yüzlü,  sempatik konuşkan. Yurdum insanına hiç benzemiyordu. Sonra öğrendik Hollanda’da büyümüş. Her neyse yaptığı kahve çok kötüydü ama.
Biz Kahvede otururken yola mıcır döken karayolu ekibi ileriye doğru geçti.
Lastik ilk patladığında Ozan’ın daha önce söylediği bir lastikçide içine lastik sıvatalım sözünden de esinlenerek, bir yedek iç lastiği boydan boya yarıdan kesip, dış lastiğin içine zırh gibi geçirelim fikri çıktı. Hemen de kahvede uyguladık. Böylece bulamadığımız nesne bu aradaki lastiği delecek esas lastiğe ulaşamayacaktı. Başarılı olduğumuzu da anlayacaktık.
Bizi hemen iyi bir yokuş bekliyormuş, ama sonra daha düzmüş. Zaten genellikle yerleşim yerleri sonrasında yokuş oluyor kıyı şeridinde, girerken de bunun tersi yokuş iniyorduk.
Yolumuzun üzerindeki belki de ilk gece mola yerimiz Kumla’da kadim dostum Kemal Kızıltoprak’ın yeni tuttuğu deniz kenarındaki evinde olacaktı. Onu aradım orada mı diye. Evdeymiş, bizi bekleyecekti, ne güzel.
Artık Armutlu’ya kadar inişli çıkışlı güzel ve oldukça ıssız yol bizi bekliyordu. Tek korkumuz Özgür’ün lastiğinin çok sık patlaması ve vücudumuzun soğuması. Biraz da merak içinde Esenköy’den yola koyulduk.
Kısa süre sonra yol ekibine rastladık. Yine zift ve mıcır döşüyorlardı, neyse ki bu önceki kadar uzun sürmedi. Kısa süre sonra kurtulduk.
Yalova’dan sonra ikinci uzun molamızı Armutlu’da verdik. Dere kenarında belediye çay bahçesinde. Karşıdaki fırından taze kraker aldım, çayın yanında iyi gitti doğrusu.
Özgür’ün lastik sorununu halletmiştik ve bu bizi mutlu etmişti. Bugün çok az yol almıştık. Keyifle iki gece konaklayarak geçelim diye Kazdağları geçişi için 3 gün düşünmüştük. Böyle gidersek buna zaman ayırmayacak belki de bir günde bu güzel tarihi dağı geçecektik pek de tadını çıkarmadan. O nedenle biraz daha tempomuz artmalıydı.
Fıstıklı Kapaklı, Narlı,  Karacaali derken akşam oldu. Bana göre Kumla’ya çok yolumuz vardı Ozan’a göre ise çok az kalmıştı.
Kemal’i aradım Büyükkumla’dan girin sahilden Küçükkumla’ya kadar gelin, dedi. Farlarımızı yakmıştık, hava iyi ama biz ilk günün de etkisiyle yorulmuştuk. Vücutlarımız henüz bu tempodaki güç harcamaya alışmamıştı. Üçüncü ve dördüncü günden sonra her şey normale dönecekti ama bugün henüz o gün değildi.
Doğrusu ya biraz da gerilmiştik, gece sürüşü araç az da olsa çok keyifsizdi. Önümüzdeki dik yokuştan sonra artık yokuş yoktu (güya) ama bir yokuş daha çıkıyordu. Birbirimizi yokuş başlarında beklememiz gerekiyordu.
Özgür’le bir tepe üstünde beklerken bizi geçen bir araba gitti ileriden geri dönüp yanımızda durdu, yardım edeceğimiz bir şey var mı diye sordu. Teşekkür ettik, tekrar dönerek yoluna gitti. Özgür akşam bu yaşlı çifti Küçükkumla’da çay bahçesinde görmüş. Böyle şeyler insana insan olduğunu hatırlatıyor, içini ısıtıyor.
Bir ara Özgür öndeydi, ben Büyükkumla tabelasını gördüm ama devam ettim arkadan Ozan da görmüş seslendi, ben de Özgür’e yetişip uyardım döndük. Büyükkumla’ya sahilden girip devam etmezsek ileride yokuşlar olduğunu daha önce araçla Gemlik tarafından geldiğim için tahmin ediyordum.
Büyükkumla sahilden insanların içinden uzun bir sürüşten sonra Küçükkumla çıkışına yakın Kemal’i gördük. Bizi bekliyordu, her zamanki rahat tebessümüyle. Kumsalın kenarındaki küçük ama çok şirin bir o kadar da sıcak döşenmiş evinin merdiven boşluğuna bisikletleri bıraktıktan sonra, soyunup dökünüp yemek yemeye pideciye gittik.
Eve döndüğümüzde Ozan kumsalın üstündeki balkonu görünce burada bira içilir deyip gidip bira getirdi. Ben Kemal’in yaptığı rakıdan bir tek içtim. Onları kovalayıp, balkona matımı serip yattım.
Sabah gidip kahvaltı yaptık. Eve dönüp hazırlanırken Kemal bize bakarken “size yazık lan” dedi bütün içtenliğiyle. Çok da etkilendik, yol boyu da bu sözü zaman zaman yineledik zaten. Kemal bir kıyak yapıp Kazdağlarında Akçakoyun köyünde konaklayacağımız dostumuz Kemal Arıkan’a 1.5 litrelik pet şişede rakı koydu, bunu da taşımayı Özgür üstendi, benim de teşvikimle.
Küçükkumla çıkışındaki kısa ama dik yokuşu daha yeni yola çıktığımız vücutlarımız da soğuk olduğu için elde yürüyerek çıktık.
15 gündür Eğe ve Marmara’da pedallayan yine İğneada turundan tanıdığım Ferdi Kızıl, Gemlik’te bize katılmak üzere Otobüsle Kütahya’dan gelecekti. Onunla buluşacaktık, bir süre veya tur boyunca bize katılacaktı.
Kemal bize sahilden gidecek yolu ayrıntılı ve önemli bulduğu için defalarca Gemlik’te sanayi sitesini geçtikten sonra Kurşunlu’ya döneceksiniz dedi.
Yola çıktıktan sonra Özgür Ferdi’yle görüştü, Gemlik’e gelmiş, bizi sahilde kahvaltı yapacağı bir yerde bekleyecekti. Gemlik’e girince aradık Ferdi’yi defalarca cebini açmadı, sahilden kentin sonuna kadar gittik göremedik. Biz yolumuza devam etme kararı verdiğimiz sırada  temas kurabildik. Yolda yokuşun bitiminde bekleyecektik.
Kent çıkışındaki yokuşun daha ortalarında yol kenarındaki incir ağacını görünce hemen durdum. İyi bir enerji kaynağı incir. Vücudu da soğutmamak lazımdı, hemen yokuşu tırmanacaktık. Çok durmadan ben yola çıkarken Ferdi arkadan arkadaşlara yetişti. Yukarıda jandarmanın önündeki durakta bekledim. Ferdiyle selamlaştıktan sonra yola koyulduk.
Kemal’in tarifi üzerine Kurşunlu’ya döndük. Artık yeniden ara ve güzel yollara girmiştik. Gemlik’ten buraya kadar yol güzel ama araç çoktu.
Yol ağaçlı bir yol. Çoğu zeytin ve arada da incir ağaçları vardı. Bu da bizim ikide bir durmamız demekti. Ben önde 20 km ortalama hızla giderken Özgür biraz hızlanmamız uyarısı yaptı nedense? Düz bir yolda tur için ideal hız budur zaten. Ben işaret edince Özgür öne geçti, bir 5-10 dakika 22 km hızla gitti sonra yine düştü 19 km ye. Gençlik işte.
Kurşunlu deniz kenarında uzanmış bir yerleşim. Nedense deniz kenarına boydan boya duvar örmüşler 2-3 metre yüksekliğinde. Böyle bir duvarın üstünde çay ocağında durduk, sodamızı çayımız içtik, yorgunluk attık, Mudanya’ya doğru yollandık.
Öğlenleri çok ağır yememek lazımdı ama bir yandan da kasların erimemesi için de protein almak lazımdı ve enerji için karbonhidrat. Bu nedenle öğlenleri fazla olmamak kaydıyla tam buğday ekmeği ve etli bir şeyler yemeyi tercih ediyorduk. Para nedeniyle de bunu olabildiğince ucuza halletmeliydik.
Özgür önde girdi Mudanya’ya. Deniz kenarında oldukça gösterişli bir kebapçının önünde durdu. Astıkları tablodaki fiyat etiketinde yemeklerin karşılarındaki rakamları silmişlerdi. Yani bize uygun değildi. Kenarda bir yerde lokanta bulalım diye Özgür önden pedalladı. Sol tarafımız siteler, sağ tarafımız plajdı. Burada lokanta bulunmazdı, ama Özgür düz yolda pedallıyordu. Yaklaşık 2 km gittik burada bulamayız arkalara geçtiğimiz merkeze girmek lazım dedim. Özgür biraz da tepkiyle dönerken ben dönmüştüm bile. Bir ara arkama baktım kalabalıktan göremedim arkadaşlarımı, biraz da aç karnına 4 km pedallamanın getirdiği tepkiyle durmadım, ileride merkezde ara sokağa girince bir sürü lokanta vardı zaten. Hemen birine oturdum, tas kebabı söyledim (13 tl), vatsaptan fotoğrafını çektim ve konumumu gönderdim, gelsinler diye. Görmediler.  Yemeğimi yedikten epey sonra haberleşebildik. Kumyaka’dalarmış. Ferdi çıkışta uygun bir yerde yemek pişirmek için durup bizi beklemek üzere gitmiş.
Ben de sahile Kumyaka’ya doğru pedalladım. Pazar yerinin kalabalığından kurtulup araç trafiğinde giderken soldan ikisi birden bağırdılar. Bir balıkçının önünde durup yanlarına gittim, onlar da yemeklerini bitirmiş çay içiyorlardı. Özgür’le birbirimize sitem alışverişinden sonra yola koyulduk.
Mudanya çıkışında bir yokuş varmış, hep söylediler rastladıklarımız. Gerçekte bir yokuş vardı ama arada sırada çok dikleşmesinin dışında bizim gördüğümüz ve göreceğimiz bazı yokuşların yanında ciddiye alınmayabilirdi.
Ferdi ağaçlı bir yerde yemeğini yemiş bizi bekliyordu, ben selam verip geçtim soğumayayım diye, yokuş bitiminde bir düğün salonun dağılmış yoğun araç trafiği vardı, bunları geçip düzde durdum. Özgür nefes nefese gelip “ben bu yokuşa dalak patlatan adını koydum” dedi. Anlaşılan tempo ayarlayamamış, yorulmuştu.
Yokuş da bitmişti ya keyifle pedallayıp denize tepeden bakan bir sırtta duvarına üstüne oturup uzun uzun Marmara’yı seyrettik keyifle muhabbet ederken. Ve tabii arkadaşlarımızı fotoğraflar çektiler.
Sonraki durağımız Zeytinbağı idi, Sonra Esence. Esence’den sonra artık akşam olmuş oldukça da yorulmuştuk.
Marmara kıyılarsındaki köyler hep bir koya veya denize açılan bir dere yatağına kurulmuştu. Bu nedenle her köye girerken ve çıkarken oldukça dik yokuşlar tırmanıyorduk. Yine kamp yerimiz Eğerce’ye geldiğimizde de böyle oldu. Gece konaklayacağımız yere tepeden bakıp neredeyse çadırlarımızı kuracağımız yeri de belirleyip köye indik.
Eğerce küçük bir köy. Belli ki az da olsa gelirlerini turizmden çıkarıyorlar.  Uzun ve geniş bir kumsal uzanıyordu köyün önünde. Böyle küçük yerlerde gidip bir yere çadır kurduğumuz zaman orada yaşayanlar alınıyorlar bazen de tepki gösteriyorlardı. Galiba biraz da “adam yerine koyulmadıklarını” düşünüyorlardı belki de. Rastladığım ilk köylüye sordum nereye çadır kuralım diye. O da ilerideki kahvede muhtar oturuyor o daha iyi bilir dedi. 4 kişi vardı zaten kahvede biri muhtarmış, istediğiniz yere kurun dedi memnunlukla muhtar. Kumların ortasında bir vaha gibi 3-400 metrekarelik bodur ağacın altında çadırlar vardı, orayı gösterip burası sabah gölge olur, onlar birazdan gidecekler orada daha rahat edersiniz dedi hemen önümüzdeki vahayı gösterirken. Vahanın kenarında da plastikten çocuk oyun bahçesi vardı.
Hemen kahveye oturup soda ve çayımızı içerken sohbet ettik muhtar ve köylülerle. Burası İstanbul’un tam karşısıymış, gece veya sisi olmayan havalarda görünürmüş. Biz köy hakkında bilgi aldık az da olsa, köylüler de meraklarını giderdiler her zaman olduğu gibi. Ve yine gıpta ettiklerini de bir biçimde belirttiler.
Ağaçların altındakiler daha gidecek gibi görünmüyorlardı, karanlık olmadan yerleşmek için çocuk bahçesinin önüne çadırımızı kurduk. Ocaklarımızı yakıp çorbamızı makarnamızı pişirip ton balıklarımızı üstüne serip akşam yemeğimiz yedik. Kahvenin yanındaki tekel bayii bira dostu arkadaşlarımız için bir keyifti doğrusu.
Her köyde olan burada da kulaklarımızdaydı sabah daha gün aydınlanmadan. Sahile koyulan hoparlörlerden çıkan yüksek volümlü ezan sesi artık kalkmamızı söylüyordu. Akşam birayı biraz fazla kaçıran arkadaşlar uyanmakta zorluk çekiyorlardı doğal olarak.
Sabahın o saatinde kahvesi gelip çayı demlemişti. Herkes daha uyurken tuvalet ihtiyacımı giderip taze demli sıcak çayı içerek güne başlamak için büyük keyifti. Kahvaltı sonrası yola koyulmak üzereyken külüstür arabasıyla gelen seyyar satıcı ile kısa bir siyasi atışmadan sonra yola koyulduk.
Haritalarımızda ve söylenenler bundan sonra artık yolumuz oldukça düz ve dere-göl kenarlarından gideceğimizi gösteriyordu. Zaten baştan aldığımız kararla dik de olsa hep deniz kenarı yollarını tercih ediyorduk.
Hava kapalı da olsa yağış yoktu, keyifle sohbet ede ede boş düz ve yeşil bir yolda pedallıyorduk 4 kişi.
Hafif bir yokuştan sonra Mesudiye köyü sahilinde yol üstünde bir bakkalda bir şeyler almak ve soluklanmak için durduk.
Bakkal güler yüzle karşıladı bizi, kapının önünde sodalarımız içip sohbet ederken yolun karşısında sergilediği kavunları gösterip, size iyi gelir ikram edeyim dedi. Oraya çöküp bakkalla sohbet ederek çok da güzel bir kavunu midemize indirmemiz günümüzün güzelliklerinden biriydi.
Yol boyu domates tarlaları vardı bir kısmı verim düşük olduğu için terk edilmişti, insanı üzüyordu. Yine hep rastladığımız yol boyu, incirler bizi çekiyordu. Bu gidişle birimiz bağırsaklarını bozacaktı ya.
Yol güzergâh haritamızda da Ekinli köyünden sonra denize akan bir dere boyunca kıyıdan 8-10 km içeriye doğru gidip köprüyü geçip tekrar denize doğru gelmemiz gerekiyordu. Kıyıdan karşıya köprü yoktu geçmek de olanaksızdı.
Pedalladık dere kenarından güzel yolda yine gördüğümüz çeşme başında su içip soluklanarak. Bu çeşmelerin bazılarının çevresi de çok keyifli oluyordu, hem manzara hem doğal bitki örtüsünün bize sunduğu atıştırmalık bakımından. Bu mola da bunlardan biriydi
Hayırlar köyüne geldik, üç yol ağzındaki büyük bir kahvede durduk. Çayımızı içerken, az önce beni arayan Peyami ile konuştum, merak etmişti. Burada da sahil yolunu sorduk. Çünkü Eğerce’de de sahil yolunun çok kötü olduğunu söylüyorlardı. Köylüler ikiye ayrılsalar da yolu biraz da bilenler oradan gitmememiz gerektiğini tembihliyorlar, Karacabey üzerinden gitmemizi öneriyorlardı. Bizim için yolun bozukluğu hiç önemli olmasa da son güzelliğimiz olan Kazdağları keyfimiz ötelenebilirdi. Ferdi de 16 gündür yollardaydı. Bizimle devam etme konusunda kararsız da Bandırma’dan artık Çorlu’daki evine dönme hevesi hissediliyordu. Karacabey üzerinden gitmeye karar verip kalktık.
Yol güzeldi, araç trafiği çok azdı. Bu tür yerlerde keyifli, neredeyse bizi bekleyen köylüler yoktu. Nefes kesen dik yokuşlar olmadan tatlı meyilli yollarda hep pedallamak da güzeldi tabii.
Karacabey’den sonra Bursa Çanakkale yoluna girdik Yakında terk edilmiş bir benzinlikte toplandık arkadaşlarım fotoğraf çektiler. Bu kısa moladan sonra artık sadece yolun güzelliği vardı, çevre sahil gibi hiç değildi. Ferdi önden çıktı ben en arkada Ozan benim önümde Özgür de O’nu önünde yola koyulduk. Bir süre sonra Ferdi hız yapmaya başladı, turda enerjinin dikkatli kullanılması gerekiyordu, daha önümüzde 5 gün vardı pedallayacağımız ve bir dağ geçecektik. Anlaşılan Ferdi biraz bize 15 gündür yorulmadığını ve ustalığını gösteriyordu. Yaklaşık 25-30 km yüksek tempoda artık nefes nefese sadece pedal çevirip yolla boğuşarak gidiyorduk. Önümüzde uzun bir yokuş vardı, ekibi soluklandırmak öncünün yanlışını hatırlatmak lazımdı. Uzun yokuşun altında hızlanarak en öne geçip yokuş sonundaki ağaçlıklı benzinciye girdim. Arkadaşlar da peşimden girdiler. Bir de çeşme vardı benzincide. Sodamızı çayımız içip uzun bir dinlenme sırasında Ferdi Bandırma’dan feribotla Tekirdağ’a geçeceğini artık dönmek istediğini söyledi. Birlikte olmak keyifliydi ama evini özlemişti ve yalnız pedalladığı için de ruhen de yorulmuştu anlaşılan. Bandırma’da Ozan bize İskender ısmarlayacağını söyledikten sonra yola çıktık.
Bandırma girişinde Ozan’ın lastiği patladı, onardık. Çok yoğun trafik vardı, hiç istemeden Gönen sapağını geçip şehrin içine doğru indik. Trafikte arada sıkıştığım için ekipten koptum. İskeleye yakın bir yerde durdum, Ozan oldukları yeri söyledi telefonla sahile indim. İskenderimizi yedik.
Bandırma’ya erken geldiğimiz halde çok zaman kaybetmiştik, niyetimiz buradan çıkıp 35-40 km sonra kamp kurmaktı. Ama hava da kararmaya başlamıştı. Kötü bir seçimdi turda trafikte kent içine girip zaman kaybetmek. Üstelik de ceplerimizden otuzar lira para çıkmıştı.
Özgür Gönen çıkış yolunu sormuştu. Yine feribot iskelesinden çıkıştaki o dik yokuşa vurduk. Yol konusunda Özgür’le anlaşamasak da Özgür önde olduğundan ona onun peşinden gidip sapakta Ferdi ile vedalaştık O Erdek’ten geçecekti feribotla.
Kentten çıkıp Bursa Çanakkale yoluna girdiğimizde hava kararmıştı. Yol kenarındaki bir büfeye kamp yeri sordum bilmiyordu. Trafik çok yoğundu, yol kenarında kamp yapmak keyifsiz olurdu. İki benzinci varmış. 2 km sonraki Petrol Ofisine girdik, adam çok ilgilendi ama kalacak yer yoktu, çimleri de o gün ilaçlamışlar tehlikeli olur dedi. 5 km sonraki benzincinin yanında otopark da var orada rahat kalırsınız dedi.  Gerçekten de öyleydi. Ama otoparkın altı iri çakıl olduğu için çadır kurmak için uygun değildi, kursak da yatamazdık. Sorumlu elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışırken, otoparka geldiğimde, Özgür benzincinin arkasındaki tarlaya gitmiş bizi çağırıyordu. Gerçekten de zemini çok uygun bir yerdi. Hemen çadırları kurduk kafa lambalarımızın ve benzinciden gelen ışığın altında
Benzincilerde kamp kurmak tuvalet, su ve atıştırmalık bir şeyler almak için iyi oluyordu.
Ben su almaya markete giderken Ozan da geldi yakında bira satan bir yer var mı diye. 4.5 km yukarıdaki köyde varmış.
Sabah erken yola çıkmak üzere yemekten sonra ben yatmaya çekildiğimde Ozan ve Özgür biralarını içiyorlardı. Sabah kalktığımda yol arkadaşlarım uyuyorlardı. Tıraş makinemi alıp benzincide tıraş oldum, sonra gece ekibinin sabah gelenler için hazırladığı çaya ortak oldum. Hepsi genç olan görevlilerle ahbap olmuştuk zaten, sabah gelenlerle de bu sayıyı çoğalttık. Kamp yerine döndüğümde Özgür kalkmıştı. Çadırımız topladık, bisikletlere yerleştirdik. Ocakta kaynattığım suyla yaptığım sabah çorbasını içip benzinciye indik. Sabah ekibiyle sohbet edip çaylarımızı tazeledik. Yol için de Gönen üstünden mi yoksa Biga üstünden mi gitme konusunda değişik görüşler olduğu için tekrar soruşturduk. O bölgede avcılık da yapan bir şoför kesinlikle Gönen üzerinden gitmememiz gerektiğini, Gönen’den sonra yapılan barajın yolu çok kötü yaptığını söyleyince, bizim için çok da bir şey değiştirmeyeceği için Biga-Çan yolu üzerinden gitmeye karar verip yola koyulduk.
Bundan sonra öncü ben olacaktım. Yolumuz Biga’ya kadar Bursa Çanakkale yolu olduğu için geniş ve düzdü. Yol da yeni yapıldığından emniyet şeridi geniş ve temizdi. Bir uzun yokuşun sonuna doğru yol kenarındaki incirler yine durmamıza neden oldu. Her yokuşun olduğu gibi bu yokuşun da bir inişi vardı ve yol çok güzeldi. Yokuş aşağı benim MTB ile ve yaklaşık 20 kilo yükle ilk defa saatte 62 km hıza ulaştım.
Tempolu ve sık aralarla kısa su molalarıyla gidiyorduk. Bu bizi yormuyor ama iyi de yol gitmemizi sağlıyordu. Sağda gördüğümüz yeşillikler içindeki benzinciye girip ilk uzun molamızı verdik. Sodamızı çayımız içerken yan masalardakilerin de meraklarını gidermek zorunda kaldığımızı söylememe gerek yok.
Yol boyu benzincilerde olan masaj aletlerinden burada da vardı. Özgür masaj koltuğuna oturdu, ben de onu izledim. Hep yadırgadığım bu koltuğa kalkınca ilk defa ben de oturdum. Zaten çaycının verdiği para üstü 1 liranın teki bir tuhaftı, Özgür’le şüphelenmiştik, onu attım.
Toparlanıp kalktık yola çıkmak üzereyken Ozan’ın lastiğinin yine patladığını fark ettik. Tam yola hazırlanmışken sevimsiz bir şeydi ama çare de yoktu. Tamiri yapıp yola revan olduk tekrar.
Yol bazı yerde upuzun şerit gibi uzanıyor. Buralarda şöyle düşünüyorum. Gördüğüm bu düz yolun sonuna kadar mesafe kaç kilometredir? Km saatime bakıyorum genellikle de tutturuyordum.
Biga’ya kadar ufak molalarla pedalladık, öğlen yemeğini burada yiyecektik. Ozan’ın lastiği arkada bir daha patladığı için gelmemişti. Biga-Çan-Çanakkale yol kavşağında sağdaki kebapçıya girdik. Özgür’le 600 gram et söyledik, et gelene kadar salatayı götürdük bir tane daha söyledik. Etler geldiğinde birer parça da sucuk vardı. Özgür kaşla göz arasında benim işlenmiş et yemediğimiz de bilmediği için bana da söylemiş.
Karnımızı doyurup lavabodan sonra kapı önüne çıktım. Kenarda çoraplarımı çıkarıp, 1,5 litrelik suyla ayaklarımı yıkadım, ayaklarım iyice yumuşamıştı, onları da güneşlendirdim iyice. Bu arada Özgür mescitte uykuya yattı. Ozan da bu arada geldi.
Eski arkadaşım Bahri Demirkan’ın bir zamanlar Biga’da hastanede doktorluk yaptığını duymuştum. Kumla’da Kemal’e sormuştum bilmediğini söylemişti. Eski bir dostla buluşmak, kısa kahve ziyareti iyi olurdu ama emin olmadığım için durmadık.
Çayımızı kahvemizi içip sapaktan Çan yoluna dönüp devam ettik. Biga-Çan arası yol ilginç şekilde çok yeni ve şehirlerarası yollar kadar genişti. İkişer şeritli gidiş geliş yanında emniyet şeridi de bir yol kadar kadardı. Yine belli sık aralıklarla kısa su molası verip keyifle yemyeşil doğa içerisindeki yolda pedalladık. Hiç köy içinden geçmediğimiz bir çeşmede mola verip dinlendik, suluklarımızı doldurduk.
Öncü bendim, yol kenarında güzel bir yer görürsem dururuz, bulunmazsa da Çan’da durmayalım ileride bir köyde durup akşam nevalemizi alırız diye düşündüm. Gerçi yanımızda ton balığı ve az da olsa makarna vardı, bu da bize akşam yeterdi.
Çan’da durmadan geçip kent çıkışındaki yokuşa vurduk. Hep tempolu gelmiş, yokuşlarda da yokuşa göre çok yavaş tempoyla çok pedal çevirerek vücudu yormadan çıkıyorduk. Burada da öyle yaptım. Ama yokuş bitmiyordu ve sanki giderek de dikleşiyordu. İnat edip yokuşu bitirelim dediysem de son hafif dönemeçte sağa doğru yokuşun hala devam ettiğini görünce durdum. Arkadaşlarım da bu yokuşu beklemiyorlarmış, bize sürpriz oldu epeyce yormuştu bizi.
Artık niyetimiz Yenice’de kamp kurmaktı. Kalkım üzerinden Akaçakoyun’a erken varıp Kemal’in vaadi olan kaplıcaya girip ağaçlar altında demlenmek için zaman kazanmaktı. Bir yandan da yolu merak ediyordum. Düz ise sorun yok ama çok dik yokuşlar varsa zorlanmanın da gereği yoktu.
Yenice’ye 15 km kala yokuş başladı ve oldukça da dikti, öyle görünüyordu ki bu yokuş devam edebilir. 3-4 km çıktıktan sonra sağdaki çeşmede mola verdik. Bu arada hiç köye rastlamamıştık. Buralara çok yağmur yağmış, Kemal de bir gün önce bana söylemişti. Çeşme başında oturacak yerler vardı, dinlendik biraz. Özgür bu gün 22 km ortalama hızla 103 km yol geldiğimizi söyledi. Mesafe normal de hız biraz fazla, gerçi yol çok uygundu.
Özgür’ün midesi bulanıyordu ve kendini halsiz hissediyordu. Zehirlenmiş olabilirdi. Ama durumundan çok ciddi bir durum olmadığı da anlaşılıyordu.
Dinlenirken buralarda kamp kurmaya karar verdik. Çeşme çevresinde düz yer yoktu. Özgür’le Ozan önden yer bakmaya gitti, ben suluğumu doldurup bisiklete yokuşta binerken taytım seleye takıldı toparlayamadım yıkıldım. Dizimde hafif kanama vardı. Özgür az yukarıda orman içine giren ormancıların eskiden açtığı yola girip bakmış, ben de girip baktım. 100 metre sonra hem yer düzgün hem de yerlerde çam yaprakları olduğu için çamur değildi, bu da bizi çok rahatlatırdı. Döndüm, Özgür benim dizimin pansumanını yaptıktan sonra ormanın içine çekildik.
Yerin durumundan dolayı epeyce aralıklı tek sıra halinde dizildik. Ozan en ileride kalmak istemedi, onun yerine ben geçtim, Özgürün çadırı ortadaydı.
Akşam ne yiyeceğimiz konuşmadan Özgür halsizliğinin etkisiyle çadırına çekildi. Biz de zaten kendimiz çok aç hissetmiyorduk, çerez atıştırıyorduk arada. Ben de çekildim.
Ozan’ın ışığının dolandığını görünce kalkıp yanına gittim. Böyle ıssız bir yerde üstelik de çadırda yatmaya alışık olmadığı için yadırgamıştı. Bir de çadır kurduğu yerde iki bal peteği gördüğünü, onları aşağıya atığını söylüyordu. Böyle durumlarda lafın çok işe yaramadığını bildiğim halde yine de rahatlatmaya çalıştım.
Gece yağmur başladı, kesildi, sabaha karşı tekrar başladı. Uykum hafif çadıra vuran yağmur seslerinden ve en sevdiğim doğada yapayalnız kalmanın benim üzerimdeki güzel etkisinden keyifle uyanıyor, fermuarı aralayıp dışarıyı gözleyip kokuyu içime çekiyor, çevreyi dinleyip tekrar çekilip uyuyordum.
Sabah kalkma saatimizde şans eseri yağmur durmuştu. Çevre çok güzeldi. Çadırları toplayıp bizim demir atlara yükledik. Hiçbir yerimiz çamur olmamıştı, iyi yer seçmiştik. Özgür’ün halsizliği devam ediyordu, o önden gitti, Ozan daha kalkmamıştı ben onu bekledim, birlikte yola çıktık.
Yokuş 3-4 km daha devam ediyordu. 2 yerde çeşmede kısa mola verip su içip böğürtlen yedim. Daha sonra yol düzeldi. Özgür önden gidip Yenice’de bir eczaneden ilaç alacaktı. Biz arkadan gelecektik. 4-5 km sonra benim lastik de patladı. Söküp yeni lastik takarken Ozan geldi, birlikte pedalladık boş yolda laflayarak. Özgür Yenice’de börekçide bizi bekliyormuş.
Yenice’ye girişte önce yan yola girdik hatamızı anlayınca geri dönüp doğru yola girdik. Bisikletle geri gitmek hiç de keyifli bir şey değil. Bu 2 km de olsa böyle.
Börekler güzeldi, çay güzeldi, servis de iyiydi. Özgür hastaneye gitmek istemedi eczaneye gitti, ağrı kesici ve vitamin alıp döndü.
Kemal aradı, Kalkım’a kadar eski yoldan, minibüs yolundan gelin 7 km uzundur ama düzdür. Yeni yol kısa ama çok diktir diye uyardı, ben de arkadaşlarıma aktardım. Kapıya çıktığımızda iki yaşlıya Kalkım yolunu sordum yön gösterdiler. Özgür de eski yol mu yeni yol mu diye sordu. Onlar da sakın eski yoldan gitmeyin 25 km uzun, yeni yol başta biraz yokuş ama çok değil sonra hep aşağıya Kalkım’a kadar gidersiniz dediler. Ses çıkarmadım.
Sapakta bir araç sürücüsüne sordular yeni yolu ve yeni yola girdik. Bitmez bir yokuşmuş, birkaç kere yürüyerek çıkmak zorunda kaldık. Tepedeki çeşmede ter içinde mola verip çeşmeden su içip ihtiyaç giderdik. Yola çıktığımızda 10 yıldır kullandığım termal suluğumu çeşme başında bıraktığımı anımsadım ama epey gitmiştik arkadaşlarımdan kopmayayım diye dönmedim.
Biz bu zor ve uzun yokuşun bittiğini, artık hep iniş sanırken peş peşe dik yokuşlar bizi bekliyordu. Köylüye sormamak lazımdı, hele ki hiç araç kullanmamış köylüye. En sonunda artık inişlere başladı. Bu yollar hep yemyeşil doğa içerisinde zaman zaman tepelerden diğer dağların güzelliklerini gördüğümüz bol çeşmeli kuşlu böcekli tam doğa içi yollardı. Zaten buralar Kazdağlarıydı.
Namzgah ve Ahiler köyünü direkt geçtik molamızı Hamdibey’de verecektik. Hamdibey girişinde bekledim. Arkadaşlarım yanlarında bir motosikletliyle birlikte geldiler. Motorcu genç buralıymış. Bizi yolun kenarındaki 2 kahveden birine kahveye götürdü. İnsanlar çok yabaniydi. İlk defa rastlıyordum. Bırakın sohbet etmeyi hiç de dostane bakmıyorlardı üstelik.
Çayımız içip yola koyulduk, motorlu arkadaş arkadan gelip Kalkım’da bize yemek yiyeceğimiz ve kendisinin ısmarlamak istediği iyi bir yere götürecekti.
Hemen sonraki Reşadiye’den geçerken, Hamdibey’in tam tersine, durmadığımız halde yol kenarındaki biri bir teyze olmak üzere dinlenme, bir şeyler içme daveti ve iyi yolculuk dilekleri aldık. Yan yana iki köy ne kadar farklıydı.
Kalkım’da garsonun ve aşçının bayan olduğu bir lokantada yemek yedikten sonra Kemal’i arayacaktım. Yemeğimiz yerken Özgür’ün halsizliğinin devam ettiğini söylemesiyle, bir gün sonra Kazdağlarını geçemeyeceği varsayımıyla, Oradan Akçakoyun’a uğramadan ve tabii ertesi gün Kazdağı orman içi yollardan konaklayarak zirveden geçmeyi de daha sonraya erteleyerek Edremit üzerinden her ikisinin de yakınlarının olduğu Akçay’a gitmeye karar verdiler. Yolumuz bu turda burada ayrılıyordu. Ben artık yalnız pedallayacaktım. Bu kararda, motosikletli gencin de orada sorduğumuz insanların da Kaklım Edremit arası yolun düz olduğu, biri uzunca biri daha kısa iki yokuş dışında düz olduğu zaten yarıdan çoğunun Edremit’e kadar bayır aşağı olduğu bilgisi vermeleri etkili oldu. Vücudu dirençsiz kalan Özgür’ün çok fazla yorulması doğru değildi.
Ben kasaptan akşam için et alırken Kemal geldi, arkadaşlarımla tanıştı, O da Edremit yolunu önce anlatılanlar gibi olduğunu teyit etti. Onları birlikte yolcu ettik.
Köy 6 km idi. Bisikleti Kemal’in getirdiği kamyonetin arkasına attık, Akçakoyun’daki 30 sene önce de girdiğim, ağaçlarının altında Kemal’le rakı içtiğimiz kaplıcaya geldik.
Kaplıcayı işleten Kemal’in dostu bana bir oda hazırladı. Kemal evinden havlu filan getirmişti. Girdim. Önce ben yıkandım terimi attım sonra bisiklet giysilerimi yıkadım. Suyu boşaltıp tekrar doldurarak içinde girdim. 45 dakika sonra çıktığımda ayaklarım yere basmıyordu sanki öylesine hafiflemiştim.
Arabaya binip daha kaplıcadan çıkmadan bir sürpriz beni bekliyordu. Eski dostumuz Emin Turan sevgilisiyle Yenice’ye bir otele gelmiş, buraya gelmişti. Kemal’in köyün dışındaki tümüyle Kazdağlarına bakan evine geldiğimizde, bacanağı Kemal’in yapıp gönderdiği 1.5 litrelik rakıyı dolaba koyduk. Günün ikinci sürprizi de telefondan Özgür’le Ozan’dandı. Kalkım Edremit arasında yol düzgün, iki tane yokuş var biri uzun bir kısa ama çok değil demişti her sorduğumuz. Hiç de öyle değilmiş, çok dik ve uzun iki yokuş varmış, biri 8 km olmak üzere. Bir söz bulduk böylece. Köylüye yol sor yokuş sorma.
Akşam mangalı yaktık 3 eski kadim dost ve yeni tanıştığımız Cangül’le keyifli bir akşam geçirdik. Arada keşke arkadaşlarımı da bırakmasam getirseydim dedim ama nafile, onla da akrabalarını evinde aynı mutluluğu tadıyorlarmış zaten.
Nasıl bir uyku çektiğimi söylememe gerek var mı?
Yalnız kaldığım için Kazdağlarını geçmemeye karar vermiştim. Issız yerlerde bir kaza anında müdahale şansı olmadığı için riske girmeye gerek yoktu. Bu geçişi aynı ekibi toparlanabilirsek doğanın yeni uyandığı nisan ayında gerçekleştirecektik.
Akçakoyun köyü çevresi Kazdağlarıyla çevrili geniş bir düzlüğe kurulmuş oldukça da büyük bir köy. Kenarından nehir ve dereler geçiyor. Tarımcılık yaygın. Kemal’in, benim de kazmasına yardım ettiğim 25 sene önce köye ilk defa deneme için ektiği çilek çok yaygın olarak yetiştiriliyor. Köyde iki gün kaldım. Sabah yürüyüşe çıkıp, bir veya iki kere kahveye gidip kahve içerek ve bir gün de arabayla Emin ve Cangül’ün de katılmasıyla Dalak suyuna çıkarak geçirdik.
Sabah çok erken çıkmaya karar verdiğim halde Emin ve Cangül sabah geleceklerini söyleyince onları bekledim. Kahvaltıdan sonra vedalaşıp ayrıldık. Kemal da arabayla Burhaniye’ye Pirim’lere gelecek, akşam orada buluşacaktık.
Eminler sebze ve çilek almak için oyalanırken ben yola çıktım. Daha sonra Kalkım’a varmadan selamlaşarak beni geçtiler.
Kalkım’da durmadım. Yol ufak iniş çıkışlarla ve yemyeşil bir doğada siyah bir şerit gibi devam ediyordu. Keyifliydi, hava güzeldi, zaman zaman bir dere kenarında gidiyordum. Çok da dik olmayan bir yokuşu çıkarken sanırım bu dedikleri yokuşlardan biri olsa gerek diye düşündüm.
“… Bre Vasili sen bu çorbacılardan insanlara bir iyilik dokunduğunu hiç duydun gördün mü, daha değiş tokuşun kokusunu almadan, hepimiz uykudayken, yuvadan pırrr, kimsenin ruhu duymadan uçup gitmediler mi? Onlar, yaşadıkları sürece, bir kuytuda bitmiş som mavi çiçeğe dokunmaya kıyamadan, gözleriyle olsun bir kezcik hiç okşamışlar mıdır, iliklerine kadar sevinçten titreyip, iliklerine kadar bir mavi sevince kesmişler midir? Bir yağmur yeli sonrası, inen iri damlalar dünyayı toprak kokusuna boğmuşken, içleri pır pırr ederek, derin derin bu dünyanın güzel kokusunu ciğerlerinin köküne kadar içlerine çekmiş, şu dünyaya, doğacak güne, toprağı yaran filize, açtı açacak tomurcuğa, bir çocuğun kapıp koyverdiği gülüşüne hayran kalmış, yaşama bir kez minnet duymuş, çok şükür dünyaya gelişimize, demişler midir?...”
Şimdi yukarıdaki satırları okurken nereden çıktı diyeceksin. Bazı ilginç rastlantılar oluyor. Bu notları yazmaya başladığımda Yaşar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana kitabına başlamıştım. Doğrusu içeriğini de bilmiyordum. Hepimizin bildiğimiz ama sadece bir tarihi bilgi olarak aklımızda olan şekliye herhangi bir tarihi olayı mübadeleyi anlatıyordu. Okumaya başladığımda bu topraklarda yaşanan bir acıyı ilk defa hissetmeye başladım. Biraz da utandım doğrusu. Bildiğimiz mübadele sadece değiş tokuştu. Bizdeki Rumlar Yunanistan’a oradaki Türkler de buraya göç ettirilmişlerdi. Ayrıntısına girmeyince sıradan bir olay gibi. Ama kitabı okumaya başladığımda binlerce yıl bu topraklarda yaşamış insanların onların hiç fikri de alınmadan, bir ay içinde ve bir gün pat diye, her şeylerini maddi manevi her şeylerini bırakarak terk etmek zorunda bırakılmalarını ve çektikleri acıyı duyumsadım. Yaşar Kemal bunları anlatıyordu kitabında. Ben Kazdağlarında pedalladığım yerlerdeki notlarımı yazarken geçtiğim bu topraklarda acı çeken insanların acı hikayelerini okumam denk geldi. Evet, o insanlar bu ve civar köylerden, Ege’nin kıyıya yakın adalarından göç ettirilmişlerdi. Ben de bunu paylaşmak istedim.
Geleyim yine pedallamaya. Çok güzel doğada pedallarken insan hem hız yapmak istemiyor hem de durmak istemiyor. Bir mola yeri olursa üstü ağaçlarla kaplı o zaman durmak da elzem oluyor, zaten o yerin tam en güzel yerinde de gürül gürül akan bir çeşme oluyor çoğunlukla, gel de durma.
İki su soluklanma kısa molasından sonra karşımda ağaçların arasından dağlar yükseklerde görünmeye başladı, anlaşılan yokuşlara geliyordum. Önümde karayollarının %10 tabelasını görünce bu kesinleşti zaten.  Bu meyil ölçülerini yokuşun başıyla sonu arasındaki ortalama meyil olarak alıyorlar. Örneğin bu yokuş toplam 8 km, bunu bir kısmı düze yakın veya az yokuş, bazı yerler 17-18 derece dik, tüm bunların ortalaması oluyor %10. İşine gelirse
Yokuşa ilk giriş oldukça dikti. Kendimi zorlamamaya çalışmama rağmen ilk çeşmeye kadar epey terledim. İlk çeşmede su içip yüzümü yıkadıktan arabayla geçenlerin çoğunun selamlarına karşılık verdikten sonra biraz yürüdüm, sonra pedalladım, giderek dikleşti, inmeyi düşünürken yukarıda çeşmeyi görünce oraya kadar da pedalladım. Elimi yüzümü yıkayıp su içip yokuş yaklaşık 17 derecelerde olduğu için yine yürüyerek yola koyuldum, hemen ardından bir araç önce arkamdan geldi, sonra yanıma geldiğinde Kemal’i gördüm, kuzeniyle gelmişti. Durup kısa sohbetten sonra yollarımıza koyulduk. Bu yokuş böyle 8 km boyunca deva etti. Sonra bitti. Bir ders de edinmiştim. Bisiklet kullanmayana yol sorup yokuş sormamak lazımdı. Bir süre inişten sonra çok büyük ağaçlıklı bir kamp yerinden geçip sonra tekrar yokuş çıktım, zirveye çıktığım belli olmuştu, artık önümde dağlar değil uzaklarda ve çok aşağılarda deniz görünüyordu.
İnişin ortalarında bir çeşmede durup uzun soluklandım. Özgür ve Cevat aramıştı, onları aradım.  Özgür’le Ozan otobüsü kaçırmışlardı, bayram dönüşü olduğu için bilet bulmak da çok zordu ve yol arkadaşlarım da bu zorluğu doyasıya yaşıyorlardı anlaşılan. Ve yaşamışlar da.
Acıkmıştım. Edremit’te sulu yemek yiyebileceğim bir yer aradım. Bayram tatili son günleri ve cumartesi olduğu için birçok yer kapalıydı. Beyoğlu lokantası tabelasını görünce önünde durdum. Doğru bir seçim yapmıştım. Yemek güzel ve hesaplıydı, zaten ünlü bir yermiş.
Bahise’yi arayarak evlerini sordum. İki yıl önce Ayvalık taraftan arabayla evlerine gitmiştim, buradan bilmiyordum. Yolun sol tarafında şehitlik var, onu geçince benzinlikten sağa gireceksin dedi. Ben Edremit-Burhaniye arasını 3-5 km sanıyordum nedense. Yola koyuldum, yol bitmek bitmiyor, pedalla pedalla düz yol olduğu halde bitmiyor. Beklentiyi yakına aldığım için bunu hakketmiştim. Yaklaşık 25 km sonra solda şehitlik değil şehitler anıtını ve sağda da yola çıkıp beni bekleyen Kemal’i gördüm.
Ter içindeydim. Bahise üstümdekileri ve bagajdaki kirlileri alıp çamaşır makinesine götürürken banyoya girdim.
Akşam Nurettin, Bahise ve Kemal’le balkonda yedik yemeğimizi, yemekten çok muhabbet ettik desem daha doğru olur, çok zaman olmuştu görüşmeyeli, özlemiştik, konuşacaklarımız birikmişti.
Sabah kahvaltıdan sonra, vedalaşıp sahilden Ören üzerinden Zeytinli’ye Yalçın abiye doğru pedal çevirdim. Zeytinli sapağını geçirmiştim, Akçay’dan geri döndüm. Yalçın Abinin evine gittim. Koah hastalığına yakalanmış, halsizdi, tedavi için İstanbul’a gelecekti. Uzun kalamadım, yemek yiyip kahve içtikten sonra vedalaşıp ayrıldım. Daha önce Kazdağlarını geçip Küçükkuyu taraftan pedalladığım Altınoluk’a doğru ters yönde pedalladım.
Altınoluk girişinde Hasan abinin evine uğradım, evde yoklardı. Telefonları da bendeki eski kullanmadıkları telefon olunca göremedim.  Bisiklet arkadaşım Miraç’ın az ilerideki Mavi Kum apart otel pansiyonuna yöneldim. Miraç beni yolda karşıladı.
Hal bilen adamın hali başka oluyor. Bana elini uzatmadan çok doğal ve sıcak bir hareketle bisikletime uzandı, bisikletimi kendi bisikletine kilitledi, sonra bana uzandı öpüştük. Her yerde karşılaştığım gibi şaşkınlıkla değil sanki demin gittiğim bakkaldan geliyormuşum gibi davranıyordu, bir turcu olarak. Alacaklarımı aldıktan sonra, sodamı çayımı ısmarladı, ardından otelinde kaldığı daireye çıkarak duşa girdim.
Akşam odasında balık rakı ve uzun yol muhabbetleriyle ve tabii bisiklet ve memleket meselelerini konuşmakla geçti. Sabah denize gittik.
Miraç’la birlikte iyi zaman geçiriyorduk ama benim yola çıkmam gerekiyordu, daha en az 4 günlük yolum vardı. Hava bozmuştu. Yağmur yağıyordu. Güzergâhım, Bayramiç- Çanakkale-Tekirdağ üzerinden İstanbul’du. Bu yöndeki en zor ve kötü yer de Küçükkuyu Ayvacık arasındaki hep dönemeç olan 15 km lik yokuştu. Bu yokuşta hiç emniyet şeridi yoktu ve hep keskin virajlar olduğundan araçlar biri birlerini geçemiyor konvoy halinde gidiyorlardı. Ben bu riskli yokuş yerine sahilden Gülpınar üzerinden gidecektim. Yıllar Önce İbrahim’le Ezine’de buluşacaktık. İbrahim Altınoluk’tan, ben ters yönden gelecektim. İbrahim’e o yokuşu ne yapı yapıp bisikletiyle çıkmamasını söylemiştim. O da öyle yapmış Ezine’ye kadar otobüsle gelmişti.
Akşam hava düzeldi. Ertesi gün öğlenden sonra Çanakkale taraf şiddetli rüzgâr ve yağmur gösteriyordu meteoroloji tahminleri. Tırsıp otobüsle dönmek de istemiyordum. Akşam Miraç’la otogara gidip otobüs baktık Ezine’ye kadar, yer vardı ama bisiklet için mırın kırın ediyorlar, otobüs geldiğinde bagajın durumuna göre filan diyorlardı.
Sabah Miraç’la denize gitmedim.  Bir gün önce bisikletimin bozuk tozlu yollarda gelmekten dolayı gereken temizlik ve bakımlarını yapmıştık. Miraç denizden döndüğünde ben bisiklet kıyafetlerimi giymiş gitmeye hazırdım. Ona sürpriz olmuştu. Kahvaltı yapıp vedalaştık, yola koyuldum. Benzincilerde Küçükkuyu’da kamyon otobüs bakacaktım yokuşu çıkmak için.
Kamyonlar kasalı geçiyorlardı çoğu market kamyonuydu. Otobüs zaten hiç yoktu. Yokuşun başında 5 dakika bekledim. Gülpınar yolundan gidersem akşama Bayramiç’e yetişemez hatta öğlen başlayacak yağmur ve fırtınaya yakalanırım.
Kendimi yokuşa vurduğumda trafik çok azdı. İyi gidiyordum. İlk soluklanma su molasından sonra trafik de zaman geçtiği için yoğunlaşmaya başladı ve giderek arttı.
Daha yokuşun başlarında sağda küçük bir köy ve ona giden yol gördüm. Benim kafam çağrışım yapmada ve uyarmada ustadır. Arkadaşım Hamdi Olgunsoy’un burada bir evi vardı, tarifi aklımda kaldığına göre bu köy olmalıydı. Zamanım olsa ne de güzel olurdu onları ziyarete gitmek, karşılıklı birer kahve içmek. Böylece Biga’dan sonra ikinci kere dost kahvesini ıskalıyordum.
Tümü dönemeç olan yokuşta bazı yerlerde yol o kadar dardı ki kenar şerit çizgisi dahi çizilememişti. En kötüsü de, karşıdan ve arkadan gelen araçlara aynı anda denk gelmemdi. Daha önceki deneyimlerimden edinmiştim, arkadan gelen araçlar kadar önden gelen araçlara da dikkat etmek gerekiyordu. Aynı anda arkadan da araç geliyorsa emniyet şeridi de yoksa ya yoldan çıkmak ya da yolu ortalamak, arkadan gelenin seni sıkıştırmasının önüne geçmek gerekiyordu. Yokuş boyu 3 kere böyle oldu. İlkinde arkadan gelen TIR bitmek bilmiyordu, benim de yolum yoktu, gittikçe de damperin tekerleri bana yaklaşıyordu, gidecek yerim de yoktu. Durabileceğim yer de kenardaki 70-80 santimlik dik şevdi. Ben durmayı düşünürken tekerler de bitti. İkincisinde yolda yerim vardı, üçüncüsünde yine kenarda yer yoktu, sıkışmamak için yolu ortaladım, arkadan gelen araçlar karşıdan gelen araçlar geçene kadar arkamda kuyruk oldular. Bir bisikletlinin de yolda sağ şeritte aynı derecede hakkının olduğunu bilmeleri de gerekiyordu zaten. Bu sıkıntılardan yokuşun dikliğini hiç anlamadan 4 soluklanma su molasıyla araçların arasında bitirdim. Sonra bir inişin ardından ufak bir yokuştan sonra bir çay ocağında kısa soda çay molasıyla Miraç’a bilgi verip yola koyuldum.
Ayvacık’tan sonra yol çok keyifliydi. Gidiş gelişli ikişer şeritli yeni yapılmış bir yol, emniyet şeridi de bir şerit kadar geniş. Hava güzeldi, güneşli sıcaklık da bunlar kadar uygundu. Taa uzaklarda Çanakkale taraflarında kara bulutlar görünüyordu ama ne gam. Bu güzelliğin tadını çıkarmak varken.
Uzun turda kafa nefesle kaslarla arasındaki uyumu sağlıyordu. Otomatiğe bağlamış bir tempoda pedallıyordum, çoğunlukla sağ tarafımda veya karşımdaki işlenmiş yerlere, uzakta görünen köylere, köy yollarına, yakındaki ağaçlar ve onların üstündeki kuşlar, her şey çok güzeldi.
Ben böyle giderken yolun sol tarafında bir hareketlenme oldu, kafamı çevirdim bir bisikletli, o da turcu el sallıyor, heyecanlandım doğrusu ben de el salladım. Elini yumruk yapıp başparmağını yukarı kaldırarak zafer işareti yaptı ben de yaptım. Çok keyif almıştım benim gibi birini görmekten, gülümsemem kulaklarıma varmıştı eminim. 5 dakika geçmedi bir turcu daha el salladı karşıdan yine ellerimiz salladık karşılıklı. Ben sağ tarafın güzelliklerine dalmışken bir sesler duydum sol tarafımda, döndüm biri önde bayan 3 bisikletli, bana sesleniyorlar. Anlaşılan 5 kişilik bir tur ekibiydiler. Ben de selam verdim ses ve hareketlerimle. İçim iyice ısındı doğrusu. Bu yüzlerini bile seçemediğim insanları gördüğümde çok eski dostlarımı görmüşüm gibi olmuştum,
Kara bulutlar yaklaşmış kendinden önce de rüzgârını getirmişti. Bir saatten fazla yokuş aşağı bile pedal çeviriyordum, zaman zaman hızlanan rüzgârdan. Acıkmıştım Ezine’ye yaklaştığımda. Yemek için girersem yağmur ve rüzgâra iyice yakalanırım diye, girmeden ve bir kere yokuş sonunda çay soda içtiğim yerden beri mola vermediğim halde Bayramiç yoluna döndüm. Rüzgâr karşıdan geliyor zorluyor ve terletiyordu. 5-6 km sonra su ve soluklanma molası için durdum. Yol düz, emniyet şeridi ve çeşme yoktu. Artık akmayan bir su kanalına oturdum, suyum bitmişti, Miraç’ın verdiği sandviçi ve biraz da çerez atıştırıp soluklanarak yola koyuldum. Hava kararmış rüzgâr iyice şiddetlenmişti, suyum bitmiş iyice susamıştım. Solda gördüğüm benzinci imdadıma yetişti. Hemen girdim. Önce bir soda ve su içtim benzincinin patron odasında. Bilinen muhabbetlerden burada da devam etti. Bir su daha içip kalktım borcumu sordum cebimden bozuk paraları çıkararak, almadı, ısrarıma rağmen. Sen bunları al bana bir sıcak çay kahve yaparsan çok daha mutlu edersin dedim. Avucumdan 50 kuruş aldı gel dedi, arkada yanda çay ocağı varmış oraya gittik, kahveciye 50 kuruşu verip Osman beye çay yap dedi.
Çayım içip artık çiselemeye başlayan yağmura ve iyice şiddetlenen rüzgâra karşı yağmurluklarım giyip yola koyuldum. Bayramiç 12 km idi. Ümit’i benzinciden çıktığımda aramıştım. Yola çıktım ama yola çıktım demek yerine rüzgâra çıktım desem daha doğru olurdu. Tam karşıdan gelen rüzgâr en dik çıkabildiğim yokuştan çok zorluyordu, en düşük viteste gitmeme rağmen yol alamıyordum. Yarım saat sonra telefonum çalmaya başladı beşer onar dakika arayla. Gitmeyince Ümit arıyordu biliyorum, ama durup açmam telefon yağmurluğun altında olduğundan uzun iş ve zaman kaybıydı. Bunu yerine pedallamayı tercih ediyordum.
12 km yolu bir saat 40 dakikada gidebilmiştim.
Ümit beni yolda karşıladı. Merak etmiş bakmaya gelecekmiş. Yağmur çok yağmadığı için hava sıcaktı. Üzerimde de tepeden tırnağa yağmurluk olduğu, iki saate yakın ciddi güç harcadığım için sırılsıklam terlemiştim. Buraya gelirken bolda beni gören bir şoförün sorularından zorla kurtulup içeri girdik.
Ümit beni Öğretmen evinde bir odaya iteledi. Üstümü başımı değiştirdim. Çıktığımda geniş salona soktu beni. 4-5 masada insanlar oyun oynuyorlardı. Hepsi bize döndü hoş geldin dedi çoğu. Zaten çoğu daha önceden tanıyorlardı Ümit’in İstanbul’dan deli arkadaşı olarak. Daha önce böyle yine bisikletle İbrahim’le gitmiştik öğretmen evine. Ümit beni oyun oynanan bir masaya oturtup, yeni taşındığı evde sıcak sudaki sorunu halletmek üzere malzeme almaya dışarı çıktı.
Daha önceki Kazdağları geçişimizin rotasını bize yazdıran Allattin abi orada yoktu, galiba balığa gitmiş. Olsaydı laflardık.
Ümit’in yeni taşındığı evde önce banyoya girdim, bir de tıraştan sonra masaya oturduk. Koltuklara çekilip çerez yerken uyuklamaya başlayınca yatağa gittim ve uyandığımda sabah çoktan olmuştu, bir gün önceki rüzgâr ve yağmur ve daha önceki yokuştaki tehlikeli tırmanış beni iyi yormuş anlaşılan. Zaten sabah kalkıp yola çıkacaktım. Öğleden sonra 35 yıldır görmediğim Cağaloğlu’ndan arkadaşım Ahmet Güven’le Eceabat’ta da buluşacaktık. Beni oradan alacaktı.
Sabah uyandığımda rüzgâr aynen belki de daha şiddetli devam ediyordu. Kısmen yön değiştirmiş kuzeyden Çanakkale’den doğru esiyordu. Hava tahmini de Tüm Trakya’yı kuzeyden kuvvetli rüzgâr gösteriyordu. Öğleden sonra da daha şiddetlenecekmiş. Hemen yola çıkmaktan vazgeçtim. Ahmet’e de mesaj gönderdim bugün gelemeyeceğimi bildirdim. Öğleden sonra ertesi gün de rüzgâr ve yağmur olacağı tahminini okuyunca, otogara gidip sabah otobüsüne İstanbul’a bilet aldım. Yani tur ve senin okuduğun bu notlar da burada bitiyor.
Marmara tam tavaf etmem için için bir tur daha kaldı. Erdek Çanakkale arasını pedallamadım. Bunu da ilk fırsatta yapmak lazım. Bu yol çok ıssız değil sanırım arkadaş bulamazsam tek başıma da pedallayabilirim.
Bu notları yazarken fark ettiğim bir şeyi seninle paylaşayım. Turun ilk gününü yazarken çok zorlandım. Bırak köy isimlerini, zaten isim belleğim oldum olası yok denecek kadar kötüdür bilirsin, durduğumuz yerleri, yol hakkında da çok az şey hatırlıyordum. İkinci gün açılmış, üçüncü gün ise neredeyse yoldaki çukurlara yolun kenarındaki ilginç ağaçlara, köylerdeki yüzler konuşmalara kadar her şey belleğimdeydi. Bu emin ol ikinci günden sonra kentin baskısının, bilinen sıkıntıların ötelenmesi, benim doğallığıma dönmem ile oluyordu.