Bugün markete gitmem lazım.
Alınacak gıda listesi giderek uzadı. Genellikle aldıklarımızı az alıyoruz sık
alıyoruz. Bu da gıdaların evde bozulma riskini azaltıyor hem de daha taze
oluyor. Bu da 2-3 günde bir markete gitmek demek. Semt pazarına daha çok yazın
gidiyoruz, taze sebze meyve almak için.
Yukarıda yazdıklarım muhtemelen
senin için de geçerlidir. Gıda ihtiyaçlarımızı en yakınımızda ve en uygun
markete veya bakkala giderek karşılıyoruz. Bu marketlerde de olmayan yok.
Onlarca soğutucu, yüzlerce raf ve buların üstünde gıdalar eşyalar. Seçiyoruz
bütçemize ve ihtiyaçlarımıza göre parasını ödeyip alıyoruz. Yine evdeki
soğutucuya koyup kullandıkça çıkarıyoruz. Dilimize yanlış olarak buzdolabı
olarak giren soğutucuların ısısı da istenilen ayarda ve sabit ısıda olduğu için
gıdalar da bozulmuyor uzun süre. Buna bozulmasın diye mesela bakliyata sinek
ilacı sıkıp, kurumasın diye de bulaşık deterjanı sürdüklerini, yüzlerce sağlığa
zararlı katkı maddesini gıdalarımıza kattıkların, sürdüklerine burada
girmeyeceğim.
Tahmin edebileceğin gibi bu yazımda
sana uzun uzun market alışverişlerimi anlatmak değil niyetim.
Derlerki, her şeyin bozulması,
insanın doğaya uyum sağlayarak yaşamak yerine doğaya hükmetmesiyle başladı.
Bunu doğruluğu da her geçen gün “küresel ısınma” sonuçlarını yaşamaya yeni yeni
başlayarak öğreniyoruz. Ders alındığını söylemek de zor.
Benim bu yazıda sana anlatacağım
doğa- çevre değil. Doğaya uyum sağlayarak yaşama örneklerini kendi yaşamımdan,
daha doğrusu sevgili annemden örneklerle anlatacağım. Anlatacağım iki anımdan
biri belki hala geçerlidir ama ikincisinin uygulandığını hatta anımsandığını
bile sanmıyorum.
Annem kış aylarında İstanbul’a
gelir bazen bir ay bazen daha da uzun kalırdı. Her gelişinde evin bazı şeyleri
kökünden değişirdi. Bunlar da kesinlikle onadığım bugün de anlatmaktan guru
duyduğum değişikliklerdi.
Daha eve ilk girişinde, giriş
kapısının karşısındaki mutfağın kapı koluna asılı çöp poşetine göz ucuyla
bakardı. O poşet genellikle dolu olurdu içinde de neredeyse tümü yiyecek
artıkları olurdu. Gelişinin ertesi günü o poşet artık dolmazdı. Çünkü yenebilen
hiçbir şey atılmaz, değerlendirilirdi. Biz işe, Ayşe okula gittiği için mutfağı
da zorunlu olarak ele geçirmiş olurdu. Temizliğe karıştırmazdık ama mutfağa söz
bile söylememize izin vermezdi. Bu benim de çok işime gelirdi. İnsanın
annesinin yemeği kadar güzel yemek var mıdır? Bu benim için hep böyle oldu. Her
zaman annemin yemeklerini aradım, özledim.
Yiyecek artıklarını ne yapardı
diyebilirsin şimdi. Anlatayım. Önce yemeği gereği kadar pişirirdi. Tabaklarda
yemek artırılmasına izin vermez, homurdanırdı, o yüzden yenecek kadar tabak
doldurulurdu. Artan varsa da bunlar toplanır, ekmek kırıntısıyla beraber
kuşlara verirdi.
Annem geldikten 10 gün sonra evin
pencere mermerlerine kızımın deyimiyle “babaannemin kuşları” olan güvercinler
gelmeye başlardı. Onları sürekli beslerdi. Güvercinlerden sonra da serçeler
gelir daha küçük kırıntıları toplarlardı.
Ama ası anlatacağım hab. Doğrusu
nasıl yazıldığını da bilmiyorum. Söyleniş biçimiyle de yazıyorum. Hz. Googul da
da olmayacağını tahmin ettiğim için araştırmadım.
Ağın’a elektrik 1969 da geldi, yani
ben 20 yaşındaydım. Elektrik olmayınca buzdolabı dediğimiz soğutucu dolaplar da
olmazdı. Sıcaklarda yiyecekler de çabucak bozulurdu. Burada bir gelenekle gelen
bir beceri vardı. Yiyecekleri yine her şeyin bozulmasına neden olan güneşte
kurutmak. Anımsadığım kadarıyla neredeyse kurutulabilecek her şey kurutulurdu.
Zaten bakkaldan yiyecek pek bir şey alınmazdı. Neredeyse yağ bez gaz tuz
dışında. Annem yaz boyunca didinir taşınır bizi kış boyu beslemek için hazırlık
yapardı. Hiç durduğunu anımsamıyorum. Uyandığımda hep ayaktaydı, uyumaya
gittiğimde de yine O ayaktaydı. Bu İstanbul gelmelerinde de değişmedi.
Şimdi düşünüyorum da gerçekten
hazır bir şey alınmayınca aylarca 3-4 kişinin beslenmesi nasıl hiç de kolay
olmasa gerekti. Sadece annem mi böyleydi. Hayır, her anne, her kadın böyleydi.
Ablalarım da onun doğal yardımcısıydı. Bir de mahalledeki her kadın diğerinin
yardımcısı destekçisiydi. Sürekli alış veriş halindeydiler. Dayanışırlardı.
Bunların da aklımda kalan en önemlisi hab idi.
Ağın’da hayvancılık yoktu. Herkesin
kendi yağ, süt, peynir ihtiyacını karşılamasına yetecek kadar hayvan beslerdi.
Bazen bir inek, bazen iki koyun bir keçi filan. Bunlar da hiç sabit kalmazdı,
yavrulayan hayvanlar sayıyı artırır, hastalıklar azaltırdı. Altmışların
sonlarına doğru keçi beslenmesi zaten az olan dağlardaki doğal ağaç örtüsünü
korumak için yasaklandı. İnekler de şimdiki cins inekler gibi günde 5-10 kilo
veren ineklerden değildi. Tam bilmiyorum ama sanırım en fazla veren 1-2 kilo
verirdi. Şimdi habı anlatınca neden anımsadığım da anlayacaksın.
Süt de işlenmezse çok çabuk
bozulur. Neredeyse dayanma ömrü ısı ortamına bağlı olarak bir gün bile
değildir. Yani o gün sağılan süt o gün işlenmek, yoğurt (sonra yağ), peynir
yapılmak zorundaydı.
Şimdi düşün annem sabah kalktı,
ineği. 2 kilo süt çıktı. Bununla ne yapabilirdi. Yoğurt yapsa o kadarcık yoğurtan
ne yağ çıkardı, yayığa bile koyamaz bu sefer süt yerine yoğurt bozulurdu. Herkes
de aynı konumdaydı. 20 kilo süt olsa bu sorun olmaz. O gün yoğurt yapılır,
ertesi gün de yayıkta bu tereyağına çevrilir, tuzlanarak uzun ömürlü temel
gıdalardan biri haline gelirdi.
İşte bu sorunu annemler, tabii ki
onların da anneleri ve onların da anneleri, dayanışarak, paylaşarak
çözmüşlerdi. Mahallede 5-6 komşu ile anlaşırlardı, bu sayı bazan çok artar
bazen eksilirdi. Bunu şimdi bu yazıyı yazmaya başlayınca nedenini anlıyorum.
Sütün verimli zamanında sayı azalıyor, verimsiz zamanında paylaşılan sayı
çoğalıyordu. Diyeyim ki işlenecek süt 20 kilo olsun, bu kiloyu tutturacak kadar
komşu bir araya geliyordu. Daha fazlasını işlemek zor daha azı da verimli
olmuyordu anlaşılan.
Daha tan ağarmadan kalkan annem,
sabah ineğini sütünü sağar, hep aynı bakraca doldurur bir komşuya giderdi. Bu
sabahın karanlığında ısız sokaklarda birçok kadının evden eve sessizce
gidişleri, sonra bir araya gelip kısık sesle konuşup işlerini yapması benim hep
görsel olarak çok ilgimi çekmiştir. Bu gidişleri kısa da sürmezdi anımsadığım
kadarıyla. Sonra arada bir de bizim evin önünde toplanırdı aç boğazlarımızı
beslemek üzere sabahın köründe işe koyulan anneler. Uzun uzun konuşurlardı. Ben
buna şimdi dedikodu demeyeceğim. Aslında tüm haberler o sabahın ilk saatlerinde
paylaşılır, belki de birilerine yapılacak yardım, destek için kararlar
alınırdı.
Yine o hab günü komşularda yaşlı
veya ineği koyunu olmayanlara süt ve ertesi gün de yoğurt gönderirdi annem
benimle. Niyeyse bu işi çok da zevkle yapardım.
Evde bezden dikilmiş diş fırçası
askısı gibi bir şey vardı. 30x40 cm bir bezi, 40 cm tarafından 15 cm olarak
yukarıya doğru katlanıp, yanlarından ve 2-3 cm arayla da dikine dikilerek
bölümlere ayrılmış bir bezden cepler. Her bölümün üstünde de “Zelha, Hatce”
gibi komşu annelerin isimleri yazılıydı. Bunlar renkli iplerle dikiş biçiminde
yazılırdı. Bir seferinde ben kurşun kalemle yazmıştım annem de bunun üstünden
renkli iple geçmişti. Çocukluğumun o işe yaramanın verdiği ciddiyetle özenle
yapmıştım. Bu gözlerde bağ asması çubukları olurdu. Bugün böyle bir şeyi sana
göstersem – bu nedir? Desem, inan anlayabilmen bulabilmen mümkün değil. Bu bez
gözlerden hab yapan her evde vardı. Onlarda da yine isimler vardı, sedece kendi
ismi yoktu, bizdeki gibi.
Bu paylaşımdaki adaletin nasıl sağlandığını
bilmiyordum, biraz düşününce bulduğumu sandım. Yanlış yazmayayım diye de ablama
sordum, doğru bulmuşum. Benim aklımda kalan, zaten gördüğüm de sadece asma
dalların ucunu koparır süt kabını içine batırır, asmanın boğumunu gelecek
biçimde de bu asma dalı ucundan ufak ufak koparılırdı. Boğum sütün üst kısmına
tam gelince de, ölçülen süt kiminse, onun isminin yazıldığı bez kılıfın içine
sokulurdu. Çok küçükken bu bir araya gelmeleri izlediğim halde bir ayrıntı
aklımda kalmış, süte batırılan kısım bezin içine sokulurdu. Ya sağlığa uygunluk
için ya da çubuğun tersi ölçü olarak alınmasın diye. Bazen bir gözde birden
fazla çubuk olurdu. Böylece o günkü sütler bir evde toplanır işlenirdi.
Paylaşımda adalet de şöyle
sağlanıyordu. Hab için herkes evindeki aynı bakracı kullanılıyordu. Annem o gün
sağdığı sütü o bakraca koyuyor, komşuya gidiyor, süt bu asma çubuklarıyla
ölçülüyor, o çubuğu alıp eve getiriyor, sütü verdiği komşunun adı yazılı bez
teleğe koyuyordu. O komşu da hab sırası bize geldiğinde süt annemin bakracına
dolduruluyor telekteki çöp alınıyor ölçülüyordu. Az veya çok geldiğinde ise
yeni bir asma sapıyla veya aynı sap kısaltılarak ölçülüyordu. Böylece bizdeki
çöp hep annemin alacağını gösteriyordu. Şöyle bir şeyi aklına getirmeni
istemiyorum. Annemin veya bir başka annenin, eve geldikten sonra alacağını
belirleyen asma çubuğunu başka bir çubukla daha uzatarak değiştirmesi nasıl
önleniyordu. Böyle bir şeyin akla gelmesi bile söz konusu değildi. O nedenle
aklına getirme dedim.
Bazen acaba diyorum bu küresel
ısınmayı ve sonuçlarını ufak ufak görmeye başladıktan sonra, hiç elektrik icat
edilmemiş olsa mıydı, doğa katledilmemiş olsaydı insanlarla birlikte tüm
canlılar daha sağlıklı ve mutlu mu olurduk?
Osman Kapusuz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder