11 Ocak 2016 Pazartesi

Hab

Bugün markete gitmem lazım. Alınacak gıda listesi giderek uzadı. Genellikle aldıklarımızı az alıyoruz sık alıyoruz. Bu da gıdaların evde bozulma riskini azaltıyor hem de daha taze oluyor. Bu da 2-3 günde bir markete gitmek demek. Semt pazarına daha çok yazın gidiyoruz, taze sebze meyve almak için.
Yukarıda yazdıklarım muhtemelen senin için de geçerlidir. Gıda ihtiyaçlarımızı en yakınımızda ve en uygun markete veya bakkala giderek karşılıyoruz. Bu marketlerde de olmayan yok. Onlarca soğutucu, yüzlerce raf ve buların üstünde gıdalar eşyalar. Seçiyoruz bütçemize ve ihtiyaçlarımıza göre parasını ödeyip alıyoruz. Yine evdeki soğutucuya koyup kullandıkça çıkarıyoruz. Dilimize yanlış olarak buzdolabı olarak giren soğutucuların ısısı da istenilen ayarda ve sabit ısıda olduğu için gıdalar da bozulmuyor uzun süre. Buna bozulmasın diye mesela bakliyata sinek ilacı sıkıp, kurumasın diye de bulaşık deterjanı sürdüklerini, yüzlerce sağlığa zararlı katkı maddesini gıdalarımıza kattıkların, sürdüklerine burada girmeyeceğim.
Tahmin edebileceğin gibi bu yazımda sana uzun uzun market alışverişlerimi anlatmak değil niyetim.
Derlerki, her şeyin bozulması, insanın doğaya uyum sağlayarak yaşamak yerine doğaya hükmetmesiyle başladı. Bunu doğruluğu da her geçen gün “küresel ısınma” sonuçlarını yaşamaya yeni yeni başlayarak öğreniyoruz. Ders alındığını söylemek de zor.
Benim bu yazıda sana anlatacağım doğa- çevre değil. Doğaya uyum sağlayarak yaşama örneklerini kendi yaşamımdan, daha doğrusu sevgili annemden örneklerle anlatacağım. Anlatacağım iki anımdan biri belki hala geçerlidir ama ikincisinin uygulandığını hatta anımsandığını bile sanmıyorum.
Annem kış aylarında İstanbul’a gelir bazen bir ay bazen daha da uzun kalırdı. Her gelişinde evin bazı şeyleri kökünden değişirdi. Bunlar da kesinlikle onadığım bugün de anlatmaktan guru duyduğum değişikliklerdi.
Daha eve ilk girişinde, giriş kapısının karşısındaki mutfağın kapı koluna asılı çöp poşetine göz ucuyla bakardı. O poşet genellikle dolu olurdu içinde de neredeyse tümü yiyecek artıkları olurdu. Gelişinin ertesi günü o poşet artık dolmazdı. Çünkü yenebilen hiçbir şey atılmaz, değerlendirilirdi. Biz işe, Ayşe okula gittiği için mutfağı da zorunlu olarak ele geçirmiş olurdu. Temizliğe karıştırmazdık ama mutfağa söz bile söylememize izin vermezdi. Bu benim de çok işime gelirdi. İnsanın annesinin yemeği kadar güzel yemek var mıdır? Bu benim için hep böyle oldu. Her zaman annemin yemeklerini aradım, özledim.
Yiyecek artıklarını ne yapardı diyebilirsin şimdi. Anlatayım. Önce yemeği gereği kadar pişirirdi. Tabaklarda yemek artırılmasına izin vermez, homurdanırdı, o yüzden yenecek kadar tabak doldurulurdu. Artan varsa da bunlar toplanır, ekmek kırıntısıyla beraber kuşlara verirdi.
Annem geldikten 10 gün sonra evin pencere mermerlerine kızımın deyimiyle “babaannemin kuşları” olan güvercinler gelmeye başlardı. Onları sürekli beslerdi. Güvercinlerden sonra da serçeler gelir daha küçük kırıntıları toplarlardı.
Ama ası anlatacağım hab. Doğrusu nasıl yazıldığını da bilmiyorum. Söyleniş biçimiyle de yazıyorum. Hz. Googul da da olmayacağını tahmin ettiğim için araştırmadım.
Ağın’a elektrik 1969 da geldi, yani ben 20 yaşındaydım. Elektrik olmayınca buzdolabı dediğimiz soğutucu dolaplar da olmazdı. Sıcaklarda yiyecekler de çabucak bozulurdu. Burada bir gelenekle gelen bir beceri vardı. Yiyecekleri yine her şeyin bozulmasına neden olan güneşte kurutmak. Anımsadığım kadarıyla neredeyse kurutulabilecek her şey kurutulurdu. Zaten bakkaldan yiyecek pek bir şey alınmazdı. Neredeyse yağ bez gaz tuz dışında. Annem yaz boyunca didinir taşınır bizi kış boyu beslemek için hazırlık yapardı. Hiç durduğunu anımsamıyorum. Uyandığımda hep ayaktaydı, uyumaya gittiğimde de yine O ayaktaydı. Bu İstanbul gelmelerinde de değişmedi.
Şimdi düşünüyorum da gerçekten hazır bir şey alınmayınca aylarca 3-4 kişinin beslenmesi nasıl hiç de kolay olmasa gerekti. Sadece annem mi böyleydi. Hayır, her anne, her kadın böyleydi. Ablalarım da onun doğal yardımcısıydı. Bir de mahalledeki her kadın diğerinin yardımcısı destekçisiydi. Sürekli alış veriş halindeydiler. Dayanışırlardı. Bunların da aklımda kalan en önemlisi hab idi.
Ağın’da hayvancılık yoktu. Herkesin kendi yağ, süt, peynir ihtiyacını karşılamasına yetecek kadar hayvan beslerdi. Bazen bir inek, bazen iki koyun bir keçi filan. Bunlar da hiç sabit kalmazdı, yavrulayan hayvanlar sayıyı artırır, hastalıklar azaltırdı. Altmışların sonlarına doğru keçi beslenmesi zaten az olan dağlardaki doğal ağaç örtüsünü korumak için yasaklandı. İnekler de şimdiki cins inekler gibi günde 5-10 kilo veren ineklerden değildi. Tam bilmiyorum ama sanırım en fazla veren 1-2 kilo verirdi. Şimdi habı anlatınca neden anımsadığım da anlayacaksın.
Süt de işlenmezse çok çabuk bozulur. Neredeyse dayanma ömrü ısı ortamına bağlı olarak bir gün bile değildir. Yani o gün sağılan süt o gün işlenmek, yoğurt (sonra yağ), peynir yapılmak zorundaydı.
Şimdi düşün annem sabah kalktı, ineği. 2 kilo süt çıktı. Bununla ne yapabilirdi. Yoğurt yapsa o kadarcık yoğurtan ne yağ çıkardı, yayığa bile koyamaz bu sefer süt yerine yoğurt bozulurdu. Herkes de aynı konumdaydı. 20 kilo süt olsa bu sorun olmaz. O gün yoğurt yapılır, ertesi gün de yayıkta bu tereyağına çevrilir, tuzlanarak uzun ömürlü temel gıdalardan biri haline gelirdi.
İşte bu sorunu annemler, tabii ki onların da anneleri ve onların da anneleri, dayanışarak, paylaşarak çözmüşlerdi. Mahallede 5-6 komşu ile anlaşırlardı, bu sayı bazan çok artar bazen eksilirdi. Bunu şimdi bu yazıyı yazmaya başlayınca nedenini anlıyorum. Sütün verimli zamanında sayı azalıyor, verimsiz zamanında paylaşılan sayı çoğalıyordu. Diyeyim ki işlenecek süt 20 kilo olsun, bu kiloyu tutturacak kadar komşu bir araya geliyordu. Daha fazlasını işlemek zor daha azı da verimli olmuyordu anlaşılan.
Daha tan ağarmadan kalkan annem, sabah ineğini sütünü sağar, hep aynı bakraca doldurur bir komşuya giderdi. Bu sabahın karanlığında ısız sokaklarda birçok kadının evden eve sessizce gidişleri, sonra bir araya gelip kısık sesle konuşup işlerini yapması benim hep görsel olarak çok ilgimi çekmiştir. Bu gidişleri kısa da sürmezdi anımsadığım kadarıyla. Sonra arada bir de bizim evin önünde toplanırdı aç boğazlarımızı beslemek üzere sabahın köründe işe koyulan anneler. Uzun uzun konuşurlardı. Ben buna şimdi dedikodu demeyeceğim. Aslında tüm haberler o sabahın ilk saatlerinde paylaşılır, belki de birilerine yapılacak yardım, destek için kararlar alınırdı.
Yine o hab günü komşularda yaşlı veya ineği koyunu olmayanlara süt ve ertesi gün de yoğurt gönderirdi annem benimle. Niyeyse bu işi çok da zevkle yapardım.
Evde bezden dikilmiş diş fırçası askısı gibi bir şey vardı. 30x40 cm bir bezi, 40 cm tarafından 15 cm olarak yukarıya doğru katlanıp, yanlarından ve 2-3 cm arayla da dikine dikilerek bölümlere ayrılmış bir bezden cepler. Her bölümün üstünde de “Zelha, Hatce” gibi komşu annelerin isimleri yazılıydı. Bunlar renkli iplerle dikiş biçiminde yazılırdı. Bir seferinde ben kurşun kalemle yazmıştım annem de bunun üstünden renkli iple geçmişti. Çocukluğumun o işe yaramanın verdiği ciddiyetle özenle yapmıştım. Bu gözlerde bağ asması çubukları olurdu. Bugün böyle bir şeyi sana göstersem – bu nedir? Desem, inan anlayabilmen bulabilmen mümkün değil. Bu bez gözlerden hab yapan her evde vardı. Onlarda da yine isimler vardı, sedece kendi ismi yoktu, bizdeki gibi.
Bu paylaşımdaki adaletin nasıl sağlandığını bilmiyordum, biraz düşününce bulduğumu sandım. Yanlış yazmayayım diye de ablama sordum, doğru bulmuşum. Benim aklımda kalan, zaten gördüğüm de sadece asma dalların ucunu koparır süt kabını içine batırır, asmanın boğumunu gelecek biçimde de bu asma dalı ucundan ufak ufak koparılırdı. Boğum sütün üst kısmına tam gelince de, ölçülen süt kiminse, onun isminin yazıldığı bez kılıfın içine sokulurdu. Çok küçükken bu bir araya gelmeleri izlediğim halde bir ayrıntı aklımda kalmış, süte batırılan kısım bezin içine sokulurdu. Ya sağlığa uygunluk için ya da çubuğun tersi ölçü olarak alınmasın diye. Bazen bir gözde birden fazla çubuk olurdu. Böylece o günkü sütler bir evde toplanır işlenirdi.
Paylaşımda adalet de şöyle sağlanıyordu. Hab için herkes evindeki aynı bakracı kullanılıyordu. Annem o gün sağdığı sütü o bakraca koyuyor, komşuya gidiyor, süt bu asma çubuklarıyla ölçülüyor, o çubuğu alıp eve getiriyor, sütü verdiği komşunun adı yazılı bez teleğe koyuyordu. O komşu da hab sırası bize geldiğinde süt annemin bakracına dolduruluyor telekteki çöp alınıyor ölçülüyordu. Az veya çok geldiğinde ise yeni bir asma sapıyla veya aynı sap kısaltılarak ölçülüyordu. Böylece bizdeki çöp hep annemin alacağını gösteriyordu. Şöyle bir şeyi aklına getirmeni istemiyorum. Annemin veya bir başka annenin, eve geldikten sonra alacağını belirleyen asma çubuğunu başka bir çubukla daha uzatarak değiştirmesi nasıl önleniyordu. Böyle bir şeyin akla gelmesi bile söz konusu değildi. O nedenle aklına getirme dedim.
Bazen acaba diyorum bu küresel ısınmayı ve sonuçlarını ufak ufak görmeye başladıktan sonra, hiç elektrik icat edilmemiş olsa mıydı, doğa katledilmemiş olsaydı insanlarla birlikte tüm canlılar daha sağlıklı ve mutlu mu olurduk?

Osman Kapusuz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder