Mutluluğu Becerebilmek
Başladık ya devam edeyim. Bir iki, bu da üç. Ben söyledim sana okuyup
bir de gaz verirsen bıktırırım seni devam ederim diye. İşte bu gelen 3.
Derler ki insan yeteneklerini kullanabildiği bunları
değerlendirebildiği oranda mutlu ve başarılı olur. Memleketimizde ise bunu
bilen kimse yok herhalde. Okullara kaydolunuyor, biri bitirilip diğerine
başlamak için başarı sınavlarına giriliyor, o okul bitirtilip daha büyük
okullara yine okuduklarını-ezberlediklerinin sorgulayan başarı sınavlarına
giriliyor, o okul da bitiriliyor. Tabii o arada bir sürü özel dersler, kursal
filan. Sonra yaşam başlıyor, iş yaşamı, ekmek parası kazanma toplumda bir
yerlere tutunma zamanı. Bir bakıyorsun o kadar emek çeken genç o kadar eğitimi
bir yana bırakıyor, bambaşka bir meslek ediniyor, orada yaşamı tırmalamaya
başlıyor. Şöyle bir çevrenize hatta kendimize bir bakalım bu acayip gerçeği
görürüz.
Bırakalım mutluluğu büyük devletin büyük yöneticileri
bunu düşünmediler diyelim peki başarı için insanın yeteneği (hani doğuştan var
olan), bunu da mı hiç düşünmezler. Yetenek deyince öyle süper yetenekten
bahsetmiyorum, aslında daha kendimce söyleyecek olursam insanın bireysel yapım
özellikleri. Mutlaka da bu yeteneğin üstün seviyede olması gerekmiyor, mutlaka
her bireyin kendine has bir en azından beceri özelliği vardır. Ya da hiçbir
özelliği yoktur, her neyse, o da bir beceri edinebilir. Daha temel eğitimden
sonra insanları bir-iki yıl da yetenek eğitimine alsalar, bugün ortaya çıkarıp
isteğine bağlı olarak da daha üst okullarda okumaları için teşvik etse, yol
verseler. Bazılarına ise yapabilecekleri işler öğretseler beceri kazandırsalar.
O kadar emek masraf ve zaman boşa harcanmasa. Bu dediğim tabii herkes için
geçerli değil. Özelliği olmadığı halde eğitimini aldığı işte başarı kazanan, o
işi mutlulukla yürüten birçok insan var.
Daha ilkokulda kızım yeteneğini kendi ortaya çıkarıp,
neredeyse ilkokulun duvarlarına asılan resimlerinin çivileriyle yaşama
tutunmaya başlamış “–ben varım” demişti. Bu beni çok mutlu etmişti, biraz da
kolayıma gitmişti doğrusu çocuğuma okul-meslek aramayacaktım. Tabii bu
yeteneğin kullanılması değerlendirilip mutluluğa dönüşmesi de ayrı bir zorluk.
Sadece yeteneğin kullanılması gerçek mutluluk için yetmiyor o yeteneğin
ürünlerinin başarıya da evrilmesi gerekiyor ki tam mutluluk olsun.
Kastım büyük adam olmak, çok paralar kazanmak, ünlü
olmak değil. Mütevazı bir yaşam da olsa önemli olan mutluluk değil mi?
Her neyse yine felsefeye daldım bilir bilmez,
çuvallamadan burada keseyim de anıma döneyim. Tabii önce bugün.
Mutlaka çevrende mimarlık okuyup marangozluk yapan,
iktisat okuyup sekreterlik yapan, bir üniversiteyi bitirip beden işçiliği
arayan, tanıdıkların vardır. Bunu düşünüp hatta notlar alsan eminim çok ilginç
sonuçlar alacaksındır. Benim anlatacağım Denizcilik Yüksek Okulunu bitirip,
kaptan hem de tanker bile kullanabilecek, hani boğazda gördüğümüz kocaman
tankerleri bile kullanabilecek, ehliyete sahip bir arkadaşımın, kaptanlıkla hiç
ilgisi olmayan bir iş yapması, onunla mutlu olması, toplumda kendisine ciddi
bir yer açması. Ne mi yapıyor? Macintosh servisi. Yani daha bilgisayarların
yeni yeni yaygınlaştığı 1990 ların başında Mek servisi kurup, ayrıca büyük
firmalarda kurulum işi yapıyordu. Çok da başarılıydı, işi başından aşkındı. Ben
de o yıllarda yoğun olarak yayın işleri de yaptığım için birkaç tane Mek almış
dizgici kızlara vermiştim. İş olduğunda onlara veriyordum iki günde olağanüstü
boyutlarda iş dizdiriyordum Şimdiki gibi her yazı yazan bilgisayarda
yazmıyordu. Daktiloda yazılıyordu, benim gibi iş yapanlar bunu dizgi dediğimiz
işlemle basılır hale getiriyordu.
Bu arada ben de başlangıçta daha bilgisayar almadan
dizgi işlerimi yaptırdığım “Çağdaş Bilgisayar” firmasına gidip geldiğimde
tanıştım, bu kaptan bilgisayar ustası Ömer’le (Cantekin).
İşini bilen bunu da insana verdiği güvenle yansıtan
arı gibi biriydi. Biriydi diyorum nereden baksan 18-20 yıldır görmüyorum.
Çağdaş’ın işlerini bitirtip bir reklam ajansına koşuyordu, çok sık da telefonla
işlerini hallediyordu. Onun becerisine benim duyduğum sıcaklık, Onun bunu fark
etmesiyle bir yakınlığa dönüşmüştü.
1990 ların başında Bolu’da ilk gayrimenkulüm olan dağ
evini bitirmekle uğraşıyordum. Eş dost “–kiralık evde oturuyorsun, ev
sahipleriyle cebelleşiyorsun, kendine oturacağın ev almak yerine dağın başında
ayda yılda bir gideceğin bir yer yapıyorsun” diye eleştiriyorlardı. Ben de
“-yahu nasılsa bir evde oturuyorum, beğenmezsem de değiştiriyorum. Ama dağdaki
ev bana yaşam katacak, nefes aldıracak, onu kiralayamam ki” diyordum, diyemesem
de içimden böyle düşünüp gülümsüyordum. Yaşamıma çok güzellikler katacağına
inandığım için de çok önemsiyor, her şeyin mükemmel olmasını arzuluyor,
olabildiğince de her zaman, bugün de yaptığım gibi, işleri yaparken mutlaka
içinde bir emeğimin olmasını istiyordum. Bizzat benim yaptıklarım veya katkımla
yapılanlar bana hep daha başarılı ve hoş geliyordu, bugün de bu böyle. Herkese
tavsiye ederim.
En büyük isteklerimden biri de o dağdaki eve çok iyi
ses veren, müzikteki en tiz sesi de, en bas sesi de olduğu yükseklikte alan bir
müzik sistemi kurmaktı. Para sorunum yoktu, isteğimi karşılayacak olanı
alabilirdim. Gerçi araştırmalarımda ev fiyatına sistemler de vardı ama bunları
dinlemek için de eğitilmiş kulak gerekir sanırım. Bu konuyu Ömer’le konuşurken
–Amfiyi niye biz yapmıyoruz deyince atladım tabii. Amfi maceramız da böyle
başladı. Sen de böylece Dual pikap ile bağlantıyı nasıl kurabileceğimi de anlamışsındır
şimdi.
Ömer önce kitaplar karıştırdı. Birçok şemanın içinden
içine sinen bir amfi şeması seçti. Bunu bilgisayarda işledi. Bu arada
anımsatayım benim bilgisayardan, elektronikten zerre kadar anlamadığımı hatta
yeteneğin yine zerresinin de olmadığını bilirsin. Dün de öyleydi bugün de
böyle. “Yaparım” demek kendine güvenmek ve biraz da inat. Böylece de bazen
bozuk olan bir şeyi tamir edebiliyorum ama daha çok az bozuk, idare eden bir
şeyi tümden bozuyorum. Kimileri benim inat dediğime sebat dese de inanma, kesin
inat, keçi inadı.
Ömer çizdi. Amfi altı çıkışlıydı. Müzik setlerinin iki
kolonlarında olan üçerden 6 hoparlörün her biri için ayrı bir elektronik devre
vardı. Bu kolonların her birinde de woofer, midrange ve twetter olarak
ikişerden 6 hoparlör vardı. Standart setlerde her kolona iki kablo gider,
bazılarının içinde sesleri ayırmak için ayrıca devreler bulunur. Bizimkinde
amfiden kablolar ayrı ayrı çıkıyordu. Her kolona 4 kablo ile erişilecekti.
Ortak olan Graund (toprak) diğerleri her hoparlör için birer tane kablo.
Ömer çizdi, aydınger çıkışı aldı, aydıngerleri
plakalara işlettik (nerede yaptırdığımızı anımsamıyorum), Ömer’in yaptığı
listeyi ben de Karaköy’de Selanik Pasajında aldım. Plakaları Ömer’in
atölyesinde (Artam Bilgisayar) deliklerini delip montajını yaptık, yaptık
dememe bakma Ömer lehimledi, ben baktım. Karaköy’den hoparlörler alıp, benim
marangozlara yaptırdığım kabin kutularına monte ettik. Ömer evindeki Sony mini
müzik setinin CD çalarını getirdi. Heyecanla taktık çevirdik düğmesini sonuçta
mükemmel bir ses çıktı ortaya. Aksamalar vardı, bir tanesi pre amfi (ön amfi)
denen sesi açıp kapatan, bas tiz ayarlarını yapan kısım bizimkinde olmadığı
için CD çaların kulaklık çıkışından bağlantı yapmıştık, burada ses de açıksa
hoparlörlere ses birden gidiyor ses patlaması oluyordu. Buna da her kolona ayrı
olarak amfi çıkışına röle taktık. Pre amfinin görevini de CD çaların sadece ses
ayarı olduğu için onu kullandık. Ömer tanıdığı bir müzisyeni getirtti. Sesi
dinletti o da çok başarıl buldu. Müzikte olan her ses neredeyse kendi,
yüksekliğinde alınabiliyordu. Benim ihtiyaçlarımı karşılıyordu, keyif almıştım.
Ben bu arada yaşamdan zevk alan, tabii böyle olunca
müzikten de zevk alan ve dinleyen tanıdıklarımı, çok yakınım olsun olmasın,
yolda yolakta rastlayınca sıkıştırıyor, CD satan bir dükkana sokuyor, bana bir
CD tavsiye etmesini istiyordum. O yıllarda bunlar da ciddi paraydı. 15-20 CD yi
böyle aldım. Yakında dükkan yoksa tavsiye ettiği CD nin adını yazıyordum. Bu
arada çok sevdiğim ve dinlediğim ama kim söylemiş kim çalmış diye bilmediğim
iki de CD im oldu. Bu ikisi aklımda kaldığı için anlatayım. Biri Timur’un
(Daniş), aldırdığı Arizona Dream, diğeri Taner’in (Tuncer) aldırdığı Harry
Belafonte. Arizona Dream daha yeniydi ama Harry Belafonte müziği neredeyse 20
yıldır zevkle dinliyordum (Şimdi yine koydum CD yi dinliyorum). Biraz isim
konusunda belleğimin çok geri olması, biraz da çalanı söyleyeni önemsememem
sanıyorum, bugün bile çok zevkle dinlediğim klasik dahil birçok müzik
parçasının kime ait olduğunu bilmem, ama tadını alırım.
O kadar başarılı işler yapan Ömer’in hiçbir
başarısından öğündüğünü görmedim. Gayet alçakgönüllüydü. Devre parçalarının
lehimlerini O yapmıştı ve büyük bir özenle yapıyordu, zevk aldığı her halinden
belli oluyordu. Bir lehimi yapıyor, inceliyor, mutlulukla gülümsüyordu. Sadece
o zaman lehimleme işini çok iyi yaptığını, havuzda ancak bu kadar iyi lehim
yapılabildiğini söyleyerek öğündü. Ne güzeldi, insanın küçük bir başarısını
önemsemesi. Hiç unutmadığım bir andır o. Bana babamı hatırlatmıştı. Belki de
Ömer’le ilgili bu kadar anı o laflar yüzünden belleğimde kaldı. Yoksa o kadar
uğraştığı amfiyi O’nun yaptığını unutmasam bile anımsamayabilirdim.
Ömer’in, lehim yaparken mutluluğu ve kimsenin fark
etmesi olanaksız olduğu için de kendisinin bunu dillendirmesini yazarken
babamın da bir işi yaparken, aldığı zevki, kendinden geçercesine mutluluğunu
anımsadım. Hiç de zamana bırakmadan, hazır başlamışken bundan da bahsedeyim.
Belki de yukarıda anlattığım teknik işlerden sıkılmışsındır, yaşamla ilgili
konu rahatlatabilir.
Bende çağrışım yapan Ömer için yazdığım “büyük bir
özenle yapıyordu, zevk aldığı her halinden belli oluyordu” sözlerimin babamda
da aynı durumu görmemdi.
Babamın yapısında bir insan bir işi yaparken
mutlulukla kendinden geçiyor, karı zararı hesaba katmıyor, o anda o işi sadece
kendisi için yapıyor, belki de kendini öylece var ediyor ve ispatlıyor. Bu
konuda babam tam bir model ve yaşamı boyunca da bu seçtiği yaşamı aksatmadan
sürdürmüş biri. Umarım babamdan bahsedeceğim bölümü çok uzatmam. Yoksa yazdığım
şeyi silme huyum yok. Sıkılırsan okuma ne yapayım. İnan ben şu anda bunları
yazmaktan çok zevk alıyorum. Harry de
çok keyifli söylüyor canım. Nereliyse sıcakkanlı bir ülkenin insanı olmalı.
Bunu Taner’e sormalıyım.
Önce ben de bir özel anımı anlatayım, çok özlediğim
babamın oğlu olduğumu da anlatmak için. Babama benzeyen huylarım olduğu için
öğünmemi de yadırgama lütfen. Çok keyifli. Tavsiye ederim.
Bir platoda reklam filmi çekiyorduk. Ben yine her
zamanki gibi özel efekt işindeydim, muhtemelen dekoru da ben yapmışımdır.
Gecenin bir vakti, 40x70 cm ebatlarında bir mermere kavisli şekilde oyduğum
16-17 harfli firma logosunu alttan çıkacak renklerli boyalarla dolduracak,
harflerin her biri birkaç renkten oluşan firmanın logosu çıkacaktı. En az 20
dev enjektöre doldurduğum boyaları ince hortum ve memeler kanalıyla mermerin
altından pompalar yoluyla mermere dolduruyordum. Ayar zordu ve çok ince
zorluklar çıkıyordu karşıma. Bir yandan sette çekim devam ediyordu, kanıksadığım
klasik set gürültüleri kulağıma geliyordu. Ben loş bir köşede çalışıyordum. Bir
ara üstüme spot ışığı düştüğünü fark ettim, muhtemelen ışıkçılardan biri kıyak
yaptı diye düşündüm. Ben boyalarla, pompalarla boğuşuyor, mermerdeki yazıyı
temizliyor tekrar deniyordum. Sette sesin kesildiğini epey sonra fark ettim,
bakmak için kafamı çevirdiğimde tüm set ekibinin benim başımda olduğunu görsem
de bunu tam algılamayarak yine işime devam ettim. Sonra öğrendim. Yönetmenimiz
Alinur Velidedeoğlu benim o halimi filme almak için senaryoyu bırakıp, ışığı
kamerayı olduğum yere çevirip, benim o kendimden geçmiş, muhtemelen işi de
yoluna koyduğum zamanlardaki “mutluluğumu” filme alıyormuş.
İstersen “mutluluk” hakkında şimdi düşündüklerimi
yazayım sonra babama dönerim. Yani izninle biraz felsefe yapayım. Nasıl olsa
birazcık felsefeden zarar gelmez.
Mutluluk nedir? İnsan nasıl mutlu olur? Bunun için
gerekenler nelerdir? Bu konuda sorular çoğaltılabilir. Sana çok tuhaf gelecek
ama inan mutluluk deyince benim aklıma karnı tok bir köpeğin, güneşe sırtını
verip sere serpe yatışı gelir. O anda ne saldırganlığı vardır ne de korkaklığı.
Öyle anlarda uzun uzun bakarım gıptayla. Ne kadar kolay değil mi onun için,
üstelik de insan gibi birçok becerisi yeteneği yok. Karnı doydu ve güneş var.
Hiçbir sıkıntı yok, dün de yok yarın da. Çok ciddiyim espri yapmıyorum.
Gerçekten gıpta ediyorum ve keyif diye ben buna derim ve zaten diyorum.
Peki, biz ne yapıyoruz? Karnımızın doyması ve sıcak
bize yetiyor mu? Sağlık sorunlarımızın, çocuklarımızın eğitimi, barınağımız,
yarınımızı güvenceye alan bir gelir, ulaşım için araç, iletişim araçları gibi
ihtiyaçlar karşılandığında tamam diyor muyuz, bu bize yetiyor mu? Aslında
bunları karşılamak için o kadar sıkıntıya katlanıyoruz ki o sıkıntılar bizi tutsak
ediyor, yaşamımızı karartıyor. O ihtiyaçlar da değişmeden durmuyor, habire
yeniliyor, değiştiriyoruz. Karnımız tok hava sıcak yetiyor mu? Hayır.
Alınacaklar, alacak verecekler, yapılacak işler yazılacak raporlar, ödenecek
senetler, alınacak giysiler, pişirilecek yemekler, hesap sorulacak insanlar
hesap verilecek kurumlar… Bu liste o kadar uzuyor ki sonu gelmiyor ve her biri
de kafamızın bir köşesini meşgul ettiğinden bir türlü dinginleşemiyoruz ve
sonunda da huzurla mutluluğa erişemiyoruz. Kısaca sakin, dingin yaşama bir
türlü erişemiyoruz. Beklentilerimiz o kadar çok ki karşılayamıyoruz, karşılasak
bile yeni beklentiler enjekte ediliyor kafamızın bir yerlerine sinsice.
Burada en büyük sorun da bizi cendereye sokan “var
olmak için daha çok al, almak için daha çok çalış” diye düzenin bizi
şartlandırması, zorlaması. Almanın, daha iyisini, daha yenisini almanın da bir
sonu yok zaten. Her alınan ve yenilenen sanıyoruz ki bizi sıkıntılarımızdan
kurtaracak mutlu edecek var olacağız. Ama tam tersi oluyor. Yılanın kuyruğunu
yemesi gibi. Bir gün bir bakıyoruz dün birey olarak yapabileceklerimizi bugün
artık yapma gücümüz yok, yıllar geçmiş çünkü. Bir fert olarak kendini
yaşanmamışlıklar o kadar yoğunki bugünü bile yaşayamıyoruz. Artık deniz
sığlaştığı için derinlere dalamıyoruz ve deniz bitiyor.
Bugünkü dünyada karın doyurmak için çalışmak, diğer
tüm canlılardan farklı olarak yeteneklerimizi değerlendirip bunun sonuçlarını
görerek mutlu olmak toplumda var olmak gerekir, hiçbir itirazım olmadığı gibi
tümüyle desteklerim de. Ama akıntıya kapılıp kendini, kendi fiziksel ruhsal
ihtiyaçlarını, gerçek ihtiyaçlarını (dayatılan değil) yaşayamadan, koşuşturup,
daha çok koşuşturup, daha daha çok koşuşturup paralar kazanıp onları kazanmayı
ve yine bir koşuşturma içinde harcamayı hiç ama hiç kabullenemem. Hele ki bu
hayhuy içinde doğadan da kopmayı kabullenmem mümkün değil. Çalış ama günü de
yaşa, koştur ama koşturmanı bir yerde bırakıp bir ufak işle uğraş, bir insanla,
bir çocukla, bir canlıyla ilgilen, bir şey yap mutlu olmayı başar, kendin için
yap bunu, başkaları için değil. Zaten kendini düşündüğün, kendin için bir
şeyler yaptığın zaman en yakınlarına da bir şeyler verebilirsin, biraz tebessüm
ettirebilirsin.
Şimdi yaşamımdan, babamla geçirdiğim günlerden örnekle
anlatacağım derdimi.
Doğduğum ve mutlu geçen ilk gençliğimi Ağın’da
yaşadım. Babam o bölgedeki 6-7 kasabanın en yetenekli ve sayılan zanaatkârıydı.
Hatta bazı ustalıklarda tek O vardı. Saat tamir eder, silah yapar, silah tamir
eder. Motor tamir eder, kısaca, her işi beceren ve hep çalışan biriydi. Ağın’a
1969 da elektrik geldi. Bundan tam 20 sene önce 1 Ağustos günü doğduğumda
sıcaktan etkilenmeyeyim diye başımın üstünde bir elektrikli vantilatör dönüyormuş.
Medrese 1 den ayrılan babamın evin önündeki arkın suyunu kullanarak motosiklet
jantından yaptığı tribünden elde ettiği santralden gelen elektrikle. Ve
evimizde elektrik vardı. Böyle bir insanın çok paralar kazanıp çocuklarına da
çok miraslar bırakması gerekir değil mi? Hayır. Bize ufacık şeylerden bile
mutlu olmayı, mutlu olunacak beceriyi ve parayı önemsememeyi öğretti. Bunları
söyleyerek öğretmedi, yaşamıyla öğretti. Bunu nasıl yaptığını örnekle anlatmaya
çalışayım.
Gelen arızalı saatlerin eksiklerinin listesini yapar
İstanbul Sirkeci’de Saatçiler Yuvasına yazıyla sipariş verir, parasını da
gönderirdi. Çoğunlukla listeyi ben yapardım, ilkokul 2. 3. Sınıftan itibaren.
Saat zembereğinin alış fiyatı 2,5 liraydı, listeyi ben yaptığım için biliyorum.
Vahşen’li birinindi saat. Zembereği kırılan saatin, zembereğinin numarasıyla,
parası yatırılıp sipariş verildi. Malzemeler geldikten sonra zembereği saate
taktı. Birçok insan gibi paryla pek işi olmayan saatin sahibi geldiğinde
borcunu sordu babama. Para O’nun için en zor şeydi ve çok az bulunan bir şeydi.
Babam çoğunlukla yaptığı gibi “bir şey istemez canım” dedi, benim yanımda,
ısrar da sonucu değiştirmedi. Bir hafta sonra evde o insanın muhtemelen bir
mendile sarıp getirdiği biberi yiyorduk. Buna çok kez tanık oldum. Bazen
Saatçiler Yuvasına ödediği parayı alır, bazen biraz eksik alırdı, bazen de hiç
almazdı. Alacağı bedel ödeyecek adamın gücüne göreydi. Aldığı zamanlarda da
masrafının üzerine 3 kuruş koyarak alırdı. Geçimimizi babamın gençliğinde
yaptığı su değirmeninden sağlıyorduk büyük ölçüde. Bir de tüfek yapardı yılda
1-2 tane onları satardı.
Evimizde hiç tartışma olmaz ses hiç yükselmezdi.
Babamın hep gülümseyen, gülen yüzü bize de bulaşır biz de O’na uyardık. Bazen
evde çay demlenemezdi, çünkü çay ve şeker alınamazdı. Bunu da yıllar geçip
biraz büyüyünce atölyedeki parasını da koyduğu tezgâhının tahta çekmecesini
çekmeye başladığım zaman anlamıştım. Alınamaz ın arasındaki a harfini özellikle
yazdım. Yoksa alınmazdı derdim. O çekmecede çoğunlukla para olmazdı. Bu sorun
da olmazdı zaten.
Sanırım babam 70 yaşlarındaydı. Ağın’da o zamanlar
neredeyse her evde arı kovanı vardı. Kapalı ekonomi olduğu için insanlar bütün
ihtiyaçlarını kendileri üreterek karşılamaya çalışırlardı. Bizim de 20 kara
kovanımız vardı. Bunlar babamın beşinci çocuklarıydı neredeyse, öylesinde
ilgilenir, onları kulağını peteğe dayar dinlerdi, sıkıntılarını,
güçsüzlüklerini de anlar tedbir alırdı.
Arı oğul verdiği zaman kimin peteğinden çıkarsa çıksın
oradan geçen herkes durur yerden iki taş alır birbirine vururdu. Bunun oğul
arının uzaklara gitmeden en yakındaki dut ağacına konması için yapılması
gerektiğine inanılırdı, işe yarar mıydı bilmiyorum. O arada o bölgede binlerce
arı insanların etrafında uçuşur, onlar tedirginlik içinde taş çalmayı
sürdürürlerdi. Çok hoş bir müzikli bir anımdır bu. Film çekecek olsam herhalde
ne eder eder bu sahneyi sıkıştırırdım araya. Taş şakırtıları arı vızıltıları ve
tedirgin gözleri dut ağaçlarının dallarını tarayan, orada arı yoğunluğunu
arayan sessiz insanlar. Bu etrafta arı vızıltıları ve sokulma korkusu ile taş
şakırtıları bazen 10 dakika bazen bir saat sürerdi. Babam taş çalmayı
sürdürürken arkalara geçip elindeki ince bir çöp veya küçük bir yaprağı, önünde
taş çalan komşumuzun kulağının arkasına değdirirdi. O komşu bir zıplar taşları
atmasıyla elini kulağına doğru savurması bir olurdu. Babam ağzı kulaklarında
komşumuzun komik haline gülerdi diğer komşularla beraber. 70 yaşlarında bir
insanın çocukça sayılabilecek bu şakayı yapması, üstelik de sayılan birinin
yapması hiç yadırganmazdı. Sonra o gün gelen giden olursa ürken komşumuzun
komik hali anlatılır gülme tekrarlanır, buna benzer anılar tekrarlanırdı.
Arapkir’li biri, Smith Wesson toplu tabancasını
getirmişti. Tabancanın fişeklerin takıldığı top parçalanmıştı. Tabanca
İstanbul’dan getirilmişti. Yaptıramamışlar, fabrikadan getirilmesi gerekir
demişler. O yıllarda o da neredeyse olanaksız olduğundan, Arapkirli hemşerimiz
-ben bunu Gadıyoran’a yaptırırım deyip almış gelmiş. O zamanlar elektrik yoktu
Ağın’da. Ben de merakla her gün evin hemen önündeki atölyeye gidiyor biraz
babama bakıyor biraz da kendimce bir şeyler yapıyordum.
Önce toptan biraz kalın uzun bir demir buldu. Sanırım
bir otomobilin şaftıydı. Bunu kesti. Kesti deyince öyle hemencecik olacak iş olduğunu
sanma. Elle belki de yıllardır kullanıla kullanıla aşınmış bir demir
testeresini saatler boyu demire sürerek, ısınınca durup soğumasını bekleyerek.
Sonra eliyle günlerce eğeledi, sonra matkabı mengeneye yatırıp sıkıştırdı,
bağladığı demiri çevirerek dışını ve karşısını eğeyle ayarladı. Kumpasla
dikkatlice ölçüyor sonra tekrar çevirmeye başlıyordu. Yıllar sonra ilk torna
makinesi gördüğüm zaman anladım ki babam o zaman mekanik bir torna tezgahı
yapmış. Sonra fişek yataklarını, zaten saatçiydi o hassaslıkla işaretledi,
deldi bunlar yapması için uzun bir zaman gerekmişti, belki 1 belki 2 ay.
Deliklerin biri gözle fark edilmeyecek kadar eğik olmuştu. İşe baştan başladı,
ham demiri keserek. Lafı uzatmayacağım, babamın o çalışma anındaki mutluluğunu
bugünkü algılama gibi fark etmeden bile olsa seyretmek, yaşamak çok keyifliydi.
Hele bir de bitirip deneme atışlarından sonra kendi yaptığı kimyasallarla
meneviş boyasını da yaptıktan sonraki mutlu yüz ifadesi benim için de büyük
mutluluktu.
Bu işten para aldı mı? Aldıysa ne kadar aldı
bilmiyorum. Ama şimdi şöyle bir yorum yapsam inan ters olmaz. Deseydi ki o
tabancanın sahibi “-Memet usta, bak bu kadar zaman uğraşarak mutlu oldun, bu
mutluluğun karşılığında sana para vermiyorum” babamın itirazı olmazdı. O nedenle
belki de para almamıştır, alsa da ufak bir bedeldir diyebiliyorum. Bunu babamı
tanıyan herkes de rahatlıkla söyleyebilir.
Babam şunu yapabilirdi. Yaptığı işlerden para kazanıp
tarla tapan alıp, Malatya’da, Elazığ’da, hatta bana İstanbul’da birçok Ağınlı’nın
yaptığı gibi ev alıp, bunları çoğaltarak her seferinde mutlu olmayı bekleyip
hiç mutlu olmadan yaşayabilirdi. Öyle yapmadı, parayı yaşamak için bir araç
olarak algıladı, o yüzden para yaşamının merkezinde olmadı. İhtiyaçlar
karşılanınca da para hiç düşünülmedi.
Mutlu yaşadı, mutlu yaşattı ve bize de mutlu yaşamayı
öğretti.
Film setlerinde sinemanın en zor işlerinden biri olan
özel efekt (speyşıl efekt) iş yaparken sette insanlar eğitimi nereden aldığımı
sorarlardı, babamdan miras kaldı derdim içtenlikle.
Görüyor musun? Konuyu babamdan açınca çook özlemişim
anlaşılan uzattıkça uzattım. İnan daha birçok şey yazmamak için kendimi zor
tutuyorum.
Bu kadar anının ardından konuyu başta anlattığım
mutluluk nedir konusuna ayrıca bağlama için çaba gösterme gereğini duymuyorum.
Gerçek ihtiyaçlar için gereği kadar araç olan para aslolan mutluluk.
Keşke uzun uzun konuşabilsek, konuştuklarımızı bu
konuda konuştuklarımız, düşündüklerimizi kaleme alsak. Çevremizdeki
dostlarımızın da bilgilerine sunsak.
Şöyle bir öngörüde, iddialı bir öngörüde bulunsam ne
dersin? Bundan 50 belki 100 yıl sonra yaşayan insanlar, bugün hayat boyu
koşuşturup kendini yaşamadan, yaşadığını sanarak çok çoook paralar kazanan
insanlara, bir insanın bir ailenin ihtiyaçlarının çok ötesinde bazılarının bir
şehrin ihtiyaçlarını yaşam boyu karşılayacak paraları olduğu halde hala daha
çok kazanmak için didinen bugünün insanlarına “ilkel yaratıklar” diyeceklerdir.
Böyle bir ifade değilse de buna benzer bir ifadeyle bahsedecekleridir desem. Hı
ne dersin? Biz de bundan yüzyıllar öncesinde yaşayan insanlara böyle
yakıştırmalarda bulunmuyor muyuz? Biz eskiler için söylediklerimizde haklıysak
(ki bundan emin değilim) onlar bence haklı olacaklardır.
Ben yine asıl konumuza bizim altı yollu amfiye ve
Ömer’e döneyim. Bunu yaparken birden dönemiyorum. Biraz evde dolanıyor bir
kahve filan içiyor sonra farklı konuya dönebiliyorum. Bu sefer içtiğim kahve
iyi geldi, kokusu çok daha keyifliydi.
Ben de hemen Ömer’in Sony CD çalarının (16 bit)
aynısından aldım. Bu 16 bit lafını Ömer söylemişti, hiçbir şey anlamamıştım,
bugün de ne anlama geldiğini bilmiyorum. Ama bir şeyden eminim iyi bir şey,
bana çok keyifli müzikler dinlettirdi.
Biz birincinin deneyinden sonra ikinci amfiye
başladık, başladık diyorum ama sen inanma, asıl işi Ömer yapıyordu. Şimdi de
bir sorunum vardı. Yaptığımız amfi yaklaşık 25x35 cm boyutlarında, CD çalar ise
20x20 boyutlarındaydı. Amfiye kutu yaptığımızda zevksiz bir görüntü ortaya
çıkacaktı. Bu hiç hoşuma gitmiyordu, benim homurdanmalarım sonunda Ömer her
yatık olan elektronik hoparlör devresini dikey duruma getirerek, trafoyu da
ortaya alarak sorunu çözdü. Artık çıplak olarak bizim amfi de Sony
boyutlarındaydı. Ama bu sefer de ses açık değilken hoparlörlerden hafif bir
uğultu geliyordu. Ses açılınca da bu ya kesiliyor ya da duyulmuyordu. Üzerinde
de çok durmadık. İki tane daha amfi yapmıştık. Şimdi bunlara kutu da
gerekiyordu.
Halit’le (İleri), Gültepe Dereboyu sokakta
atölyelerimiz yan yanaydı. Aynı sokakta soğukluğu sevimsizliğiyle tanınan
panocu Al vardı. Sanayi türü büyük elektrik panolar yapardı. Onun yanında
çalışan Mehmet usta vardı. Onunla ahbaptık. O da işine özen gösteren o işleri
de tümüyle yürüten biriydi. Sony CD
çaları sökerek kutusunu Halit’e götürdüm, aynı kutudan nasıl yaparız dedim, sadece
yüksekliği 4 cm fazlaydı. O da hiç ikirciklenmeden Mehmet dedi. Onlar zaten
daha sık görüşüyorlardı. Ben işi Halit’e devrettim, amfinin eksiklerini,
kolonları tamamladım. O arada Halit yaptırmıştı, biraz geç olmuştu ama bire bir
aynı, hani derler ya “tıpkısını aynısı” olmuştu. Boya sorun da çok zor değildi
nasılsa, Sony’nin boyasına benzer boya piyasada bulunuyordu. Amfiyi boyasız
kutuya monte ettik, soğutucuları arkaya aldık. O arada Ömer ilk yapılan yatay
olanı evine götürmüş, bu dikeylere karşı (belki de o uğultudan) ilgisi
zayıflamıştı. Ben de dikeyin bir suntaya monteli halini eve götürmüştüm (yakın
zamana kadar evde onu kullandım, şimdi uğraştığım bu). Ömer kutuyu bile kendi dikey amfiye monte
etmedi. Her şey bitti üst üste koyduk CD çalarla amfiyi. Ama olmamıştı amfiyi
kutuya bağlayan kutunun yanında bulunan yerleri Sony’e uymuyordu. Sony’deki
vida yerleri yaklaşık 6-7 mm derinliğinde 1.5 cm çapında çukur içindeydi ve
yanlarda her iki tarafta 4 taneydi. Yandan bakınca farklılığı belli oluyordu. Aynen
Halit’e götürdüm. O da yine her zamanki mütevaziliğiyle ve sessizliğiyle, benim
de bazı konularda kıllığımı da kabul ettiği için, önce Sony’dekine uygun kalıp
yapmış onları tam yerlerinde presleyerek aynı havşa yerlerini yapmıştı. Belki
de matkapla çözmüş olabilir. İş tamamdı. Her şey mükemmeldi. Çünkü elbirliğiyle
bizler yapmıştık.
Birçok işi kendimiz yaptığımız eşe dosta yaptırdığımız
halde belki de harcadığı para hazır alınacak o ayarda bir amfiden çok daha
fazlaydı ama bu bizimdi ve güzeldi. Hala da öyle.
Çeşitleme ikincisinde Dual pikap için şöyle yazmıştım.
“… Çünkü
Pikabımın amfisini güçlendirmek için araştırma çalışmalarına başladım. Yine
Ahmet’ten başlayarak yardım istemeye başlayabilirim, hazırlıklı olmanı tavsiye
ederim.”
Ahmet’in Dual pikabın amfisindeki transistörlerin
farklı olması gerektiği düşüncesi, bende farklı bir düşünce geliştirmişti.
Mademki Dual’in iç amfisi çok iyi değil neden evdeki bizim yaptığımız amfiyi
Dual pikap içine yerleştirmeyeyim?
Sunta üzerine monteli yakın zamana kadar burada
kullandığım, bozulunca da bodruma kaldırdığım amfiyi çıkardım. Yemek masasına
yaydım. Önce bozukluğunu gidermem gerekiyordu. Zaten arızayı biliyordum.
Selanik Pasajından arızalı transistörü alarak tamir ettim. Bu haliyle amfi
30x40 cm bir sunta üzerine monte edilmiş halde telleri ortada, bırak Dual’i
içine girmesini, masaya bile ciddi bir yer kaplıyordu ve her şey ortada hoş
durmuyordu.
Emek çekilen bir şeyi atmama huyum işe yaradı.
Zarfların birinin içinde Ömer’in 20 sene önce ilk çizdiği amfi şemasını
aydınger baskısı vardı. Muhtemelen kart yaptırmak için almışım. Çünkü yanında
malzeme listesi de ayrı bir kâğıtta duruyordu. Onu çıkardım. Biraz değişiklikle
Dual içine girebilirdi. Ama o değişiklik için de bilgisayarda çizmek en
doğrusuydu, o da bende yoktu. Fotokopiler çektim montajlar yaptım başarılı
olamadım. Fotokopide doğrudan küçüldüğünde 5 ayaklı devre girişleri de
küçüldüğü için olmuyor onları eski hale gelmesi gerekiyordu. Sonuçta ben
uğraşırken Filiz “–Dual’in içine senin amfiyi koyarak Dual’in orijinalliğini
bozmuyor musun?” Diyerek beni bu ufaltma sıkıntısından kurtardı ama ben bu
arada başka sorunlara yelken aşmıştım.
Karaköy’de Başak Elektrik sahibi son yıllarda
tanıdığım Kimya mühendisi ama Karaköy Bankalar Caddesinde elektrik yalıtım
malzemeleri satan Mehmet (Üner), O’nun arkadaşı olan bir elektronikçiye
yaptırdığım pre amfide de tadilatlar gerekiyordu. Mehmet 2 sene önce boğazda
köpeğini gezdirirken, köpeği suya düşmüş, onu kurtarmak için O da suya atlamış.
Köpek çıkmış Ahmet çıkamamış. Böylece anlamsız şekilde O’nu kaybetmiştik.
Önce Dual pikaptan amfiye bağlantı sorunu var. İçinden
bağlantılar denedim farklı farklı çıkışlarından olmadı. Beyoğlu’daki yemekte
Ahmet’e sordum. –Arkasında grundig fiş yeri vardır ondan alman lazım, eski
olduğu için zor bulursun dedi. Uğraş didin grundiğ fiş buldum ama yine olmadı.
Çünkü Dual pikaptaki grundig priz radyo girişi içinmiş. Tekrar Dual’i sök tak
derken günler sonra kulaklık çıkışını buldum. Dolanıp dolanıp buna uygun (eski
ya) fiş buldum, kablo aldım. Montaj yaptım ve işlem tamam. Ses mükemmel. Bizim
amfiden çıkan ses Dual’in amfisinden çıkandan çok ama çok iyi hasas ve
kaliteli. Ya da bana öyle geliyor. Daha kimseye dinletmedim.
İki kolonun sesi pre amfideki tek düğmeden kontrol
ediliyordu. Hani standart setteki “balans” ayarı yapılamıyordu. Kolonların
seslerini amfi üzerinde ayrı ayrı ayarlayabilsem, mükemmel bir balans ayarı
yapma olanağı sağlayacaktım. Gerekirse kolonun birini tümüyle kapatabilecektim.
Yine bas ve tiz hoparlörlerin seslerini de ayrı ayrı
yani tek tek ayarlasam, çok da keyifli olurdu. Sordum yakınımdaki dostlara “-ne
gerek var, ne kazandırır, sağdaki ince sesle soldaki hoparlörden çıkan ince
sesin ayrı ayrı ayarlanması ilave bir şey getirmez” dediler. Ne anlar onlar.
Ben de ikiye ayırırım o zaman. Bir anahtarı çevirerek ses bas ve tizleri ortak
ayrı ayrı düzenlerim yani eskisi gibi. Anahtarı çevirerek de benim istediğim
gibi, sağ kolon sesinin kısılıp açılması ayrı solunki ayrı. Bir ayrı anahtar
çevirerek de bas sesleri yine ayrı ayrı, bir üçüncü anahtar çevirerek de
tizleri ayrı ayrı ayarlarım olur biter, hem dostlarımın dediği hem benim
dediğim olur.
Eh bunu yapmak için Karaköy’de Selanik Pasajı ve
Karaköy Pasajlarına defalarca gidip gelmem gerekti hala da gidiyorum. İlk
aldığım potansiyometreleri (A 50K) taktım, ama ayar çok hasasalaştı ve sesi
azıcık açmak aşırı ses almama neden oldu. Tekrar yollar düştüm bilmem kaçıncı
kere. Bir şeyden hiç anlamamak ne kadar zormuş. Ucundan kenarında birazcık
anlasam inan iş hemencecik çözülecek. Benim gibi el yordamı ve inat ve merakla
yapıp keyif almak olunca iş daha da çapraşıklaşıyor. Priamfideki potansiyometre
(A 50K) iken bana verilen (B 50K) imiş. Bunun da biri linner biri anaolog sorun
bundanmış. Nasıl mı öğrendim. İnternet sağ olsun (ya da bulan)2-3 saatlik
boğuşmadan sonra bunları buldum bir fark var ama ne olduğunu da anlamıyorum.
Aynen geri götürdüm Selanik Pasajına. Adam “–sahi biri lineer ama o bende yok”
dedi (uyanık bende yok demek yerine başka bir şey vermiş). Ara tara buldum.
Taktım oldu. Ama bir sorun da ses ayarının yapan potansiyometrenin aynı zamanda
güç anahtarı görevi de yapması için (anahtarlı A 50K) potansiyoemtre bulmam
lazım. Neredeyse her dikkana baktım bulamadım. Muhtemelen ben imal edeceğim. A
50K potansın miline ilave yapıp arkasına bir anahtar monte edeceğim, ya da tam
tersi bir anahtara A 50K direnci ekleyeceğim. Ne kadar zamanımı alır
bilmiyorum, ama en az bir ay.
Prideki sivrilik bitti de bendeki işsizliğin getirdiği
kıllık bitti mi? Emin ol hayır.
Ama şimdilik. Eee Dualden bizim amfiye bağlayarak ses aldık da uydu
antenin bağlı olduğu recevieri niye bağlamayayım. Cep telefonumun müziğini niye
dinlemeyeyim, bu arada zaten bağlı olan İnci’nin (Celayir) armağanı DVD player
bağlı. Bunların hepsini hatta bilgisayarı da bağlayayım ve bunların hepsini
amfinin arkasından bağlayayım, önüne koyacağım bir anahtarla da istediğimi
seçeyim. Yollar göründü yine defalarca, artık Selanik ve Karaköy pasajı
esnafıyla ahbap olduk. Daha monte etmedim denemeler yaptım ama sonuç olumlu.
Şimdi asıl sorunum, amfiden gelen uğultuyu gidermek.
Dikey olarak soketlerle bağlı olan devreleri yatay yapıp lehimli yapmak
istedim. Soket yerleri zamanla okside olmuştur, temizlenmesi de kapalı olduğu
için imkansız olduğundan, bunları lehimli yapayım ilk zamanlarda olan uğultu da
giderek artmıştı bunu gideririm dedim. Yine birçok parçalar alarak geçici
olarak tellerle bağlantılar yaparak devreleri yatırdım. Görüntü acayip tuhaf
oldu hatta cep telefonumla fotoğrafını çektim. Sonuç kötüydü, aynı uğultu biraz
daha artarak devam ediyordu. Ahmet’ten yardım istedim ama o da yurdışına gitti
patlayan yanardağı patlayacağını biliyormuş gibi patladığı an görmeye.
Geriye tek seçenek kalıyor eski aydıngere çizilmiş
devreyi hayata geçirmek. Ahmet gelene kadar bekleyemediğim için Selahattin’i
aradım. Hani Dual pikabı ilk tamire uğraşan arkadaşım. Özlemişiz uzun
konuşmalardan sonra işleri de yoğun olduğu için bana yaptırabileceğim yerleri
tarif etti ama içine de sinmedi, görmek için istedi. Tarayıp epostayla Perşembe
günü gönderdim. Cuma günü aradım. Köydeymiş o gece gitmiş. Çok yaşlı olan
kayınvalidesinin cenazesindeydi. Ama yapacak olanağının olmadığını da
biliyorum.
Öyle görünüyor ki yine çözüm Ahmet’te.
Şimdiki ahval bu durunda bu yazı da burada bitsin ki
“dördüncüye” de konu kalsın. Neye mi? Önce yatay yeni amfinin yapımı,
muhtemelen birçok da yenilikler olacak. Ardından bu amfiyi nereye koyacağım
Dual pikabımın altına. Aynı kutudan olması gerekmez mi sence. Sony CD çaların
altına kutu yaptık da Dual pikapın altına kutu yapmayacak mıyız? Halit bu
yazıyı okursa telefonunu umarım kapatmaz. Zaten O’nun yapacağı bir şey yok,
pikabın kutusu ön ve arkası hariç ahşap.
Bu yazıyı sonuna kadar okuduysan seni, sabrını
kutluyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder