5 Mayıs 2016 Perşembe

44 Yıllık Dual Pikap Maceram (davet)

Bu yazıyı seni düşünerek yazdığım için “sen” diye anlatacağım, genel bir yazı olmadığı için, yadırgama lütfen. Hani sanki karşımdaymışsın da anlatıyormuşum gibi. Böyle daha çok kolay ve keyifli oluyor. Ve de çok daha sıcak tabii.
1969’da İstanbul’a ilk geldiğimde, birçokları gibi otobüsle geldiğim için denizi Haydarpaşa’da görmedim. İlk defa denize İdealtepe plajında girdim. “Martıların sesleri bülbülden daha güzeldir” diye beni işleten yakınımın sayesinde, martıyı ilk defa sabah Sirkeci vapurunda gördüm hayal kırıklığıyla. Bugüne kadar birçok ilki bu kentte yaşadım. Böyle böyle de bugünlere geldim, geldik.
Oscar Wilde şöyle diyor “Yaşamak dünyada ender bulunan bir şeydir. Çoğu insan ‘vardır’ o kadar” Doğada tüm canlıların temel içgüdüsü cinsinin devamıdır. Bunun için de beslenme ve çiftleşme güdüleri. Bu güdüler tüm canlıları var ediyor ve yönlendiriyor; yaşlandırıyor, gençlik dinamizmi, çekiciliği veriyor. Ama günümüz insanı için sadece bu doğal güdülerle yaşamak ne kadar mümkün ve doğru, tartışmaya bile gerek yok. Mümkün değil, çünkü bugün yaşamak için o kadar çok yapılması gereken var ki.
Yaşamak için gerekli gıdaları temin için bizzat onları üretmiyoruz, onları başka işler yaparak kazandığımız parayla satın alıyoruz. O parayı kazanmak içinde gecemizi gündüzümüze katıp çalışıyoruz. Kazancımızı da harcamamız için korkunç bir kampanyayla “var olmak için satın al, tüket” zorlamasının etkisiyle gerçek ihtiyaçlarımızın farkında olmadan “daha iyi” şeylere sahip olmaya çalışıyoruz. Elimizdekilerin kıymeti gözümüzde kayboluyor, harcıyoruz, atıyoruz. Bu da gerçek ihtiyaçlarımızı, bizi bir insan olarak mutlu edecek ihtiyaçlarımızı unutmamıza neden oluyor. Şeyler kullanım amacının dışında bir imaj, bir var olma objesine dönüşüyor. Bunun da sonu gelmiyor, eldekiler gerçek mutluluğu getirmediğinden yeterli olmuyor ve yenilik adına sürekli daha pahalı ve lüks olan üretildiği için, kullandığımız ve işimizi fazlasıyla gören şeyleri satıp savıp onları alıyoruz. Buna çoğunlukla en yakınımızdaki insanları da dâhil edebiliriz maalesef. Bu kısır döngü sonuçta insanın kendisi için yaşamamasına, düzenin bir dişlisi haline gelmesine neden oluyor. Ve bir gün sağlık sorunları vb. başlıyor, deniz bitiyor, artık çok geç kalınmış oluyor.
Hâlbuki temel güdülerin dışında bizi mutlu edecek birçok neden var, bundan eminim. Bunlar da çok uzakta değil. Yeterki mutlu olmak için, kendimiz için etki altında kalmadan düşünelim, çevremizi görebilelim. Belki en yakınımızdaki, yıllardır birlikte olduğumuz eşimizin dudağındaki kıvrımı “yeniden” görmek ve mutluluğumuzu iletmek, belki zevkle yapacağımız bir yemeği bir “tören” havasında yemek, belki çok eski bir dostu ziyarete gitmek, telefonla aramak, kullana kullana artık neredeyse vücudumuzun bir parçası haline gelmiş bir aleti temizlemek, evimizin hemen yanı başında doğadaki bir canlıyla ilgilenmek, onu incelemek gibi… Bunlar binlerce ama binlerce çoğaltılabilir. Ama bir şeyi biliyorum, bunu herkes başarabilir ve gerçekten ama gerçekten kendi mutluluğunu her an yakalayabilir. Oysa düzenin tuzağına düşüp it gibi koşturup, kazancını zokayı yutmuş balık gibi kontrolsüz harcayan insan aslında “vardır” o kadar.
Bu kentte tanıdığım ilk komşum Yüksel ablamdı. Ailece Kadıköy Yoğurtçu Park’taki apartmanının üst katında oturuyordu. Oğlu Ateş ve kızı Funda benim yaşlarımda ve öğrenciydiler.
Almanya üretimi Dual marka pikabı ilk onlarda gördüm. Müzik dinleme kültürüm olsa da kaliteli müziği özel bir ortamda dinlemenin tadına bu evde vardım. Aklımda hep kalan Karl Orff’un Carmina Burana’sını burada öyle dinledim, kahve içerken sessiz bir ortamda.
Zaman zaman Şifa’daki tek odalı cumbalı deniz manzaralı bekâr evimden gider, kahve bahanesiyle o ortamda klasik müzik dinlerdim.
Karaköy Necatibey Caddesinde bir maden şirketinde teknik ressam olarak çalışıyordum. Çoğunlukla elektrik-elektronikçilerin olduğu (bugün de öyle) Yüksekkaldırım’ın altından geçer vapura giderdim. Arada sırada da Yüksekkaldırım’a çıkar bu aletlere bakardım. Özellikle de Yüksel ablamın evinde yeni tanıştığım muhteşem sesiyle Dual pikaplara. Fiyatları da çok pahalıydı. Yaşamak için kente tırnaklarını geçirmiş 20 yaşında bir delikanlının Dual pikap ve bunun için plaklar alıp evinde dinleyebilme hayali çok güzeldi ve hayal için para da gerekmiyordu.
Asıl işimin yanı sıra Cağaloğlu’nda dergilere, yayınevlerine çizimler yaparak kazancımı çok ciddi olarak artırsam da yeni bir Dual’i satın almak çok zordu. Yine bakındığım bir gün, Yüksekkaldırım’ın başında sağdaki ilk dükkânda “Dual Dek” fiyatı olağanüstü ucuzdu ve bir iki ayda biriktirip alabileceğim miktardaydı. Öyle de yaptım. Bir iki de plak aldım. Para cebimde, sanırım aybaşında bir öğlen gittim, hâlâ ellerinde vardı. İçeri girdiğimde satıcı, pikap için hangi amfiyi kullanacağımı, ellerinde çok iyi amfi olduğunu söyleyip çeşitli açıklamalar yaptığında ortaya çıktı ki, “Dek” demek sadece plaktaki mekanik çizgileri işleyip ses çıkaracak amfiye sinyal gönderen demekmiş ve amfisiz hiçbir işe yaramazmış dek. Elim boş nasıl çıktım, o parayı tam olarak ne yaptım anımsamıyorum (belki de bugün bile kullandığım iki labut’u aldım),  ama bugüne kadar da kendi evimde Dual’im hiç olmadı, yani 44 yıl. Bu arada dostların evlerinde dinlediklerim de doğrusu aklımda iz bırakmamış, ya da ilk tanıştığım zamanki izlenim bunların iz bırakmasına izin vermemiş.
Böylece de kaliteli müzik için neredeyse en mükemmel çözüm olan bu Dual meselesi de benim için kapandı. Ya da öyle sanıyordum; ta ki bundan dört sene önce, yani Dual pikapla tanıştığımdan 40 yıl sonra, İbrahim’le Güzelce’den çıkıp Edremit’e bisikletle gitmeye karar verip, bunu uygulamaya sokana kadar.
İki teker üstünde üçüncü günümüzün akşamında Peyami’nin Tavaklı İskelesindeki evine (eş dost çok olunca ev de kır meyhanesine dönüşmüştü mecburen) gidene kadar. O günkü notlarımdan aynen alıntılıyorum.
“Ezine’nin içinden Tavaklı İskelesi’ne kadar, kendimizi Peyami’nin sıcak dostluğuna teslim edene kadar tek çekere bastık durduk. Peyami, birçok dostumuzun aksine daha telefonda yaptığı bu bisiklet yolculuğuna içten desteğini, bizi Tavaklı iskelesindeki sahibi olduğu kır meyhanesi “Hayat Bahçesi”nden bisikletiyle bizi karşılamak için 1,5-2 km gelip, pekiştirerek gösterdi. Peyami, sonra onun olağanüstü sıcak mekânı tüm yorgunluğumuzu aldı. İki gün önceki ay yine bizi takip ediyordu ve kumların üzerinde güzel-özel mezelerle demlenip, Dual pikapta çalan eski müziklerle mest etti. Taş plaktan çıkan nağmeler de bizi nakavt etti. Kalktığımızda kumlar üzerindeki kahvaltının ardından yol arkadaşım İzmir’e doğru hareketlendi. Biz Peyami’yle bir gün daha geçirdik, hasret giderdik. İkinci günün sabahı 4.30 da kalkıp parmak ucuma basarak hazırlandım. Kumlar üstünde Dual’de çalan Adamo eşliğinde birer kahve içip 5.20 de tek çekere atladım Bayramiç’e doğru.”
O gün, o güzel kır bahçesindeki güzel ortamda dinlenen Dual’den çıkan müzik, bana yeniden Dual özlemini uyandırdı anlaşılan.
Şimdi bu yazıyı yazarken zaman zaman kalkıyor plağı çeviriyor, değiştiriyorum. Geç gelen keyif daha keyifli inan.
Yaklaşık iki sene önce, Halis’in işyerinde bir hurç içindeki Dual’i görünce hemen sulandım tabii. Çok yakını vefat etmiş birine aitmiş, şimdi tamir ettirip yeni evlenen yakınının oğluna sürpriz yapacakmış. Sulanmaktan tabii olarak vazgeçtim. Aradan bir sene geçti hâlâ duruyordu hurç orada ve bir yokladım. “Yo, sana vermeyeceğim, daha yaptıramadım diye veremedim ama yaptıracağım” dedi. Böylece her gidişimde orada olduğunu bilsem de ilgilenmedim.
Bundan yaklaşık altı ay önce Filiz, Nazan, Peyami ile beraber Beyoğlu’nda öğlen rakısı içiyorduk, meyhane Halis’e çok yakındı. Aradım, bize katılmasını söyledim. Geldi, işinin olduğunu daha sonra gelmeye çalışacağını söyleyerek gitti. Gitmeden de o pikabın artık bana ait olduğunu, arızasını ancak benim halledebileceğimi söyledi.
Böylece benim 44 yıl sonra ikinci Dual pikap edinme maceram da başlamış oldu.
Dual, Kozyatağı’nda Halis’in ahbabı bir Sony servisindeymiş. Tamir için bırakmış ama yapamamışlar (bana öyle dedi). Oradan almak Güzelce’ye getirmek iki tekeri dört tekere tercih ettiğimden beri çok zordu. Ağır ve havaleliydi.
En yakınında eski ahbabım artık Halit’in elemanı olan Selahattin oturuyordu. İşi de alaydan elektronikti zaten.
Ben bu arada plak edinmeye de başladım. Peyami’den 2 tane aldık. Filiz’le ziyaretlerine gittiğimiz Hasan Cevad’lardan da 8 adet klasik ve çok iyi bakılmış plak aldık. İki tane deneme için Kadıköy Elhamra pasajından aldım, Ayşe de Ece’nin Ankara’daki işyeri komşusundan 15-20 plak getirmiş (el koydum tabii). En son Alaattin, daha hiç çalınmamış 8 Ruhi Su plağı getirdi.
Selahattin pikabı hemen aldı. Söylediğine göre bir pazar tam günde ancak motorunu döndürebilmiş ama ses çıkmamakta ısrar ediyormuş. Bir süre daha kaldı, çok uğraştığı halde yapamadı, böylece de yılbaşı öncesine kadar unuttum. Yılbaşından bir hafta önce aradı, eşi evde kalabalık ettiği için halletmesini istemiş haklı olarak. İşlerinin arasında zahmet vermemeyim diye daha önce bahsettiğim Ahmet’e ilettim durumu, O’nun da evi Selahattin’e yakın ve iş yolu üzerindeydi. Telefonlarını verdim karşılıklı olarak. Ahmet de aynı gün almış ve mekaniğinin ciddi olarak elden geçmesi gerektiğini, bunu benim yapabileceğimi söyleyerek elektronik işine girişti. Bir hafta sonra da, ses çıkmaya başladığını ama tam olması için daha uğraşması gerektiğini, yakında da yurtdışına gideceğini mart ayı gibi bitireceğini söyleyince, izin verirse o arada benim de uğraşabileceğimi söyledim. Ahmet, Osman’ın defnedildiği gün Karaköy’den Güzelce’ye getirdi ve döndü. Gelirken Müzeyyen’i de getirdik Beylikdüzü’ne kadar.
Evde masaya yayıldım. Stereonun bir kanalından ses çıkmıyor ve hışırtı geliyordu. Tüm mekanik parçalarını söktüm. Eski gres eskimeden ve tozdan sertleşmiş, parçaların hareketini engelliyordu. Benzinle yıkayıp yeniden gresledim. Bu benim için büyük bir keyifti. Bu keyif iki günde bitti. Amfi kısmının bir kanalında bir direnç yanmış, yanındaki kondansatörü de etkilemişti. Durup dururken direnç yanmayacağı için, en yakınındaki transistörün yaktığını düşünerek her 3 parçayı da sökerek Karaköy’e gittim, Selanik pasajından parçaları aldım. Yolda Ahmet aradı, direncin yanmasına sebep transistördür dedi, ben de zaten düşünerek aldığımı söyledim.
Eve geldim heyecanla parçaları taktım. Mekaniğin ayarlarını, bir yandan çalışma prensiplerini öğrenip bir yandan da ayarlayarak 1-2 gün geçirip, bir plak koyup çalmak istedim.
Ses çıkmıyordu, uğraş didin inat ediyordu. Hani saçı olanlar der ya “saçımı başımı yolacağım” o duruma geldim. Elektronikten de fazlaca anlamadığım için çözemiyordum. Kafanın bağlantı yerlerinde sorun olabilir diye çok uğraştım. Tüm parçaların kontaklarını temizledim, sonuç değişmiyordu; sanıyorum amfiye sinyal gitmiyordu, ama bulamıyordum, aletle de ölçmeyi beceremiyordum. İğne plağa çok yaklaştığı için onun bağlı olduğu plastik plağa sürtüyordu. Onun ayarını bilmediğimden iğneyi cımbızla biraz kaldırayım dedim, iğne kırıldı. O arada Ahmet, transistörlerin dördünü de değiştirmemi söyledi. Yine Karaköy yolu gözüktü. İnternette iğneler 45 liradan başlıyordu. Karaköy’de Aliihsan’ın varlığıyla 40 liraya aldım. Eve gelip daha soluk almadan iğneyi taktım ama yine bizim Dual konuşmamakta ısrar ediyordu. O sırada telefon eden Filiz’e “bu alet konuşmamakta ısrar ediyor, bizim polis bu konuda çok becerikli, acaba onları mı çağırsam” diyerek espriyle kendimi rahatlatmaya çalıştım.
Tekrar Ahmet’e de vermek istemiyordum, hem işlerinin arasına giriyordu hem Dudullu’ya götürmek de esas sorundu. O gün Müzeyyen kahve içmeye çağırdı. Öğleden sonra arabasıyla Şenesenevler’e gideceğini birkaç gün kalacağını söyleyince, Ahmet’i aradım. Karşılıklı telefonlarını verdim birbirlerine. Sabah Ahmet eve giderek otoparkta kendi arabasına almış.
Beni aradı, sorun kafadaymış, benim teşhisim doğruymuş, bağlantı yeri sorun çıkarıyormuş. Şimdi de asıl sorun nasıl getirecektim Güzelce’ye. Yavuz’u aradım, arabasını Davutpaşa’dan alıp, Dudulu’ya gidip Dual’i eve getirip dönecektim. Metrobüsteyken Ahmet’i aradım. O da Akşam 5.00’te Sanayi Odasında olacakmış, hiç karşıya geçme ben Davutpaşa’ya getiririm dedi. Böylece Yavuz’un arabasını almamada gerek kalmayabilirdi. Bizim Dede aklıma geldi, Gürsel Mahallesinden geçerken Davutpaşa’ya uğrar beraber eve dönerdik. Dede’nin Mercedes cipi bana İbrahim’in Mercedes makam aracını getirdi. O da Maslakta çalışıyordu ve akşam 4.30 gibi işten çıkıyor Mimaroba’ya evine geliyordu. Onu aradım, Ahmet’i aradım derken üçümüz Mecidiyeköy’de buluştuk. Benim kıymetli Dual’imi BMV’den Mercedes’e aktarma yapıp İbrahim’le eve geldik.
Hemen de taktım, eh çok keyifliydi. Önce Halis’i aradım sesi dinlettim. Sonra stereoya alınca seste bir tuhaflık vardı, dikkat edince gördüm ki kanalın biri çalışmıyordu. Ya sabah bozulmuştu ya da öyleydi, monoda olduğu için fark etmemiştik. Dün sabah yine evi atölyeye çevirdim. Akşama kadar tüm akım yollarını takip ettim, testler yaptım kendimce. En sonunda kafa çıkışından amfinin bir kanalına sinyal gitmediğini buldum. Dün akşam ve bugün öğlene kadar küçücük kafayla saat tamircisi olan babamdan kalan aletlerle uğraştım, söktüm, taktım, temizledim, denemeler yaptım.
Şimdi mükemmel olarak çalıyor, sorunsuz. O kadar keyifliyim ki, oturdum bir yandan Chopin dinliyor bir yanda kahve içerken bunları yazıyorum.
Bir şeyi yeni olarak almaktan çok ama çok daha keyifli bir durum bu, inan.
Yetmişlerin ortalarında çok sık olarak sıcak atmosferli evinde kaldığım Nurten ablam “bulaşık yıkamayı çok seviyorum” demişti. O zaman çok yadırgamış, doğrusu ya hiç de kabullenememiştim. Ama Nurten ablayı iyi tanıdığım için, bunu bir yandan da düşünmeden edememiştim. Epeyce bir zaman sonra bulmuştum mantığını, “kirli, pis, o halde kullanılamaz bir şeyi pırıl pırıl ve kullanılır hale getirmenin sevgisiydi” o. Gittim sordum, haklıydım.
Şimdi bu keyifli anımda şöyle düşünmeden de edemiyorum doğrusu. Bir de Yüksel Ablam olsa kahve yapsa, Filiz Carmina Burana bulsa getirse, Halis, Peyami, Ahmet, İbrahim, Müzeyyen, Selahattin, Yavuz, Nurten ablam hep beraber dinleyip sessizce arada bakışarak içsek, sonra sohbet etsek.
Mutluluğun en güzeli de paylaşmaktır bence. Ben de şimdi bunu yaptım. Sen de zamanını ayırıp okuduğun için mutlu ol.

Osman Kapusuz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder