Bu yazıyı seni düşünerek yazdığım için “sen” diye
anlatacağım, genel bir yazı olmadığı için, yadırgama lütfen. Hani sanki
karşımdaymışsın da anlatıyormuşum gibi. Böyle daha çok kolay ve keyifli oluyor.
Ve de çok daha sıcak tabii.
1969’da İstanbul’a ilk geldiğimde, birçokları gibi otobüsle
geldiğim için denizi Haydarpaşa’da görmedim. İlk defa denize İdealtepe plajında
girdim. “Martıların sesleri bülbülden daha güzeldir” diye beni işleten
yakınımın sayesinde, martıyı ilk defa sabah Sirkeci vapurunda gördüm hayal
kırıklığıyla. Bugüne kadar birçok ilki bu kentte yaşadım. Böyle böyle de
bugünlere geldim, geldik.
Oscar Wilde şöyle diyor
“Yaşamak dünyada ender bulunan bir şeydir. Çoğu insan ‘vardır’ o kadar” Doğada
tüm canlıların temel içgüdüsü cinsinin devamıdır. Bunun için de beslenme ve
çiftleşme güdüleri. Bu güdüler tüm canlıları var ediyor ve yönlendiriyor;
yaşlandırıyor, gençlik dinamizmi, çekiciliği veriyor. Ama günümüz insanı için
sadece bu doğal güdülerle yaşamak ne kadar mümkün ve doğru, tartışmaya bile
gerek yok. Mümkün değil, çünkü bugün yaşamak için o kadar çok yapılması gereken
var ki.
Yaşamak için gerekli gıdaları temin için bizzat onları
üretmiyoruz, onları başka işler yaparak kazandığımız parayla satın alıyoruz. O
parayı kazanmak içinde gecemizi gündüzümüze katıp çalışıyoruz. Kazancımızı da
harcamamız için korkunç bir kampanyayla “var olmak için satın al, tüket”
zorlamasının etkisiyle gerçek ihtiyaçlarımızın farkında olmadan “daha iyi”
şeylere sahip olmaya çalışıyoruz. Elimizdekilerin kıymeti gözümüzde kayboluyor,
harcıyoruz, atıyoruz. Bu da gerçek ihtiyaçlarımızı, bizi bir insan olarak mutlu
edecek ihtiyaçlarımızı unutmamıza neden oluyor. Şeyler kullanım amacının
dışında bir imaj, bir var olma objesine dönüşüyor. Bunun da sonu gelmiyor,
eldekiler gerçek mutluluğu getirmediğinden yeterli olmuyor ve yenilik adına
sürekli daha pahalı ve lüks olan üretildiği için, kullandığımız ve işimizi
fazlasıyla gören şeyleri satıp savıp onları alıyoruz. Buna çoğunlukla en
yakınımızdaki insanları da dâhil edebiliriz maalesef. Bu kısır döngü sonuçta
insanın kendisi için yaşamamasına, düzenin bir dişlisi haline gelmesine neden
oluyor. Ve bir gün sağlık sorunları vb. başlıyor, deniz bitiyor, artık çok geç
kalınmış oluyor.
Hâlbuki temel güdülerin dışında bizi mutlu edecek birçok
neden var, bundan eminim. Bunlar da çok uzakta değil. Yeterki mutlu olmak için,
kendimiz için etki altında kalmadan düşünelim, çevremizi görebilelim. Belki en
yakınımızdaki, yıllardır birlikte olduğumuz eşimizin dudağındaki kıvrımı
“yeniden” görmek ve mutluluğumuzu iletmek, belki zevkle yapacağımız bir yemeği
bir “tören” havasında yemek, belki çok eski bir dostu ziyarete gitmek,
telefonla aramak, kullana kullana artık neredeyse vücudumuzun bir parçası
haline gelmiş bir aleti temizlemek, evimizin hemen yanı başında doğadaki bir
canlıyla ilgilenmek, onu incelemek gibi… Bunlar binlerce ama binlerce
çoğaltılabilir. Ama bir şeyi biliyorum, bunu herkes başarabilir ve gerçekten
ama gerçekten kendi mutluluğunu her an yakalayabilir. Oysa düzenin tuzağına
düşüp it gibi koşturup, kazancını zokayı yutmuş balık gibi kontrolsüz harcayan
insan aslında “vardır” o kadar.
Bu kentte tanıdığım ilk komşum Yüksel ablamdı. Ailece
Kadıköy Yoğurtçu Park’taki apartmanının üst katında oturuyordu. Oğlu Ateş ve
kızı Funda benim yaşlarımda ve öğrenciydiler.
Almanya üretimi Dual marka pikabı ilk onlarda gördüm. Müzik
dinleme kültürüm olsa da kaliteli müziği özel bir ortamda dinlemenin tadına bu
evde vardım. Aklımda hep kalan Karl Orff’un Carmina Burana’sını burada öyle
dinledim, kahve içerken sessiz bir ortamda.
Zaman zaman Şifa’daki tek odalı cumbalı deniz manzaralı
bekâr evimden gider, kahve bahanesiyle o ortamda klasik müzik dinlerdim.
Karaköy Necatibey Caddesinde bir maden şirketinde teknik
ressam olarak çalışıyordum. Çoğunlukla elektrik-elektronikçilerin olduğu (bugün
de öyle) Yüksekkaldırım’ın altından geçer vapura giderdim. Arada sırada da
Yüksekkaldırım’a çıkar bu aletlere bakardım. Özellikle de Yüksel ablamın evinde
yeni tanıştığım muhteşem sesiyle Dual pikaplara. Fiyatları da çok pahalıydı. Yaşamak
için kente tırnaklarını geçirmiş 20 yaşında bir delikanlının Dual pikap ve
bunun için plaklar alıp evinde dinleyebilme hayali çok güzeldi ve hayal için
para da gerekmiyordu.
Asıl işimin yanı sıra Cağaloğlu’nda dergilere, yayınevlerine
çizimler yaparak kazancımı çok ciddi olarak artırsam da yeni bir Dual’i satın
almak çok zordu. Yine bakındığım bir gün, Yüksekkaldırım’ın başında sağdaki ilk
dükkânda “Dual Dek” fiyatı olağanüstü ucuzdu ve bir iki ayda biriktirip
alabileceğim miktardaydı. Öyle de yaptım. Bir iki de plak aldım. Para cebimde,
sanırım aybaşında bir öğlen gittim, hâlâ ellerinde vardı. İçeri girdiğimde
satıcı, pikap için hangi amfiyi kullanacağımı, ellerinde çok iyi amfi olduğunu
söyleyip çeşitli açıklamalar yaptığında ortaya çıktı ki, “Dek” demek sadece
plaktaki mekanik çizgileri işleyip ses çıkaracak amfiye sinyal gönderen
demekmiş ve amfisiz hiçbir işe yaramazmış dek. Elim boş nasıl çıktım, o parayı
tam olarak ne yaptım anımsamıyorum (belki de bugün bile kullandığım iki labut’u
aldım), ama bugüne kadar da kendi evimde
Dual’im hiç olmadı, yani 44 yıl. Bu arada dostların evlerinde dinlediklerim de
doğrusu aklımda iz bırakmamış, ya da ilk tanıştığım zamanki izlenim bunların iz
bırakmasına izin vermemiş.
Böylece de kaliteli müzik için neredeyse en mükemmel çözüm
olan bu Dual meselesi de benim için kapandı. Ya da öyle sanıyordum; ta ki
bundan dört sene önce, yani Dual pikapla tanıştığımdan 40 yıl sonra, İbrahim’le
Güzelce’den çıkıp Edremit’e bisikletle gitmeye karar verip, bunu uygulamaya
sokana kadar.
İki teker üstünde üçüncü günümüzün akşamında Peyami’nin
Tavaklı İskelesindeki evine (eş dost çok olunca ev de kır meyhanesine
dönüşmüştü mecburen) gidene kadar. O günkü notlarımdan aynen alıntılıyorum.
“Ezine’nin
içinden Tavaklı İskelesi’ne kadar, kendimizi Peyami’nin sıcak dostluğuna teslim
edene kadar tek çekere bastık durduk. Peyami, birçok dostumuzun aksine daha
telefonda yaptığı bu bisiklet yolculuğuna içten desteğini, bizi Tavaklı
iskelesindeki sahibi olduğu kır meyhanesi “Hayat Bahçesi”nden bisikletiyle bizi
karşılamak için 1,5-2 km
gelip, pekiştirerek gösterdi. Peyami, sonra onun olağanüstü sıcak mekânı tüm
yorgunluğumuzu aldı. İki gün önceki ay yine bizi takip ediyordu ve kumların
üzerinde güzel-özel mezelerle demlenip, Dual pikapta çalan eski müziklerle mest
etti. Taş plaktan çıkan nağmeler de bizi nakavt etti. Kalktığımızda kumlar
üzerindeki kahvaltının ardından yol arkadaşım İzmir’e doğru hareketlendi. Biz
Peyami’yle bir gün daha geçirdik, hasret giderdik. İkinci günün sabahı 4.30 da
kalkıp parmak ucuma basarak hazırlandım. Kumlar üstünde Dual’de çalan Adamo eşliğinde birer kahve içip 5.20 de
tek çekere atladım Bayramiç’e doğru.”
O gün, o güzel kır bahçesindeki güzel ortamda dinlenen
Dual’den çıkan müzik, bana yeniden Dual özlemini uyandırdı anlaşılan.
Şimdi bu yazıyı yazarken zaman zaman kalkıyor plağı
çeviriyor, değiştiriyorum. Geç gelen keyif daha keyifli inan.
Yaklaşık iki sene önce, Halis’in işyerinde bir hurç içindeki
Dual’i görünce hemen sulandım tabii. Çok yakını vefat etmiş birine aitmiş,
şimdi tamir ettirip yeni evlenen yakınının oğluna sürpriz yapacakmış.
Sulanmaktan tabii olarak vazgeçtim. Aradan bir sene geçti hâlâ duruyordu hurç
orada ve bir yokladım. “Yo, sana vermeyeceğim, daha yaptıramadım diye veremedim
ama yaptıracağım” dedi. Böylece her gidişimde orada olduğunu bilsem de
ilgilenmedim.
Bundan yaklaşık altı ay önce Filiz, Nazan, Peyami ile
beraber Beyoğlu’nda öğlen rakısı içiyorduk, meyhane Halis’e çok yakındı.
Aradım, bize katılmasını söyledim. Geldi, işinin olduğunu daha sonra gelmeye
çalışacağını söyleyerek gitti. Gitmeden de o pikabın artık bana ait olduğunu,
arızasını ancak benim halledebileceğimi söyledi.
Böylece benim 44 yıl sonra ikinci Dual pikap edinme maceram
da başlamış oldu.
Dual, Kozyatağı’nda Halis’in ahbabı bir Sony servisindeymiş.
Tamir için bırakmış ama yapamamışlar (bana öyle dedi). Oradan almak Güzelce’ye
getirmek iki tekeri dört tekere tercih ettiğimden beri çok zordu. Ağır ve
havaleliydi.
En yakınında eski ahbabım artık Halit’in elemanı olan
Selahattin oturuyordu. İşi de alaydan elektronikti zaten.
Ben bu arada plak edinmeye de başladım. Peyami’den 2 tane
aldık. Filiz’le ziyaretlerine gittiğimiz Hasan Cevad’lardan da 8 adet klasik ve
çok iyi bakılmış plak aldık. İki tane deneme için Kadıköy Elhamra pasajından
aldım, Ayşe de Ece’nin Ankara’daki işyeri komşusundan 15-20 plak getirmiş (el
koydum tabii). En son Alaattin, daha hiç çalınmamış 8 Ruhi Su plağı getirdi.
Selahattin pikabı hemen aldı. Söylediğine göre bir pazar tam
günde ancak motorunu döndürebilmiş ama ses çıkmamakta ısrar ediyormuş. Bir süre
daha kaldı, çok uğraştığı halde yapamadı, böylece de yılbaşı öncesine kadar
unuttum. Yılbaşından bir hafta önce aradı, eşi evde kalabalık ettiği için
halletmesini istemiş haklı olarak. İşlerinin arasında zahmet vermemeyim diye
daha önce bahsettiğim Ahmet’e ilettim durumu, O’nun da evi Selahattin’e yakın
ve iş yolu üzerindeydi. Telefonlarını verdim karşılıklı olarak. Ahmet de aynı
gün almış ve mekaniğinin ciddi olarak elden geçmesi gerektiğini, bunu benim
yapabileceğimi söyleyerek elektronik işine girişti. Bir hafta sonra da, ses
çıkmaya başladığını ama tam olması için daha uğraşması gerektiğini, yakında da
yurtdışına gideceğini mart ayı gibi bitireceğini söyleyince, izin verirse o
arada benim de uğraşabileceğimi söyledim. Ahmet, Osman’ın defnedildiği gün
Karaköy’den Güzelce’ye getirdi ve döndü. Gelirken Müzeyyen’i de getirdik
Beylikdüzü’ne kadar.
Evde masaya yayıldım. Stereonun bir kanalından ses çıkmıyor
ve hışırtı geliyordu. Tüm mekanik parçalarını söktüm. Eski gres eskimeden ve
tozdan sertleşmiş, parçaların hareketini engelliyordu. Benzinle yıkayıp yeniden
gresledim. Bu benim için büyük bir keyifti. Bu keyif iki günde bitti. Amfi
kısmının bir kanalında bir direnç yanmış, yanındaki kondansatörü de
etkilemişti. Durup dururken direnç yanmayacağı için, en yakınındaki
transistörün yaktığını düşünerek her 3 parçayı da sökerek Karaköy’e gittim,
Selanik pasajından parçaları aldım. Yolda Ahmet aradı, direncin yanmasına sebep
transistördür dedi, ben de zaten düşünerek aldığımı söyledim.
Eve geldim heyecanla parçaları taktım. Mekaniğin ayarlarını,
bir yandan çalışma prensiplerini öğrenip bir yandan da ayarlayarak 1-2 gün
geçirip, bir plak koyup çalmak istedim.
Ses çıkmıyordu, uğraş didin inat ediyordu. Hani saçı olanlar
der ya “saçımı başımı yolacağım” o duruma geldim. Elektronikten de fazlaca
anlamadığım için çözemiyordum. Kafanın bağlantı yerlerinde sorun olabilir diye
çok uğraştım. Tüm parçaların kontaklarını temizledim, sonuç değişmiyordu;
sanıyorum amfiye sinyal gitmiyordu, ama bulamıyordum, aletle de ölçmeyi
beceremiyordum. İğne plağa çok yaklaştığı için onun bağlı olduğu plastik plağa
sürtüyordu. Onun ayarını bilmediğimden iğneyi cımbızla biraz kaldırayım dedim,
iğne kırıldı. O arada Ahmet, transistörlerin dördünü de değiştirmemi söyledi.
Yine Karaköy yolu gözüktü. İnternette iğneler 45 liradan başlıyordu. Karaköy’de
Aliihsan’ın varlığıyla 40 liraya aldım. Eve gelip daha soluk almadan iğneyi
taktım ama yine bizim Dual konuşmamakta ısrar ediyordu. O sırada telefon eden
Filiz’e “bu alet konuşmamakta ısrar ediyor, bizim polis bu konuda çok
becerikli, acaba onları mı çağırsam” diyerek espriyle kendimi rahatlatmaya
çalıştım.
Tekrar Ahmet’e de vermek istemiyordum, hem işlerinin arasına
giriyordu hem Dudullu’ya götürmek de esas sorundu. O gün Müzeyyen kahve içmeye
çağırdı. Öğleden sonra arabasıyla Şenesenevler’e gideceğini birkaç gün
kalacağını söyleyince, Ahmet’i aradım. Karşılıklı telefonlarını verdim
birbirlerine. Sabah Ahmet eve giderek otoparkta kendi arabasına almış.
Beni aradı, sorun kafadaymış, benim teşhisim doğruymuş,
bağlantı yeri sorun çıkarıyormuş. Şimdi de asıl sorun nasıl getirecektim
Güzelce’ye. Yavuz’u aradım, arabasını Davutpaşa’dan alıp, Dudulu’ya gidip
Dual’i eve getirip dönecektim. Metrobüsteyken Ahmet’i aradım. O da Akşam
5.00’te Sanayi Odasında olacakmış, hiç karşıya geçme ben Davutpaşa’ya getiririm
dedi. Böylece Yavuz’un arabasını almamada gerek kalmayabilirdi. Bizim Dede
aklıma geldi, Gürsel Mahallesinden geçerken Davutpaşa’ya uğrar beraber eve
dönerdik. Dede’nin Mercedes cipi bana İbrahim’in Mercedes makam aracını
getirdi. O da Maslakta çalışıyordu ve akşam 4.30 gibi işten çıkıyor Mimaroba’ya
evine geliyordu. Onu aradım, Ahmet’i aradım derken üçümüz Mecidiyeköy’de
buluştuk. Benim kıymetli Dual’imi BMV’den Mercedes’e aktarma yapıp İbrahim’le
eve geldik.
Hemen de taktım, eh çok keyifliydi. Önce Halis’i aradım sesi
dinlettim. Sonra stereoya alınca seste bir tuhaflık vardı, dikkat edince gördüm
ki kanalın biri çalışmıyordu. Ya sabah bozulmuştu ya da öyleydi, monoda olduğu
için fark etmemiştik. Dün sabah yine evi atölyeye çevirdim. Akşama kadar tüm
akım yollarını takip ettim, testler yaptım kendimce. En sonunda kafa çıkışından
amfinin bir kanalına sinyal gitmediğini buldum. Dün akşam ve bugün öğlene kadar
küçücük kafayla saat tamircisi olan babamdan kalan aletlerle uğraştım, söktüm,
taktım, temizledim, denemeler yaptım.
Şimdi mükemmel olarak çalıyor, sorunsuz. O kadar keyifliyim
ki, oturdum bir yandan Chopin dinliyor bir yanda kahve içerken bunları
yazıyorum.
Bir şeyi yeni olarak almaktan çok ama çok daha keyifli bir
durum bu, inan.
Yetmişlerin ortalarında çok sık olarak sıcak atmosferli
evinde kaldığım Nurten ablam “bulaşık yıkamayı çok seviyorum” demişti. O zaman
çok yadırgamış, doğrusu ya hiç de kabullenememiştim. Ama Nurten ablayı iyi
tanıdığım için, bunu bir yandan da düşünmeden edememiştim. Epeyce bir zaman
sonra bulmuştum mantığını, “kirli, pis, o halde kullanılamaz bir şeyi pırıl
pırıl ve kullanılır hale getirmenin sevgisiydi” o. Gittim sordum, haklıydım.
Şimdi bu keyifli anımda şöyle düşünmeden de edemiyorum
doğrusu. Bir de Yüksel Ablam olsa kahve yapsa, Filiz Carmina Burana bulsa
getirse, Halis, Peyami, Ahmet, İbrahim, Müzeyyen, Selahattin, Yavuz, Nurten
ablam hep beraber dinleyip sessizce arada bakışarak içsek, sonra sohbet etsek.
Mutluluğun en güzeli de paylaşmaktır bence. Ben de şimdi
bunu yaptım. Sen de zamanını ayırıp okuduğun için mutlu ol.
Osman Kapusuz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder