5 Mayıs 2016 Perşembe

Mutluluğu Becerebilmek

44 Yıllık Dual Pikap Macerası Çeşitlemesi: 3
Başladık ya devam edeyim.  Bir iki, bu da üç. Ben söyledim sana okuyup bir de gaz verirsen bıktırırım seni devam ederim diye. İşte bu gelen 3.
Derler ki insan yeteneklerini kullanabildiği bunları değerlendirebildiği oranda mutlu ve başarılı olur. Memleketimizde ise bunu bilen kimse yok herhalde. Okullara kaydolunuyor, biri bitirilip diğerine başlamak için başarı sınavlarına giriliyor, o okul bitirtilip daha büyük okullara yine okuduklarını-ezberlediklerinin sorgulayan başarı sınavlarına giriliyor, o okul da bitiriliyor. Tabii o arada bir sürü özel dersler, kursal filan. Sonra yaşam başlıyor, iş yaşamı, ekmek parası kazanma toplumda bir yerlere tutunma zamanı. Bir bakıyorsun o kadar emek çeken genç o kadar eğitimi bir yana bırakıyor, bambaşka bir meslek ediniyor, orada yaşamı tırmalamaya başlıyor. Şöyle bir çevrenize hatta kendimize bir bakalım bu acayip gerçeği görürüz.
Bırakalım mutluluğu büyük devletin büyük yöneticileri bunu düşünmediler diyelim peki başarı için insanın yeteneği (hani doğuştan var olan), bunu da mı hiç düşünmezler. Yetenek deyince öyle süper yetenekten bahsetmiyorum, aslında daha kendimce söyleyecek olursam insanın bireysel yapım özellikleri. Mutlaka da bu yeteneğin üstün seviyede olması gerekmiyor, mutlaka her bireyin kendine has bir en azından beceri özelliği vardır. Ya da hiçbir özelliği yoktur, her neyse, o da bir beceri edinebilir. Daha temel eğitimden sonra insanları bir-iki yıl da yetenek eğitimine alsalar, bugün ortaya çıkarıp isteğine bağlı olarak da daha üst okullarda okumaları için teşvik etse, yol verseler. Bazılarına ise yapabilecekleri işler öğretseler beceri kazandırsalar. O kadar emek masraf ve zaman boşa harcanmasa. Bu dediğim tabii herkes için geçerli değil. Özelliği olmadığı halde eğitimini aldığı işte başarı kazanan, o işi mutlulukla yürüten birçok insan var.
Daha ilkokulda kızım yeteneğini kendi ortaya çıkarıp, neredeyse ilkokulun duvarlarına asılan resimlerinin çivileriyle yaşama tutunmaya başlamış “–ben varım” demişti. Bu beni çok mutlu etmişti, biraz da kolayıma gitmişti doğrusu çocuğuma okul-meslek aramayacaktım. Tabii bu yeteneğin kullanılması değerlendirilip mutluluğa dönüşmesi de ayrı bir zorluk. Sadece yeteneğin kullanılması gerçek mutluluk için yetmiyor o yeteneğin ürünlerinin başarıya da evrilmesi gerekiyor ki tam mutluluk olsun.
Kastım büyük adam olmak, çok paralar kazanmak, ünlü olmak değil. Mütevazı bir yaşam da olsa önemli olan mutluluk değil mi?
Her neyse yine felsefeye daldım bilir bilmez, çuvallamadan burada keseyim de anıma döneyim. Tabii önce bugün.
Mutlaka çevrende mimarlık okuyup marangozluk yapan, iktisat okuyup sekreterlik yapan, bir üniversiteyi bitirip beden işçiliği arayan, tanıdıkların vardır. Bunu düşünüp hatta notlar alsan eminim çok ilginç sonuçlar alacaksındır. Benim anlatacağım Denizcilik Yüksek Okulunu bitirip, kaptan hem de tanker bile kullanabilecek, hani boğazda gördüğümüz kocaman tankerleri bile kullanabilecek, ehliyete sahip bir arkadaşımın, kaptanlıkla hiç ilgisi olmayan bir iş yapması, onunla mutlu olması, toplumda kendisine ciddi bir yer açması. Ne mi yapıyor? Macintosh servisi. Yani daha bilgisayarların yeni yeni yaygınlaştığı 1990 ların başında Mek servisi kurup, ayrıca büyük firmalarda kurulum işi yapıyordu. Çok da başarılıydı, işi başından aşkındı. Ben de o yıllarda yoğun olarak yayın işleri de yaptığım için birkaç tane Mek almış dizgici kızlara vermiştim. İş olduğunda onlara veriyordum iki günde olağanüstü boyutlarda iş dizdiriyordum Şimdiki gibi her yazı yazan bilgisayarda yazmıyordu. Daktiloda yazılıyordu, benim gibi iş yapanlar bunu dizgi dediğimiz işlemle basılır hale getiriyordu.
Bu arada ben de başlangıçta daha bilgisayar almadan dizgi işlerimi yaptırdığım “Çağdaş Bilgisayar” firmasına gidip geldiğimde tanıştım, bu kaptan bilgisayar ustası Ömer’le (Cantekin).
İşini bilen bunu da insana verdiği güvenle yansıtan arı gibi biriydi. Biriydi diyorum nereden baksan 18-20 yıldır görmüyorum. Çağdaş’ın işlerini bitirtip bir reklam ajansına koşuyordu, çok sık da telefonla işlerini hallediyordu. Onun becerisine benim duyduğum sıcaklık, Onun bunu fark etmesiyle bir yakınlığa dönüşmüştü.
1990 ların başında Bolu’da ilk gayrimenkulüm olan dağ evini bitirmekle uğraşıyordum. Eş dost “–kiralık evde oturuyorsun, ev sahipleriyle cebelleşiyorsun, kendine oturacağın ev almak yerine dağın başında ayda yılda bir gideceğin bir yer yapıyorsun” diye eleştiriyorlardı. Ben de “-yahu nasılsa bir evde oturuyorum, beğenmezsem de değiştiriyorum. Ama dağdaki ev bana yaşam katacak, nefes aldıracak, onu kiralayamam ki” diyordum, diyemesem de içimden böyle düşünüp gülümsüyordum. Yaşamıma çok güzellikler katacağına inandığım için de çok önemsiyor, her şeyin mükemmel olmasını arzuluyor, olabildiğince de her zaman, bugün de yaptığım gibi, işleri yaparken mutlaka içinde bir emeğimin olmasını istiyordum. Bizzat benim yaptıklarım veya katkımla yapılanlar bana hep daha başarılı ve hoş geliyordu, bugün de bu böyle. Herkese tavsiye ederim.
En büyük isteklerimden biri de o dağdaki eve çok iyi ses veren, müzikteki en tiz sesi de, en bas sesi de olduğu yükseklikte alan bir müzik sistemi kurmaktı. Para sorunum yoktu, isteğimi karşılayacak olanı alabilirdim. Gerçi araştırmalarımda ev fiyatına sistemler de vardı ama bunları dinlemek için de eğitilmiş kulak gerekir sanırım. Bu konuyu Ömer’le konuşurken –Amfiyi niye biz yapmıyoruz deyince atladım tabii. Amfi maceramız da böyle başladı. Sen de böylece Dual pikap ile bağlantıyı nasıl kurabileceğimi de anlamışsındır şimdi.
Ömer önce kitaplar karıştırdı. Birçok şemanın içinden içine sinen bir amfi şeması seçti. Bunu bilgisayarda işledi. Bu arada anımsatayım benim bilgisayardan, elektronikten zerre kadar anlamadığımı hatta yeteneğin yine zerresinin de olmadığını bilirsin. Dün de öyleydi bugün de böyle. “Yaparım” demek kendine güvenmek ve biraz da inat. Böylece de bazen bozuk olan bir şeyi tamir edebiliyorum ama daha çok az bozuk, idare eden bir şeyi tümden bozuyorum. Kimileri benim inat dediğime sebat dese de inanma, kesin inat, keçi inadı.
Ömer çizdi. Amfi altı çıkışlıydı. Müzik setlerinin iki kolonlarında olan üçerden 6 hoparlörün her biri için ayrı bir elektronik devre vardı. Bu kolonların her birinde de woofer, midrange ve twetter olarak ikişerden 6 hoparlör vardı. Standart setlerde her kolona iki kablo gider, bazılarının içinde sesleri ayırmak için ayrıca devreler bulunur. Bizimkinde amfiden kablolar ayrı ayrı çıkıyordu. Her kolona 4 kablo ile erişilecekti. Ortak olan Graund (toprak) diğerleri her hoparlör için birer tane kablo.
Ömer çizdi, aydınger çıkışı aldı, aydıngerleri plakalara işlettik (nerede yaptırdığımızı anımsamıyorum), Ömer’in yaptığı listeyi ben de Karaköy’de Selanik Pasajında aldım. Plakaları Ömer’in atölyesinde (Artam Bilgisayar) deliklerini delip montajını yaptık, yaptık dememe bakma Ömer lehimledi, ben baktım. Karaköy’den hoparlörler alıp, benim marangozlara yaptırdığım kabin kutularına monte ettik. Ömer evindeki Sony mini müzik setinin CD çalarını getirdi. Heyecanla taktık çevirdik düğmesini sonuçta mükemmel bir ses çıktı ortaya. Aksamalar vardı, bir tanesi pre amfi (ön amfi) denen sesi açıp kapatan, bas tiz ayarlarını yapan kısım bizimkinde olmadığı için CD çaların kulaklık çıkışından bağlantı yapmıştık, burada ses de açıksa hoparlörlere ses birden gidiyor ses patlaması oluyordu. Buna da her kolona ayrı olarak amfi çıkışına röle taktık. Pre amfinin görevini de CD çaların sadece ses ayarı olduğu için onu kullandık. Ömer tanıdığı bir müzisyeni getirtti. Sesi dinletti o da çok başarıl buldu. Müzikte olan her ses neredeyse kendi, yüksekliğinde alınabiliyordu. Benim ihtiyaçlarımı karşılıyordu, keyif almıştım.
Ben bu arada yaşamdan zevk alan, tabii böyle olunca müzikten de zevk alan ve dinleyen tanıdıklarımı, çok yakınım olsun olmasın, yolda yolakta rastlayınca sıkıştırıyor, CD satan bir dükkana sokuyor, bana bir CD tavsiye etmesini istiyordum. O yıllarda bunlar da ciddi paraydı. 15-20 CD yi böyle aldım. Yakında dükkan yoksa tavsiye ettiği CD nin adını yazıyordum. Bu arada çok sevdiğim ve dinlediğim ama kim söylemiş kim çalmış diye bilmediğim iki de CD im oldu. Bu ikisi aklımda kaldığı için anlatayım. Biri Timur’un (Daniş), aldırdığı Arizona Dream, diğeri Taner’in (Tuncer) aldırdığı Harry Belafonte. Arizona Dream daha yeniydi ama Harry Belafonte müziği neredeyse 20 yıldır zevkle dinliyordum (Şimdi yine koydum CD yi dinliyorum). Biraz isim konusunda belleğimin çok geri olması, biraz da çalanı söyleyeni önemsememem sanıyorum, bugün bile çok zevkle dinlediğim klasik dahil birçok müzik parçasının kime ait olduğunu bilmem, ama tadını alırım.
O kadar başarılı işler yapan Ömer’in hiçbir başarısından öğündüğünü görmedim. Gayet alçakgönüllüydü. Devre parçalarının lehimlerini O yapmıştı ve büyük bir özenle yapıyordu, zevk aldığı her halinden belli oluyordu. Bir lehimi yapıyor, inceliyor, mutlulukla gülümsüyordu. Sadece o zaman lehimleme işini çok iyi yaptığını, havuzda ancak bu kadar iyi lehim yapılabildiğini söyleyerek öğündü. Ne güzeldi, insanın küçük bir başarısını önemsemesi. Hiç unutmadığım bir andır o. Bana babamı hatırlatmıştı. Belki de Ömer’le ilgili bu kadar anı o laflar yüzünden belleğimde kaldı. Yoksa o kadar uğraştığı amfiyi O’nun yaptığını unutmasam bile anımsamayabilirdim.
Ömer’in, lehim yaparken mutluluğu ve kimsenin fark etmesi olanaksız olduğu için de kendisinin bunu dillendirmesini yazarken babamın da bir işi yaparken, aldığı zevki, kendinden geçercesine mutluluğunu anımsadım. Hiç de zamana bırakmadan, hazır başlamışken bundan da bahsedeyim. Belki de yukarıda anlattığım teknik işlerden sıkılmışsındır, yaşamla ilgili konu rahatlatabilir.
Bende çağrışım yapan Ömer için yazdığım “büyük bir özenle yapıyordu, zevk aldığı her halinden belli oluyordu” sözlerimin babamda da aynı durumu görmemdi.
Babamın yapısında bir insan bir işi yaparken mutlulukla kendinden geçiyor, karı zararı hesaba katmıyor, o anda o işi sadece kendisi için yapıyor, belki de kendini öylece var ediyor ve ispatlıyor. Bu konuda babam tam bir model ve yaşamı boyunca da bu seçtiği yaşamı aksatmadan sürdürmüş biri. Umarım babamdan bahsedeceğim bölümü çok uzatmam. Yoksa yazdığım şeyi silme huyum yok. Sıkılırsan okuma ne yapayım. İnan ben şu anda bunları yazmaktan çok zevk alıyorum.  Harry de çok keyifli söylüyor canım. Nereliyse sıcakkanlı bir ülkenin insanı olmalı. Bunu Taner’e sormalıyım.
Önce ben de bir özel anımı anlatayım, çok özlediğim babamın oğlu olduğumu da anlatmak için. Babama benzeyen huylarım olduğu için öğünmemi de yadırgama lütfen. Çok keyifli. Tavsiye ederim.
Bir platoda reklam filmi çekiyorduk. Ben yine her zamanki gibi özel efekt işindeydim, muhtemelen dekoru da ben yapmışımdır. Gecenin bir vakti, 40x70 cm ebatlarında bir mermere kavisli şekilde oyduğum 16-17 harfli firma logosunu alttan çıkacak renklerli boyalarla dolduracak, harflerin her biri birkaç renkten oluşan firmanın logosu çıkacaktı. En az 20 dev enjektöre doldurduğum boyaları ince hortum ve memeler kanalıyla mermerin altından pompalar yoluyla mermere dolduruyordum. Ayar zordu ve çok ince zorluklar çıkıyordu karşıma. Bir yandan sette çekim devam ediyordu, kanıksadığım klasik set gürültüleri kulağıma geliyordu. Ben loş bir köşede çalışıyordum. Bir ara üstüme spot ışığı düştüğünü fark ettim, muhtemelen ışıkçılardan biri kıyak yaptı diye düşündüm. Ben boyalarla, pompalarla boğuşuyor, mermerdeki yazıyı temizliyor tekrar deniyordum. Sette sesin kesildiğini epey sonra fark ettim, bakmak için kafamı çevirdiğimde tüm set ekibinin benim başımda olduğunu görsem de bunu tam algılamayarak yine işime devam ettim. Sonra öğrendim. Yönetmenimiz Alinur Velidedeoğlu benim o halimi filme almak için senaryoyu bırakıp, ışığı kamerayı olduğum yere çevirip, benim o kendimden geçmiş, muhtemelen işi de yoluna koyduğum zamanlardaki “mutluluğumu” filme alıyormuş.
İstersen “mutluluk” hakkında şimdi düşündüklerimi yazayım sonra babama dönerim. Yani izninle biraz felsefe yapayım. Nasıl olsa birazcık felsefeden zarar gelmez.
Mutluluk nedir? İnsan nasıl mutlu olur? Bunun için gerekenler nelerdir? Bu konuda sorular çoğaltılabilir. Sana çok tuhaf gelecek ama inan mutluluk deyince benim aklıma karnı tok bir köpeğin, güneşe sırtını verip sere serpe yatışı gelir. O anda ne saldırganlığı vardır ne de korkaklığı. Öyle anlarda uzun uzun bakarım gıptayla. Ne kadar kolay değil mi onun için, üstelik de insan gibi birçok becerisi yeteneği yok. Karnı doydu ve güneş var. Hiçbir sıkıntı yok, dün de yok yarın da. Çok ciddiyim espri yapmıyorum. Gerçekten gıpta ediyorum ve keyif diye ben buna derim ve zaten diyorum.
Peki, biz ne yapıyoruz? Karnımızın doyması ve sıcak bize yetiyor mu? Sağlık sorunlarımızın, çocuklarımızın eğitimi, barınağımız, yarınımızı güvenceye alan bir gelir, ulaşım için araç, iletişim araçları gibi ihtiyaçlar karşılandığında tamam diyor muyuz, bu bize yetiyor mu? Aslında bunları karşılamak için o kadar sıkıntıya katlanıyoruz ki o sıkıntılar bizi tutsak ediyor, yaşamımızı karartıyor. O ihtiyaçlar da değişmeden durmuyor, habire yeniliyor, değiştiriyoruz. Karnımız tok hava sıcak yetiyor mu? Hayır. Alınacaklar, alacak verecekler, yapılacak işler yazılacak raporlar, ödenecek senetler, alınacak giysiler, pişirilecek yemekler, hesap sorulacak insanlar hesap verilecek kurumlar… Bu liste o kadar uzuyor ki sonu gelmiyor ve her biri de kafamızın bir köşesini meşgul ettiğinden bir türlü dinginleşemiyoruz ve sonunda da huzurla mutluluğa erişemiyoruz. Kısaca sakin, dingin yaşama bir türlü erişemiyoruz. Beklentilerimiz o kadar çok ki karşılayamıyoruz, karşılasak bile yeni beklentiler enjekte ediliyor kafamızın bir yerlerine sinsice.
Burada en büyük sorun da bizi cendereye sokan “var olmak için daha çok al, almak için daha çok çalış” diye düzenin bizi şartlandırması, zorlaması. Almanın, daha iyisini, daha yenisini almanın da bir sonu yok zaten. Her alınan ve yenilenen sanıyoruz ki bizi sıkıntılarımızdan kurtaracak mutlu edecek var olacağız. Ama tam tersi oluyor. Yılanın kuyruğunu yemesi gibi. Bir gün bir bakıyoruz dün birey olarak yapabileceklerimizi bugün artık yapma gücümüz yok, yıllar geçmiş çünkü. Bir fert olarak kendini yaşanmamışlıklar o kadar yoğunki bugünü bile yaşayamıyoruz. Artık deniz sığlaştığı için derinlere dalamıyoruz ve deniz bitiyor.
Bugünkü dünyada karın doyurmak için çalışmak, diğer tüm canlılardan farklı olarak yeteneklerimizi değerlendirip bunun sonuçlarını görerek mutlu olmak toplumda var olmak gerekir, hiçbir itirazım olmadığı gibi tümüyle desteklerim de. Ama akıntıya kapılıp kendini, kendi fiziksel ruhsal ihtiyaçlarını, gerçek ihtiyaçlarını (dayatılan değil) yaşayamadan, koşuşturup, daha çok koşuşturup, daha daha çok koşuşturup paralar kazanıp onları kazanmayı ve yine bir koşuşturma içinde harcamayı hiç ama hiç kabullenemem. Hele ki bu hayhuy içinde doğadan da kopmayı kabullenmem mümkün değil. Çalış ama günü de yaşa, koştur ama koşturmanı bir yerde bırakıp bir ufak işle uğraş, bir insanla, bir çocukla, bir canlıyla ilgilen, bir şey yap mutlu olmayı başar, kendin için yap bunu, başkaları için değil. Zaten kendini düşündüğün, kendin için bir şeyler yaptığın zaman en yakınlarına da bir şeyler verebilirsin, biraz tebessüm ettirebilirsin.
Şimdi yaşamımdan, babamla geçirdiğim günlerden örnekle anlatacağım derdimi.
Doğduğum ve mutlu geçen ilk gençliğimi Ağın’da yaşadım. Babam o bölgedeki 6-7 kasabanın en yetenekli ve sayılan zanaatkârıydı. Hatta bazı ustalıklarda tek O vardı. Saat tamir eder, silah yapar, silah tamir eder. Motor tamir eder, kısaca, her işi beceren ve hep çalışan biriydi. Ağın’a 1969 da elektrik geldi. Bundan tam 20 sene önce 1 Ağustos günü doğduğumda sıcaktan etkilenmeyeyim diye başımın üstünde bir elektrikli vantilatör dönüyormuş. Medrese 1 den ayrılan babamın evin önündeki arkın suyunu kullanarak motosiklet jantından yaptığı tribünden elde ettiği santralden gelen elektrikle. Ve evimizde elektrik vardı. Böyle bir insanın çok paralar kazanıp çocuklarına da çok miraslar bırakması gerekir değil mi? Hayır. Bize ufacık şeylerden bile mutlu olmayı, mutlu olunacak beceriyi ve parayı önemsememeyi öğretti. Bunları söyleyerek öğretmedi, yaşamıyla öğretti. Bunu nasıl yaptığını örnekle anlatmaya çalışayım.
Gelen arızalı saatlerin eksiklerinin listesini yapar İstanbul Sirkeci’de Saatçiler Yuvasına yazıyla sipariş verir, parasını da gönderirdi. Çoğunlukla listeyi ben yapardım, ilkokul 2. 3. Sınıftan itibaren. Saat zembereğinin alış fiyatı 2,5 liraydı, listeyi ben yaptığım için biliyorum. Vahşen’li birinindi saat. Zembereği kırılan saatin, zembereğinin numarasıyla, parası yatırılıp sipariş verildi. Malzemeler geldikten sonra zembereği saate taktı. Birçok insan gibi paryla pek işi olmayan saatin sahibi geldiğinde borcunu sordu babama. Para O’nun için en zor şeydi ve çok az bulunan bir şeydi. Babam çoğunlukla yaptığı gibi “bir şey istemez canım” dedi, benim yanımda, ısrar da sonucu değiştirmedi. Bir hafta sonra evde o insanın muhtemelen bir mendile sarıp getirdiği biberi yiyorduk. Buna çok kez tanık oldum. Bazen Saatçiler Yuvasına ödediği parayı alır, bazen biraz eksik alırdı, bazen de hiç almazdı. Alacağı bedel ödeyecek adamın gücüne göreydi. Aldığı zamanlarda da masrafının üzerine 3 kuruş koyarak alırdı. Geçimimizi babamın gençliğinde yaptığı su değirmeninden sağlıyorduk büyük ölçüde. Bir de tüfek yapardı yılda 1-2 tane onları satardı.
Evimizde hiç tartışma olmaz ses hiç yükselmezdi. Babamın hep gülümseyen, gülen yüzü bize de bulaşır biz de O’na uyardık. Bazen evde çay demlenemezdi, çünkü çay ve şeker alınamazdı. Bunu da yıllar geçip biraz büyüyünce atölyedeki parasını da koyduğu tezgâhının tahta çekmecesini çekmeye başladığım zaman anlamıştım. Alınamaz ın arasındaki a harfini özellikle yazdım. Yoksa alınmazdı derdim. O çekmecede çoğunlukla para olmazdı. Bu sorun da olmazdı zaten.
Sanırım babam 70 yaşlarındaydı. Ağın’da o zamanlar neredeyse her evde arı kovanı vardı. Kapalı ekonomi olduğu için insanlar bütün ihtiyaçlarını kendileri üreterek karşılamaya çalışırlardı. Bizim de 20 kara kovanımız vardı. Bunlar babamın beşinci çocuklarıydı neredeyse, öylesinde ilgilenir, onları kulağını peteğe dayar dinlerdi, sıkıntılarını, güçsüzlüklerini de anlar tedbir alırdı.
Arı oğul verdiği zaman kimin peteğinden çıkarsa çıksın oradan geçen herkes durur yerden iki taş alır birbirine vururdu. Bunun oğul arının uzaklara gitmeden en yakındaki dut ağacına konması için yapılması gerektiğine inanılırdı, işe yarar mıydı bilmiyorum. O arada o bölgede binlerce arı insanların etrafında uçuşur, onlar tedirginlik içinde taş çalmayı sürdürürlerdi. Çok hoş bir müzikli bir anımdır bu. Film çekecek olsam herhalde ne eder eder bu sahneyi sıkıştırırdım araya. Taş şakırtıları arı vızıltıları ve tedirgin gözleri dut ağaçlarının dallarını tarayan, orada arı yoğunluğunu arayan sessiz insanlar. Bu etrafta arı vızıltıları ve sokulma korkusu ile taş şakırtıları bazen 10 dakika bazen bir saat sürerdi. Babam taş çalmayı sürdürürken arkalara geçip elindeki ince bir çöp veya küçük bir yaprağı, önünde taş çalan komşumuzun kulağının arkasına değdirirdi. O komşu bir zıplar taşları atmasıyla elini kulağına doğru savurması bir olurdu. Babam ağzı kulaklarında komşumuzun komik haline gülerdi diğer komşularla beraber. 70 yaşlarında bir insanın çocukça sayılabilecek bu şakayı yapması, üstelik de sayılan birinin yapması hiç yadırganmazdı. Sonra o gün gelen giden olursa ürken komşumuzun komik hali anlatılır gülme tekrarlanır, buna benzer anılar tekrarlanırdı.
Arapkir’li biri, Smith Wesson toplu tabancasını getirmişti. Tabancanın fişeklerin takıldığı top parçalanmıştı. Tabanca İstanbul’dan getirilmişti. Yaptıramamışlar, fabrikadan getirilmesi gerekir demişler. O yıllarda o da neredeyse olanaksız olduğundan, Arapkirli hemşerimiz -ben bunu Gadıyoran’a yaptırırım deyip almış gelmiş. O zamanlar elektrik yoktu Ağın’da. Ben de merakla her gün evin hemen önündeki atölyeye gidiyor biraz babama bakıyor biraz da kendimce bir şeyler yapıyordum.
Önce toptan biraz kalın uzun bir demir buldu. Sanırım bir otomobilin şaftıydı. Bunu kesti. Kesti deyince öyle hemencecik olacak iş olduğunu sanma. Elle belki de yıllardır kullanıla kullanıla aşınmış bir demir testeresini saatler boyu demire sürerek, ısınınca durup soğumasını bekleyerek. Sonra eliyle günlerce eğeledi, sonra matkabı mengeneye yatırıp sıkıştırdı, bağladığı demiri çevirerek dışını ve karşısını eğeyle ayarladı. Kumpasla dikkatlice ölçüyor sonra tekrar çevirmeye başlıyordu. Yıllar sonra ilk torna makinesi gördüğüm zaman anladım ki babam o zaman mekanik bir torna tezgahı yapmış. Sonra fişek yataklarını, zaten saatçiydi o hassaslıkla işaretledi, deldi bunlar yapması için uzun bir zaman gerekmişti, belki 1 belki 2 ay. Deliklerin biri gözle fark edilmeyecek kadar eğik olmuştu. İşe baştan başladı, ham demiri keserek. Lafı uzatmayacağım, babamın o çalışma anındaki mutluluğunu bugünkü algılama gibi fark etmeden bile olsa seyretmek, yaşamak çok keyifliydi. Hele bir de bitirip deneme atışlarından sonra kendi yaptığı kimyasallarla meneviş boyasını da yaptıktan sonraki mutlu yüz ifadesi benim için de büyük mutluluktu.
Bu işten para aldı mı? Aldıysa ne kadar aldı bilmiyorum. Ama şimdi şöyle bir yorum yapsam inan ters olmaz. Deseydi ki o tabancanın sahibi “-Memet usta, bak bu kadar zaman uğraşarak mutlu oldun, bu mutluluğun karşılığında sana para vermiyorum” babamın itirazı olmazdı. O nedenle belki de para almamıştır, alsa da ufak bir bedeldir diyebiliyorum. Bunu babamı tanıyan herkes de rahatlıkla söyleyebilir.
Babam şunu yapabilirdi. Yaptığı işlerden para kazanıp tarla tapan alıp, Malatya’da, Elazığ’da, hatta bana İstanbul’da birçok Ağınlı’nın yaptığı gibi ev alıp, bunları çoğaltarak her seferinde mutlu olmayı bekleyip hiç mutlu olmadan yaşayabilirdi. Öyle yapmadı, parayı yaşamak için bir araç olarak algıladı, o yüzden para yaşamının merkezinde olmadı. İhtiyaçlar karşılanınca da para hiç düşünülmedi.
Mutlu yaşadı, mutlu yaşattı ve bize de mutlu yaşamayı öğretti.
Film setlerinde sinemanın en zor işlerinden biri olan özel efekt (speyşıl efekt) iş yaparken sette insanlar eğitimi nereden aldığımı sorarlardı, babamdan miras kaldı derdim içtenlikle.
Görüyor musun? Konuyu babamdan açınca çook özlemişim anlaşılan uzattıkça uzattım. İnan daha birçok şey yazmamak için kendimi zor tutuyorum.
Bu kadar anının ardından konuyu başta anlattığım mutluluk nedir konusuna ayrıca bağlama için çaba gösterme gereğini duymuyorum. Gerçek ihtiyaçlar için gereği kadar araç olan para aslolan mutluluk.
Keşke uzun uzun konuşabilsek, konuştuklarımızı bu konuda konuştuklarımız, düşündüklerimizi kaleme alsak. Çevremizdeki dostlarımızın da bilgilerine sunsak.
Şöyle bir öngörüde, iddialı bir öngörüde bulunsam ne dersin? Bundan 50 belki 100 yıl sonra yaşayan insanlar, bugün hayat boyu koşuşturup kendini yaşamadan, yaşadığını sanarak çok çoook paralar kazanan insanlara, bir insanın bir ailenin ihtiyaçlarının çok ötesinde bazılarının bir şehrin ihtiyaçlarını yaşam boyu karşılayacak paraları olduğu halde hala daha çok kazanmak için didinen bugünün insanlarına “ilkel yaratıklar” diyeceklerdir. Böyle bir ifade değilse de buna benzer bir ifadeyle bahsedecekleridir desem. Hı ne dersin? Biz de bundan yüzyıllar öncesinde yaşayan insanlara böyle yakıştırmalarda bulunmuyor muyuz? Biz eskiler için söylediklerimizde haklıysak (ki bundan emin değilim) onlar bence haklı olacaklardır.
Ben yine asıl konumuza bizim altı yollu amfiye ve Ömer’e döneyim. Bunu yaparken birden dönemiyorum. Biraz evde dolanıyor bir kahve filan içiyor sonra farklı konuya dönebiliyorum. Bu sefer içtiğim kahve iyi geldi, kokusu çok daha keyifliydi.
Ben de hemen Ömer’in Sony CD çalarının (16 bit) aynısından aldım. Bu 16 bit lafını Ömer söylemişti, hiçbir şey anlamamıştım, bugün de ne anlama geldiğini bilmiyorum. Ama bir şeyden eminim iyi bir şey, bana çok keyifli müzikler dinlettirdi.
Biz birincinin deneyinden sonra ikinci amfiye başladık, başladık diyorum ama sen inanma, asıl işi Ömer yapıyordu. Şimdi de bir sorunum vardı. Yaptığımız amfi yaklaşık 25x35 cm boyutlarında, CD çalar ise 20x20 boyutlarındaydı. Amfiye kutu yaptığımızda zevksiz bir görüntü ortaya çıkacaktı. Bu hiç hoşuma gitmiyordu, benim homurdanmalarım sonunda Ömer her yatık olan elektronik hoparlör devresini dikey duruma getirerek, trafoyu da ortaya alarak sorunu çözdü. Artık çıplak olarak bizim amfi de Sony boyutlarındaydı. Ama bu sefer de ses açık değilken hoparlörlerden hafif bir uğultu geliyordu. Ses açılınca da bu ya kesiliyor ya da duyulmuyordu. Üzerinde de çok durmadık. İki tane daha amfi yapmıştık. Şimdi bunlara kutu da gerekiyordu.
Halit’le (İleri), Gültepe Dereboyu sokakta atölyelerimiz yan yanaydı. Aynı sokakta soğukluğu sevimsizliğiyle tanınan panocu Al vardı. Sanayi türü büyük elektrik panolar yapardı. Onun yanında çalışan Mehmet usta vardı. Onunla ahbaptık. O da işine özen gösteren o işleri de tümüyle yürüten biriydi.  Sony CD çaları sökerek kutusunu Halit’e götürdüm, aynı kutudan nasıl yaparız dedim, sadece yüksekliği 4 cm fazlaydı. O da hiç ikirciklenmeden Mehmet dedi. Onlar zaten daha sık görüşüyorlardı. Ben işi Halit’e devrettim, amfinin eksiklerini, kolonları tamamladım. O arada Halit yaptırmıştı, biraz geç olmuştu ama bire bir aynı, hani derler ya “tıpkısını aynısı” olmuştu. Boya sorun da çok zor değildi nasılsa, Sony’nin boyasına benzer boya piyasada bulunuyordu. Amfiyi boyasız kutuya monte ettik, soğutucuları arkaya aldık. O arada Ömer ilk yapılan yatay olanı evine götürmüş, bu dikeylere karşı (belki de o uğultudan) ilgisi zayıflamıştı. Ben de dikeyin bir suntaya monteli halini eve götürmüştüm (yakın zamana kadar evde onu kullandım, şimdi uğraştığım bu).  Ömer kutuyu bile kendi dikey amfiye monte etmedi. Her şey bitti üst üste koyduk CD çalarla amfiyi. Ama olmamıştı amfiyi kutuya bağlayan kutunun yanında bulunan yerleri Sony’e uymuyordu. Sony’deki vida yerleri yaklaşık 6-7 mm derinliğinde 1.5 cm çapında çukur içindeydi ve yanlarda her iki tarafta 4 taneydi. Yandan bakınca farklılığı belli oluyordu. Aynen Halit’e götürdüm. O da yine her zamanki mütevaziliğiyle ve sessizliğiyle, benim de bazı konularda kıllığımı da kabul ettiği için, önce Sony’dekine uygun kalıp yapmış onları tam yerlerinde presleyerek aynı havşa yerlerini yapmıştı. Belki de matkapla çözmüş olabilir. İş tamamdı. Her şey mükemmeldi. Çünkü elbirliğiyle bizler yapmıştık.
Birçok işi kendimiz yaptığımız eşe dosta yaptırdığımız halde belki de harcadığı para hazır alınacak o ayarda bir amfiden çok daha fazlaydı ama bu bizimdi ve güzeldi. Hala da öyle.
Çeşitleme ikincisinde Dual pikap için şöyle yazmıştım.
 “… Çünkü Pikabımın amfisini güçlendirmek için araştırma çalışmalarına başladım. Yine Ahmet’ten başlayarak yardım istemeye başlayabilirim, hazırlıklı olmanı tavsiye ederim.”
Ahmet’in Dual pikabın amfisindeki transistörlerin farklı olması gerektiği düşüncesi, bende farklı bir düşünce geliştirmişti. Mademki Dual’in iç amfisi çok iyi değil neden evdeki bizim yaptığımız amfiyi Dual pikap içine yerleştirmeyeyim?
Sunta üzerine monteli yakın zamana kadar burada kullandığım, bozulunca da bodruma kaldırdığım amfiyi çıkardım. Yemek masasına yaydım. Önce bozukluğunu gidermem gerekiyordu. Zaten arızayı biliyordum. Selanik Pasajından arızalı transistörü alarak tamir ettim. Bu haliyle amfi 30x40 cm bir sunta üzerine monte edilmiş halde telleri ortada, bırak Dual’i içine girmesini, masaya bile ciddi bir yer kaplıyordu ve her şey ortada hoş durmuyordu.
Emek çekilen bir şeyi atmama huyum işe yaradı. Zarfların birinin içinde Ömer’in 20 sene önce ilk çizdiği amfi şemasını aydınger baskısı vardı. Muhtemelen kart yaptırmak için almışım. Çünkü yanında malzeme listesi de ayrı bir kâğıtta duruyordu. Onu çıkardım. Biraz değişiklikle Dual içine girebilirdi. Ama o değişiklik için de bilgisayarda çizmek en doğrusuydu, o da bende yoktu. Fotokopiler çektim montajlar yaptım başarılı olamadım. Fotokopide doğrudan küçüldüğünde 5 ayaklı devre girişleri de küçüldüğü için olmuyor onları eski hale gelmesi gerekiyordu. Sonuçta ben uğraşırken Filiz “–Dual’in içine senin amfiyi koyarak Dual’in orijinalliğini bozmuyor musun?” Diyerek beni bu ufaltma sıkıntısından kurtardı ama ben bu arada başka sorunlara yelken aşmıştım.
Karaköy’de Başak Elektrik sahibi son yıllarda tanıdığım Kimya mühendisi ama Karaköy Bankalar Caddesinde elektrik yalıtım malzemeleri satan Mehmet (Üner), O’nun arkadaşı olan bir elektronikçiye yaptırdığım pre amfide de tadilatlar gerekiyordu. Mehmet 2 sene önce boğazda köpeğini gezdirirken, köpeği suya düşmüş, onu kurtarmak için O da suya atlamış. Köpek çıkmış Ahmet çıkamamış. Böylece anlamsız şekilde O’nu kaybetmiştik.
Önce Dual pikaptan amfiye bağlantı sorunu var. İçinden bağlantılar denedim farklı farklı çıkışlarından olmadı. Beyoğlu’daki yemekte Ahmet’e sordum. –Arkasında grundig fiş yeri vardır ondan alman lazım, eski olduğu için zor bulursun dedi. Uğraş didin grundiğ fiş buldum ama yine olmadı. Çünkü Dual pikaptaki grundig priz radyo girişi içinmiş. Tekrar Dual’i sök tak derken günler sonra kulaklık çıkışını buldum. Dolanıp dolanıp buna uygun (eski ya) fiş buldum, kablo aldım. Montaj yaptım ve işlem tamam. Ses mükemmel. Bizim amfiden çıkan ses Dual’in amfisinden çıkandan çok ama çok iyi hasas ve kaliteli. Ya da bana öyle geliyor. Daha kimseye dinletmedim.
İki kolonun sesi pre amfideki tek düğmeden kontrol ediliyordu. Hani standart setteki “balans” ayarı yapılamıyordu. Kolonların seslerini amfi üzerinde ayrı ayrı ayarlayabilsem, mükemmel bir balans ayarı yapma olanağı sağlayacaktım. Gerekirse kolonun birini tümüyle kapatabilecektim.
Yine bas ve tiz hoparlörlerin seslerini de ayrı ayrı yani tek tek ayarlasam, çok da keyifli olurdu. Sordum yakınımdaki dostlara “-ne gerek var, ne kazandırır, sağdaki ince sesle soldaki hoparlörden çıkan ince sesin ayrı ayrı ayarlanması ilave bir şey getirmez” dediler. Ne anlar onlar. Ben de ikiye ayırırım o zaman. Bir anahtarı çevirerek ses bas ve tizleri ortak ayrı ayrı düzenlerim yani eskisi gibi. Anahtarı çevirerek de benim istediğim gibi, sağ kolon sesinin kısılıp açılması ayrı solunki ayrı. Bir ayrı anahtar çevirerek de bas sesleri yine ayrı ayrı, bir üçüncü anahtar çevirerek de tizleri ayrı ayrı ayarlarım olur biter, hem dostlarımın dediği hem benim dediğim olur.
Eh bunu yapmak için Karaköy’de Selanik Pasajı ve Karaköy Pasajlarına defalarca gidip gelmem gerekti hala da gidiyorum. İlk aldığım potansiyometreleri (A 50K) taktım, ama ayar çok hasasalaştı ve sesi azıcık açmak aşırı ses almama neden oldu. Tekrar yollar düştüm bilmem kaçıncı kere. Bir şeyden hiç anlamamak ne kadar zormuş. Ucundan kenarında birazcık anlasam inan iş hemencecik çözülecek. Benim gibi el yordamı ve inat ve merakla yapıp keyif almak olunca iş daha da çapraşıklaşıyor. Priamfideki potansiyometre (A 50K) iken bana verilen (B 50K) imiş. Bunun da biri linner biri anaolog sorun bundanmış. Nasıl mı öğrendim. İnternet sağ olsun (ya da bulan)2-3 saatlik boğuşmadan sonra bunları buldum bir fark var ama ne olduğunu da anlamıyorum. Aynen geri götürdüm Selanik Pasajına. Adam “–sahi biri lineer ama o bende yok” dedi (uyanık bende yok demek yerine başka bir şey vermiş). Ara tara buldum. Taktım oldu. Ama bir sorun da ses ayarının yapan potansiyometrenin aynı zamanda güç anahtarı görevi de yapması için (anahtarlı A 50K) potansiyoemtre bulmam lazım. Neredeyse her dikkana baktım bulamadım. Muhtemelen ben imal edeceğim. A 50K potansın miline ilave yapıp arkasına bir anahtar monte edeceğim, ya da tam tersi bir anahtara A 50K direnci ekleyeceğim. Ne kadar zamanımı alır bilmiyorum, ama en az bir ay.
Prideki sivrilik bitti de bendeki işsizliğin getirdiği kıllık bitti mi? Emin ol hayır.
Ama şimdilik. Eee Dualden  bizim amfiye bağlayarak ses aldık da uydu antenin bağlı olduğu recevieri niye bağlamayayım. Cep telefonumun müziğini niye dinlemeyeyim, bu arada zaten bağlı olan İnci’nin (Celayir) armağanı DVD player bağlı. Bunların hepsini hatta bilgisayarı da bağlayayım ve bunların hepsini amfinin arkasından bağlayayım, önüne koyacağım bir anahtarla da istediğimi seçeyim. Yollar göründü yine defalarca, artık Selanik ve Karaköy pasajı esnafıyla ahbap olduk. Daha monte etmedim denemeler yaptım ama sonuç olumlu.
Şimdi asıl sorunum, amfiden gelen uğultuyu gidermek. Dikey olarak soketlerle bağlı olan devreleri yatay yapıp lehimli yapmak istedim. Soket yerleri zamanla okside olmuştur, temizlenmesi de kapalı olduğu için imkansız olduğundan, bunları lehimli yapayım ilk zamanlarda olan uğultu da giderek artmıştı bunu gideririm dedim. Yine birçok parçalar alarak geçici olarak tellerle bağlantılar yaparak devreleri yatırdım. Görüntü acayip tuhaf oldu hatta cep telefonumla fotoğrafını çektim. Sonuç kötüydü, aynı uğultu biraz daha artarak devam ediyordu. Ahmet’ten yardım istedim ama o da yurdışına gitti patlayan yanardağı patlayacağını biliyormuş gibi patladığı an görmeye.
Geriye tek seçenek kalıyor eski aydıngere çizilmiş devreyi hayata geçirmek. Ahmet gelene kadar bekleyemediğim için Selahattin’i aradım. Hani Dual pikabı ilk tamire uğraşan arkadaşım. Özlemişiz uzun konuşmalardan sonra işleri de yoğun olduğu için bana yaptırabileceğim yerleri tarif etti ama içine de sinmedi, görmek için istedi. Tarayıp epostayla Perşembe günü gönderdim. Cuma günü aradım. Köydeymiş o gece gitmiş. Çok yaşlı olan kayınvalidesinin cenazesindeydi. Ama yapacak olanağının olmadığını da biliyorum.
Öyle görünüyor ki yine çözüm Ahmet’te.
Şimdiki ahval bu durunda bu yazı da burada bitsin ki “dördüncüye” de konu kalsın. Neye mi? Önce yatay yeni amfinin yapımı, muhtemelen birçok da yenilikler olacak. Ardından bu amfiyi nereye koyacağım Dual pikabımın altına. Aynı kutudan olması gerekmez mi sence. Sony CD çaların altına kutu yaptık da Dual pikapın altına kutu yapmayacak mıyız? Halit bu yazıyı okursa telefonunu umarım kapatmaz. Zaten O’nun yapacağı bir şey yok, pikabın kutusu ön ve arkası hariç ahşap.
Bu yazıyı sonuna kadar okuduysan seni, sabrını kutluyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder