17 Aralık 2015 Perşembe

Kaçkar Trans


Çarşak İnişli Kaçkar Notları

Sevgili yeğenim Ece “çift teker tek çekerle Kazdağlarına” gezi notlarımı beğenip, Kaçkar gezimin de notlarını yazmamı kendine has ince zorlayıcı üslubuyla isteyip, üstüne, rehberimiz de İKTOS için notlarımızı göndermemizi isteyince yazmaktan başka çarem kalmadı.
Bu etkinliklere gitmeye karar vermek çok kolay ve tabii sevindirici, keyifli. Çocuk gibi heyecanlanıyorsun, kalem, defter, çanta, silgimi unuttum mu? Çantamın yırtığını nasıl göstermeyeceğim, ödevim kırışmasın gibi, alıyor bir heyecan. Ben yola çıkacağım son geceleri genellikle çok az uyuyarak geçiriyorum heyecandan. Bu güzel tarafı, ama bir de sevimsiz tarafı var. Eşe dosta (zorunlu olarak) anlatmak. Onları alıyor bir düşünce, zaten çoğunun bacağı şimdiden ters V olmaya başladı içe kıvrık biçimde, ayaklarına bakmak için bir yere dayanıp epeyce öne sarkmaları gerekiyor, tuvalete gitmek için bile düşünüp kaşındıklarına şahidim bir kısmının. Misafirliğe giderken terliğini, pijamasını, hatta yastığını beraberinde götürüp, daha önce yatmamışlarsa, telefonda yatağın sertlik derecesini filan sormayı da ihmal etmeden üstelik. Eh insanın böyle dostları olunca, onlara bir hafta 10 gün hiç tanımadığın biriyle bir metreye iki metrelik bir çadırda, düzgün toprak bulursan şanslısın çoğunlukla buzda veya taş üstünde, ayakkabını yastık yaparak, aynı kaptan su içip, çay içip çalkalayıp çorba içtiğini, sırtında 20 kiloluk yükle günde 10-12 saat yokuş teptiğini, bundan büyük haz aldığını gel de anlat. Zaten risk kısmını açmak haşa olanaklı değil, zaten gittiğimiz yerler en kötüsü kesme taş, bazen de tartan pist oluyor diyorum biraz gırgır.
Nedense bu dostlara Kaçkar diyince fazla yadırgamadılar. Sonra anladım. Biri, biz de gitmiştik dedi ve ekledi Ayder’de kaplıcaya girin çok keyifli oluyor. Bir de Uludağ’a giderken böyle olmuştu. Uludağ’a gidiyorum dedim, herkes kayağımı alıp almayacağımı sordu. Hâlbuki biz kış günü Volframdan tırmanıp trans yapacaktık. Bisikletle giderken de ilk başlarda İzmir’e gidiyorum deyip ardından bisikletle deyince, bagajda bisiklet anlıyorlardı, ama artık yemiyorlar, gideceğim güzergâhın nasıl güzel dümdüz, çiçeklerle kaplı, adım başı güzel köylerle dolu diye anlatıyorum.
Gelelim yine dağımıza yolumuza; Önce İKDOS’un gezi için Kadıköy’de eski iskelenin üstündeki mekâna gittiğimde o ekipte rehberimiz Kuvvet’den başka tanıdığım olmadığından ve O da henüz gelmediğinden, 2 li 3 lü oturan 20-30 kişiye bakarak doğrudan tam isabet 3 kişiye yaklaşarak siz İKDOS tan mısınız? Dedim. Böylece de onlarla tanışıklığımız başlamış oldu.
O toplantıda 14 kişi olduk. Doğrusu bazılarını bu gezi konusunda zorlanacaklarını düşündüğümü söylemeliyim. Rehberimiz çadır eşleşmesini yaptı, neler gerektiği iletdi, 17 ağustos ta Erzurum’dan saat 13.00 te hareket edeceğimiz notuyla ayrıldık.
Hemen, erken olursa ucuz olur diyerek bilgisayar başına geçip bilet işini hallettim. Erzurum’a gidiş rezervasyonunda klasik devlet kurumu sıkıntıları yaşasam da 23 ağustos Trabzon dönüş rezervasyonu şaşırtıcı şekilde kolay oldu.
Her gezinin malzemesi de farklı oluyor, bazıları eskidiği için yenilemek gerekiyor. Karaköy’de Kutup Ayısı’na giderek panço sordum. Sportif görünümlü görevli hemen Kaçkar’a mı gidiyorsunuz demesi beni önce şaşırtsa da düşününce hiç de şaşırtıcı olmadığını anladım. Eksiklerin yanında satıcının ısrarına uyarak bir de -10 derece küçük boyutlu bir de uyku tulumu aldım.
Ev İstanbul’un bir ucunda, havaalanı öbür ucunda olunca sabah 07.00 de kalkan uçağa yetişebilmek için ve bu arada yapmam gereken dost ziyaretini de birleştirerek Acıbademe, Gürhanlara gittim. Güzel rastlantı Gökçe ve Mehmet’in yaş günüymüş. Geç vakit yatıp sabah 04.00 de kaktım, Gürhan’ın fedakârlığıyla rahat bir şekilde Sabiha Gökçene geldim. Kaydımı yaptırdıktan hemen sonra İzmit’ten katılan iki Doktor Nilay ve Bülent de geldiler, bir de Erzurum’da görev yapan bir doktor arkadaşlarına rastladık (saatlerce muhabbete doyulamayacak), arkasından Jale geldi. Bir bardak çayı 5 liraya içip uçağa bindik.
Erzurum havadan çok yakınmış, havaalanı da Erzurum’a yakın olunca taksiyle rehberimizin kaldığı otele gittik çabucak.
Benim çorba içme isteğime Bülent’te katılınca ikimiz, en yakın cağ kebapçıya gittik sabah sabah, ben iki kâse Bülent bir kâse çorba içti. Sonra birer çay getirdi garson, 1 lira bahşiş 10 lira verdik. Otele döndüğümüzde iki çay içtik beşerden on liraya, yanında da üç çorba hediye ettiler dedik, Sabiha Gökçende birlikte çay içtiğimiz yol arkadaşlarımıza.
Saat bire kadar eksiklerimizi tamamlamak üzere kente dağıldık birer ikişer. Benim çocukluğumda, Elazığ’ın Ağın ilçesinden bakınca, Erzurum anlatıla anlatıla bitirilemeyen büyük ve etkili bir kentti, bir sanayi kentiydi. Oraya gidenler övünerek anlatırlardı. Dolaşmaya başlayınca çocukken anlatılan bu anılarım, merakım canlandı, eski işlikleri, dükkânları görünce. Kap bulamadığım için almadığım zeytinyağı için Nilay’ın akıllıca önerisiyle pet şişeli soda alıp, millete zorla içirip (ispirto ve zeytinyağı için) Erzurum’un en eski cağ kebapçısına gittik. Artık Anadolu klasiği olan aile kısmına geçip kebaplarımızı yerken, garsona bir boş soda şişesini verip bunun yarısına zeytinyağı veya ayçiçeği yağı doldurmasını rica ettim eğer varsa. Hesabımızı ödedikten sonra yarım kiloluk bir şişede marketten aldıkları sızma zeytinyağını getirip parasını da almayınca, bahşişi artırıp, ispirto ve lavaş ekmek almak üzere çıktık.
Lavaş ekmek fırını (tandır) 4 kişinin çalıştığı, eski, yoksulluk kokan bir fırındı. 15 tane istedim (toplam 3 lira), sayıp paketlerken parasını ödediğimden bir tanesini almak istedim, vermedi dizili olanlardan almamı sağladı bana ve bir arkadaşıma da. Tabi bunlardan para da almadı.
İspirtoyu da alıp buluşma yerimiz otele döndük.
Kadıköy’de belirlenen çadır arkadaşımın uçağı gecikince Yusufeli tarifeli otobüs seferi yarım saat geç kalktı, diğer yolcuların hoşgörüsüyle.
Yusufeli’nde eksiklerimizi tamamlayıp, kahvede misafir muamelesiyle demli ve üzerleri çay tozlu çaylarımızı içip, peşimize iki de Polonyalı genci takıp, Olgunlara hareket ettik, tıklım tıklım doldurduğumuz minibüsle. Minibüsçümüzün kıyağıyla yolda Barhal Gürcü Kilisesini de gezip, kapısı beton duvarla örüldüğü ve harap halde olduğu için dışından gezip, dere boyunca şoförümüzün çılgınca sürüşüne ses çıkaramadan Olgunlar’a vardık.
Gürül gürül akan derenin kenarındaki pansiyonda akşam yemeğimiz olan kuru fasulyeyi (mecburiyetten) yiyip, çadır arkadaşları düzeninde odalarımıza çekilerek yattık.
Çadır arkadaşım saat 04.10 a kadar horlayan bir insanın çıkarması gereken neredeyse tüm sesleri gerekli yükseklikte çıkarıp hakkını vererek, dördü on geçe sustu. Böylece uyandığını anladım. Uyumaya çalıştıysam da uyuyamadım. Macera başlıyordu, 5 gece burun buruna küçücük çadırda nasıl uyuyacaktım? Söylemenin de bir anlamı yoktu, elinden gelen bir şey değil ki, sadece üzerdim, ona da gerek yoktu.
Saat altıda hazır olan sıcak çay doğrusu beni şaşırttı. Çayı alıp dere kenarında yamaçlara bakarak tek başıma içtim.
Akşamdan kalan yol güzergâhlarını katırcılarla da yeniden konuştuk. Dilberdüzü’ne taşıdıkları çantaları 2 gün sonra tekrar alıp, Olgunlardan geçip Dübedüzü’ne götürmek üzere pazarlık yapıldı. Rehberimizin, dönüşte Dilberdüzü’nden yan geçişle Dübedüzü’ne gitme düşüncesine tehlikeli olur, özellikle yağışlı havada, ıslak zeminde geçilmemesi gerektiğini söyleyerek karşı çıktılar.
İspirtom fazla geldiği için, doldurduğum iki soda şişesini, orada bulunan 5 metrekarelik bakkal (?) köylüye götürdüm. Bunları ister ihtiyacı olan birine ver, ister sat dedim. Çıkarken bedelini vermek istedi hiçbir şekilde satamayacağı halde.
11 kişi yüklerini katıra yükledi. Ben, rehberimiz ve Bülent çantalarımız sırtımızda, dere boyundan ilk durağımız Dilberdüzü’ne doğru lay lay lom bir yürüyüşe geçtik.
Düzgün bir patikada, ehven bir yokuşla ve derelerin sesiyle keyifli bir yürüyüşle Dilberdüzü’ne geldik. Katırcı, güzel olduğu, dilbere benzediği için Dilberdüzü dendiğini tahmin ettiğini söylese de o yöre halkının o kadar güzel yerin içinde buraya dilber yakıştırması yapmasını sanmak doğru olmaz sanırım, mutlaka dilberin nasıl olduğunu da biliyorlardır.
Burada ilk defa böyle bir işe katılan, bir sürü de yeni spor malzemesi alan avukat arkadaşımız, pes edip doğru bir kararla geri döndü. İlk sorduğum, bu arkadaşın çadır arkadaşı kim olduğuydu. Bu da Bülent’miş.  İçimden inşallah gece sessizce uyuyordur diyerek, gözüme kestirdim.
Bu arada rehberimiz bana bıyık altı gülümsemeyle gece nasıl geçti, uyudun mu? Dedi sırıtarak. Ben de bana kastın neydi diyerek cevap verdim o da, biz ondan uzak kalmak için çadırlarımızı uzağa kurarız dedi yine bıyık altı gülümsemeyle.
Burada da gördüğümüz köylüler yani katırcılar Dübedüzü’ne yan geçişin tehlikeli olduğunu yinelediler.
Ekipteki bu gibi bir etkinliğe ilk katılan arkadaşlar, Deniz gölü, zirve tekrar deniz gölü ve bulunduğumuz Dilberdüzü’ne geleceğimiz için yanlarında getirdikleri ziyafet yiyeceklerini, oradaki bir çadıra emanet bırakarak, bir çorba molasının ardından, artık katır gitmesi olanaksız olduğundan hafiflemiş sırt çantalarını yüklenilip, Deniz gölüne doğru ufak ufak çıkışa başladık.
Ekip hemen kendini belli etti. Kuyruk uzadı, sonra gruplanmalar oldu ve ardından kopmalar. Kadıköy’deki toplantıdaki değerlendirmemde haklıydım.
Bu çıkışın çoğunluğu kayalıktı, tepelerden kopmuş gelmiş irili ufaklı taşlık yüzlerce metre boyunda onlarca metre eninde uzanıyordu. Bu taşların metrelerce altından akan dere veya sular, hiçbir izi yokken çok güzel su sesi çıkarıyorlardı. Bu sesi gezimiz boyunca dinledik.
Doğrusu ya bana aşağıdan tarif edilen yere kendimi hazırladığım için, oradan sonra yürüdüğümüzün iki katı kadar daha yokuş ve kaya, kaya ve kaya, çok uzun geldi.
4 kişi önde göl çevresine geldiğimizde başka ekiplerden birileri bizden önce gelmiş 3-4 çadır kurmuş ve yerleşmişti. Biz de hemen kendimize daha önce düzeltilmiş çadır yerler ayarlamaya çıktık. Ben ise rehberimize, Bülent’in yanına gitmem için çadır arkadaşıma nasıl söyleyeceğimi, kırılır mı, çünkü o ana kadar hiç kimseye bahsetmemiştim, danışınca, ben söylerim dedi, geride kalanlara bakmak üzere döndüğünde.
Çadır arkadaşım epey sonra otel alanına girdiğinde sattın beni gürlemesiyle selamladı beni espriyle. Bülent’e (ve tabii bana) ayırdığım yere en uzak yeri de ona gösterdim. Hemen bitişiğinde İsveçli (Viking) bir çiftin yanında kurdu çadırı. Viking de horlarmış, o zaman kadıncağıza kolaylıklar dileyerek bu gece stereo sesiniz var dedim, tabii Türkçe olarak ve tercüme edilince kadıncağız pek mutlu oldu. Sabah kalktığımızda Vikinglerden eser yoktu, tüymüşlerdi.
Bizim çadır yerimiz gölün hemen yanındaydı. İlk dikkatimi çeken tombul dediğimiz serçeler oldu. Bizden sakınmıyor, 1-2 metre mesafemizde otlanıyordu, herhangi bir hayvanın yanında olduğu gibi. Anlaşılan ataları ve kendisi henüz insanın darbesini yememiş, acısını çekmemişti. Bu durum kaldığımız iki gün devam etti.
Çadırları kurup bulduğumuz göl kenarındaki doğal taş düzlükte, ekibin tümüyle elimize sıcak çorbaları aldıktan sonra, güneşin de batmasıyla, o muhteşem, anlatılması zor duygular yaşatan krater gölünün yüzü ortaya çıktı. Uzun süre tek tek, hiçte sevimli olmayan, dik kaya yükselen kıyılar, lök oturmuş, kenarları keskin neredeyse yapma göl, gökyüzündeki, yakın bulutlar ve tüm bu olumsuzlukların birlikteliğinden oluşan muhteşem etki. İçimden kızımla buraya gelip en az bir hafta kalacağım dedim.
Dokuz olmadan yattık. Telefonlar çekmiyordu. Uyumuşuz, telefon sesiyle Bülent’le beraber fırladık, benim telefonumdu. Adnan’la İnci merak etmişler, 20.15 arıyorlar, insan bu saatte arar mı? Tabii hemen de kapatıp uykuya devam ettik, yarın zirve tırmanışı vardı, İdris’e armağan edeceğimiz.
Sabah peynir, zeytin, çay, zirve çantalarımızı sırtlanıp, bir arkadaşımızı da nöbetçi bırakarak ufaktan ufaktan tırmanmaya başladık.
Yaklaşık yarım saat sonra, bir babanın üstünde üzerine uçmasın diye taş koyulmuş bir şapkanın üzerine şu not düşülmüştü. “Kaybolmuştum bulundum” Ben tabii İngilizce olan bu lafın sadece dizi karşıtı olmama rağmen “lost” unu anladım sadece.
Kırk beş dakika sonra ‘otel’ alanımız olan gölümüze tepeden bakan, yayınlarda da çoğunlukla buradan çekilen fotoğraflar kullanılan sırta geldik. Yine mutat olduğu üzere fotoğraflar fotoğraflar yine fotoğraflar çekildi, iyice artiz olaraktan.
Hiç de küçümsenmeyecek diklikte ve kaygan,  neyse ki kısa, kısmen toprak inişe geçtik teker teker. Sonra biraz düzlük tekrar tırmanma, babaları takip ederek. Bu arada rehberimizin tanıdığı ekibi de sollayıp devam ettik.
Bir İngiliz’in yakın zamanda düşüp, artık bu dünyanın oksijenini ve gıdasını tüketmediği için bizim kulüp başkanımız Ahmet Bey’in hep korktuğu 2 metrelik kaya yan geçişi de tehlike atlatmadan geçip, giderek daha çok dikleşen, giderek de çakıl yığınına dönen çıkış rotamıza devam ettik. Bizden iki kişi geçtiğimiz arkadaki ekibe dahil oldu, 7 kişi ortada bir ekip kurdular biz de hızlanarak, zaten kalabalık olan 3932 metrelik zirveye vardık, 4 saat sonra.
Kaçkar dağının en önemli özelliği, görüntüsünün çok farklı ve bol su olması. Aladağlar görkemli olmasına rağmen kaya yığını ve küt. Burası masallardaki korku dağları gibi sivri ve farklı eğimlerde, renkte. Bu kendine has görüntü apayrı bir görkemlilik veriyor. Zirveden, bir sürü göl yanında, bir de buzul kütlesi görünüyordu.
Bize Yusufeli’nde çay içerken övünülerek söylenen 10 metrelik ince alüminyum borudan bayrak direği 5 parça olarak yerde, 6 metrelik bayrak ise görünürlerde yoktu. Yerinde uyduruk bir demir çubuğa takılmış 60-70 santimlik bayrak sallanıyordu, yabancıların ısrarla fotoğraf çektirirken rüzgârda görünür biçimde açılmasını bekledikleri.
Ala dağlardan kızıma ala bir çakıl getirmiştim. Kaç kardan da en zirveden, daha aşağıya doğru kaçmaya başlamamış bir taş parçasını çantama atıp, termosumdan aldığım sıcak suyla yaptığım sıcak çaya yumuldum, yere uzanarak (o arada fotoğrafım çekildiyse keyiftendi bilinsin).
Tüm ekip geldikten sonra rehberimiz zirve defterine isimlerimizi yazdı. Tekrar fotoğraf (lar) çektirip inişe geçtik.
Ahmet Bey’in korktuğu yerden yine tedirginlik yaşamamak için, aceleyle ön sırada geçip ekibin geçişini izlemeye başladım.
Arkamızdan ta Yusufeli’nden beri gelen, yürüyemeyecek, mantıklı davranamayacak kadar bitap düşmüş 19-20 yaşlarındaki Polonyalı çift, Bülent’in gayretiyle inişi tamamladı. Kamptan ayrılırken de yanımıza gelip teşekkür ettiler, fotoğraf göndermek için Bülent’in telefonunu aldılar.
Sabah gölümüzü tepeden gören yere geldiğimizde yağıp yağmamakta kararsız kalan yağmur-buz tanesi, bizim de pançolarımızı, yağmurluklarımızı giyip giymemekte kararsız kalmamıza neden oluyordu ufak ufak da ıslanıyorduk. Sonunda artık karar verdi de biz de giydik koruyucularımızı, ne kötü şey kararsız kalmak.
Çadırlarımıza gelene kadar ve biraz daha yağdı yağmur, gönlünce bizi ıslatamazsa da. Yine de kıyıdaki düzlükte çay-kahve içmemize fırsat verip, biz de bir araya gelerek, yarının planını yaptık, keyifli muhabbetlerle, yine o muhteşem ortamda.
Rehberimiz Dilberdüzü’nden yan geçişle Dübedüzü’ne geçmek istiyordu, ekipten ayrı olarak. Ben de köylülerin dolduruşuyla, bir bildikleri vardır diyerek sıcak bakmıyordum.
Akşam göl kenarında komşularla çay muhabbeti ardından çadırlarımıza girdik hemen. Saat sekizde yatar yatmaz uyuyunca kısa zaman sonra uyandım yine. MP-3 çalarımdaki caz müziklerini dinleyerek biraz kitap okuyup biraz da sudoku çözdüm. Müzik çalarım peş peşe Lui Armstrong’un en keyif aldığım parçalarını çalıyordu peş peşe, uyumuşum, tepe lambam da açık. Uyurken dağ bayır aşmak, hatta kıtaları, geçmek, yılları atlamak çok kolay. Bir yolda sol taraftan gidiyorum, Armstrong’un sesini duyuyorum, yolun altındaki evin düz olan damına bakıyorum. Elinde saksafonuyla hem çalıyor hem söylüyor o bütün güzelliğiyle. Bir masada da en az O’nun kadar güzel bir zenci bayan da oturuyor ve Lui’nin ona çalarken bir yandan da yemek servisi yapmasını bekliyor, yerinden hoş hareketlerle müziğin ritmine uyup kıvranırken. Lui çalıyor, söylüyor ve dans ederek kadınına hizmet ediyordu. Akıl almaz bir gösteriydi. Peş peşe ne kadar şanslı olduğumu mırıldandım, nefesimi tutum muhteşem gösteriyi seyrettim, dinledim. Mutluluktan heyecanlanmıştım. Gösteri bittiğinde gözümü açtım Bülent de bir şeyler okuyordu. Konseri nasıl bulduğunu sordum, tabii O’nu da güldürerek. Sonra anlattım gösteriyi o heyecan ve mutlulukla. Hani sorarlar ya en sevdiğin yemek, film vs. diye, bir soran olursa en hoşlandığım konser işte bu diyeceğim.
Sabah yoğun sis altında kalkıp, çayımızı çorbamızı içip ve tabii çadırlarımız, malzemelerimizi toplayıp, bu kerelik son defa, tombul kuşlara, dağa göle bakıp, inişe geçtik.
Sanki indiğimiz yer çıktığımız yer değildi, birden Dilberdüzü’nü karşımızda bulduk. Tabii bu arada artizlik deneyimlimiz de giderek artıyordu.
Emanete bırakılan yiyecek malzemelerinden bakkal dükkânı açacaklar esprisi gerçek olmamış ve arkadaşlarımız malzemelerini tam alıp çantalarına yüklediler, çantaları da katırlara yüklediler tabii, ben yalnız kaldığım için, çıkıntılık yapmayayım diye de zirve çantamı sırtıma aldım, esas çantayı katıra verdim. İyi ki vermişim.
Yan geçişe Yaşar, Cem de Kuvvet’e eşlik edeceklerdi. Kuvvet’in benim gelmemi istediği açıktı ama ben köylülere kanıp ayak direyince yılların deneyiyle anlaşılan -köylülere mi inanıyorsun? Dedi ardından yoksa bana mı demeden gözümün içine bakarak.
Üç kişi soldan zirve çantaları sırtlarında dereye doğru yöneldi biz de, katırların peşi sıra patikadan bayır aşağı iyice lay lay lom yürümeye başladık. Dağcı ekiple aramız çaprazlama açılıyordu giderek, birbirimizi görüyor ve küçülüyorlardı. Kendimi bulunduğum yere yabancı hissettim, Yaşlarımız ve eforumuz biribirine yakın olan Kuvvet’i yalnız bıraktığım hissine kapıldım. Bülent’e, gel yan ekibe katılalım, ben katılmak istiyorum dedim, daha önce niyetli olduğu halde benim yüzümden caydığı için. O hayır ben gelmeyeceğim deyince, gözüme kestirdiğim dolu pet şişesini istemek için önlerde giden Jale’ye suyunu bana verir misin diye seslendim, şaşırdı millet. Birkaç saniye sonra su şişesi çantamda hızla bayır aşağı yönelmiştim. Ahmet Bey’in rehberimize telsizle benim geldiğimi haber vermesini yolda duyuyorum, -Ahmet -Ahmet,
Yarım saat sonra yetiştim bizim ekibe. Doğru bir karar vermiştim, keyifli bir yan geçiş oldu. Daha önce geçtiği yerlerde hep önde giden rehberimiz çok geçilmeyen, yolu da çok bilinmeyen bu güzergâhta, hep dörtlü kararlarla yol bulmamıza çalıştı doğru olarak. Çoğunlukla yolumuzdan emin olmadan gittik, uzun uzun bakarak, konuşarak. Sonunda Dübedüzü’nü tepeden gören dik yokuşun başına geldik. Bir şeyler atıştırırken ben çok dik olduğu alt kısmın da ipsiz inilemeyecek kadar dikleştiğini savunarak başka bir yer aramamız gerektiği ısrarım dinlenmedi ve iyice bakmam ile risk olmadığına karar vermemle oradan inme doğru kararını verdik.
Böylece de ilk defa çarşak inişini yapmış oldum. Bayır 45 derece kadar dik ve zeminde cevizden büyük çakıl vardı. O meyilde ve ağırlıklarıyla sabit duruyorlardı. Üzerine herhangi bir ağırlık gelince ağırlıkla beraber aşağıya doğru kaymaya başlıyorlardı. Bu çakıl akıntısında dik durarak, tabii zemine göre 45 derece durarak, adım atarak çoğu kayarak 150-200 metre kadar indik keyifle. Kendiliğinden hiç durmadan kayıyorsun, bu arada da sadece denge sağlamak için adım atıyorsun. Çok keyifliydi gerçekten.
Sonra yine kamp kuracağımız yere ehven bir inişle yolumuza devam ettik. Düzlüğe vardığımızdan bir süre sonra katırlar da bizim geldiğimiz yönün tam ters istikametinden aşağıdan göründüler. Esas kamp yeri aşağıda olduğu halde biz ıslık çalarak yukarıya getirttik katırcıları.
Bizim geldiğimiz yönde muhteşem dağ manzarası vardı. Artık bildiğimiz sivri kayalar, aralarından akan dere ve akıntılar keskin yokuşlar arkada gökyüzüyle güzellikte yarışıyorlardı. Zaten bu manzara önünde de ekip geldikten sonra artizlik poz verme görevimizi bol bol yerine getirdik.
Zemin düz ve otlaktı, zaten ineklerin ve davarın otlak yerindeydik. Bol bol da fındık faresi eşintileri vardı zeminde. Kayaların da olduğu düzlüğe kaya diplerini hizalayarak çadırlarımızı kurduk, birer çorba içtik, ekip aşağıdan göründü, biz vardıktan aşağı yukarı 2 saat sonra.
Yattığımız yer, üç tarafı dik dağ ve buralardan da yer yer sular aktığı için bu su sesleri çoğalarak bize kadar ulaşıyordu. Neredeyse tam gece yarısı fındık fareleri çadırlarımızı altından ve yanlarından kuş sesleri çıkararak sabaha kadar dolaştılar. Gece yağmur başladı, sabah çadırlarımızdan çıkamadık. 10 civarında yağmurun dinmesiyle toplanıp saat on birde de yan tarafımızda (bizim inişimize göre sol tarafımız) olan lanetleme geçidine doğru patika dahi olmayan yerden çıktık. İlk çıkış yerimizi doğru seçmediğimiz için çok dik ve kayalık olduğundan arkadaşlarımızın bazıları daha baştan aksamaya başladı, böylece dayanışma gerekliliği ortaya çıktı. Böylece hep önlerde yürüyen ben ve Bülent diğerlerine destek olmak üzere rehberimizden aldığımız görevi yerine getirerek toplam 5 kişi geride kaldık.
Bir buçuk saat sonra yüzyıllardır kullanılan patikaya vardık, böylece rahatladık.
İçimizde bir tek Bülent buradan daha önce geçmişti. 2 saat sonra eldivenlerimizi ve yağmurluğumuzu giymemizi istedi, hava güneşli ve sis dahi yoktu, yadırgadık ama uyduk da. Yarım saat sonra haklılığı ortaya çıktı, soğuk, bulut ve kıştan kalma kar bizi içine almak üzere bekliyordu, biz de uyduk buna, zaten bunun için buradaydık. Soğuk ve bulut içinde kalmamız 3-4 saat sürdü.
Bulut içinde tırmanışımız giderek dikleşen, zaman zaman da kaybolan patikadan, babaları arayarak ve beşli olarak buranın keyfini muhabbetlerimizi de katarak neşeyle devam ettik.
Her çıkışın bir inişi olduğu gibi 3.400 metrelik bu lanetleme (hakikaten) geçidi de sonunda inişe geçti biz de buna uyduk tabii. Ne olursa olsun iniş çoğunlukla daha rahat, çıkışın tek güzel tarafı eğer çıkmakta yorulacak kadar yükün ağırsa, nasıl olsa inişe geçeceğini bilmek insanı rahatlatıyor. Bunun tam tersi bir duyguyu,  3 ay önce yaptığım uzun bisiklet yolculuğunda (sizinle Git 104. sayıda paylaşmıştım) Bayramiç-Küçükkuyu arasında Kaz dağlarında yaşamıştım. Bayramiç’ten pedal çevirerek hep tırmanmış, hep de Kaz dağlarının tepesine yaklaştığımızı hissetmiştim. Sonra bir köyden sonra birden uzun bir inişe geçtik ve tüm o çıkışlarımız heba olduğunu hissettim, çünkü yine tepeye doğru yeniden iki teker tek çekerimizin pedallarına yüklenecektim, o nedenle bu iniş hızlı olmasına rağmen pek sevimsizdi.
Kamp kuracağımız Karadeniz gölüne yaklaşınca telsiz irtibatımız da yeniden kuruldu. Arkadaşlarımızın burnunun dibine gidene kadar da onları görmeden seslerini duyduk.
Hep olduğu gibi acele çadırlarımızı kurduk ve ardından sıcak çorbalar ve akşamın sürprizi çadır arkadaşımın getirdiği enfes mantı idi. Yoğurdu birileri yemiş ama ne gam, içine acı biber ve nane de katınca, değme keyfimize. Bir de sis kalkınca, çadırlar arası ayaküstü çay ziyaretleri ve muhabbetler başladı ve sanırım saat 19.30 civarı uyumuştuk.
Gece çok soğuk oldu. Eski uyku tulumum son olarak -5 derece olmasına Uludağ’da tipide beni ayağım hariç üşütmemişken yeni aldığım – 10 derecelik uyku tulumu 0 derece bile olmayan bu havada beni uyutmayacak kadar üşüttü. Dönünce ilk işim, aldığım yere gidip, bu ürünü satmamalarını, kazara güvenip Ağrı’ya çıkmış olsaydım, buraya başka türlü gelebileceğimi hatırlatarak iade etmek olacaktı.
Sabah yine sisle uyandık, daha çadırdan çıkmadan birer kahve keyfimize keyif kattı. Ardından bizim çadırın önündeki düz kayayı masa olarak kullanıp Recep ve Cem’in de ocaklarını kullanarak su kaynatıp tüm mahalleyi bağırarak kahvaltıya çağırdık. Sadece bardaklarınızı alın dememize rağmen her gelen komşumuz bir kucak da kahvaltılık malzemesi de getirince bizim masamız tepeleme kahvaltılıkla doldu. Bu kadar bonkörlüğün nedeni dağda son sabahımızın olmasıydı tabii.
Evlerimizi sırtlayıp Çaymakçur’a doğru inişe geçtik Karadeniz gölünden. Yine o artık yadırgamadığımız muhteşem manzara ve sislerin içinden ve yerdeki çok çeşitli bitki ve çiçekler arasından. Bu çiçek ve bitki çeşitliliği biz ilk arabaya binene kadar da terk etmedi.
İnişte hem sis (bulut) yüksekte kalmıştı, hem de tarihi patika bayır aşağı akan sularla iyice belirgindi. Hava da iyice açınca doğanın güzelliği iyice ortaya çıktı. Çok belirgin olan da her yerden su akmasıydı.
Önümde yürüyen Recep’in ayağı kaydı, yan yattı eli yere geldi, hafifi bir ses çıkardı parmağım diye, baktım parmak yamulmuştu. Recep kavradı öbür eliyle parmağı ve bıraktığında parmak düzelmişti, bu bir iki saniyede olmuştu. Doktor olduğu için Bülent geldi, muhtemelen çıkmış ama yerine gelmiş dedi, sardı. Şişme ve sancı olmazsa sorun yok demesine ve bir şey olmamasına rağmen Recep ertesi gün Rize’de film çektirmiş aradı, bir şey yokmuş.
Bir süre sonra iki bin metrelerle birlikte ağaçlar da görünmeye başladı. Çamların hemen üstünde yukarı Çaymakçur’un birkaç tane olan yayla evleri göründü. 5 gündür ilk defa insan yapısı bir yapı görüyorduk.
İlk yayla evindeki yaşlı teyze bizi kendi şivesiyle ayran içmeye çağırdı, hepimiz gittik, ayranlarımızı içtik, yaşlı Hatice teyze’ye zahmet olmasın diye bardaklarımız da yıkadık. Bu arada teyzenin fotoğrafını çeken arkadaşımız da izin almadığı için fırçayı yedi teyzemizden.
Çaymakçur’a indiğimizde, yolu kenarındaki kamyonetin yanındaki Mehmet beyle tanıştık, iyice yorulan 3 arkadaşımızın çantasını Çamlıhemşin’e kadar taşımasını rica ettik, yeri kısıtlı olmasına rağmen kırmadı.
Dere boyundan yürüyüşe devam edip ağaçların altında ve yolun kenarında bulunan yemişlerden yiyerek bizi, daha iyi olan yola kavuşturan kavşaktaki barakada demlenmiş, bardakta sıcak çay içtik birer ikişer. Daha çaylarımız bitmeden servis minibüsü geldi, bindik ve Ayder’e kadar gittik. Eşyalarımızı minibüs garajına bırakıp, benim karşı çıkmama rağmen hep beraber kaplıcaya gittik. Ama gitmekle de çok iyi etmişiz, sıcak su, sabun, temiz çamaşırlar bizi kendimize getirdi. İdris’e gideceğimiz için en temiz giysilerimizi giyip, bizi belediyede bekleyen AKP’nin kıskacındaki Çamlıhemşin belediye başkanı İdris Lütfü Melek’e destek için ziyaretine gittik.
Yiğit duruşuyla bizi bekliyordu. Bir saate yakın oturduk, O’na yapılmaya çalışılan partizanlık gerçekten ilkel bir partizanlıktı, bilmiyorum ama çağdaş toplumlarda partizanlık olmamalı ama olsa bile böyle ilkelce yapılmaz herhalde. Mesela Rize’nin Çamlıhemşin dışındaki bütün belediyelerini AKP kazandı İdris bağımsızdan. Bu bölge sit alanı olduğu için çöp dökülemiyor, Rize’nin diğer belediyeleri de çöpü kabul etmeyince, zaten parasızlıktan o belediye çöp kamyonlarını 4 saat mesafedeki Hopa’ya gönderiyor.
Tekrar görüşmek üzere kapı’da vedalaştık, bizi bekleyen minibüse binerek, yeşillikler arasından, Pazar öğretmen evine geldik, yine çadır arkadaşlığı düzeninde odalarımıza çekildik.
Akşam yemeği için yakındaki balıkçı da mezgit yiyip, biraz da yürüyerek (öyle ya 3 saattir yürümemiştik), uçağımız ertesi gün Trabzon’dan kalkacağı için odalarımıza çekilip yumuşak döşeklerin üzerinde uyuduk.
Sabah bize özel hazırlanan kahvaltıyı sahil otobanın güzelliğine (?) bakarak, gerçi daha ilerilerde de deniz görünüyordu ya, yapıp, deniz otobanı üstgeçidi merdivenin dibinde ayrılan arkadaşlarla vedalaşıp, hep yapıldığı gibi mutlaka görüşeceğiz şartlandırmalarıyla ayrıldık. Bülent ve ben, 5 kişi akşam uçağıyla gideceğimiz için sırt çantalarımızı havaalanına bırakıp Trabzon’da akşam saat 17.00 ye kadar dolanıp, tıkınıp gezdik aynı yerlerde ve müzeye gittik. Akşam Bülent’le benim uçağım 19.05 de kalktı. Uçakları 20.00 de kalkacak olan Mübeccel, Jale ve Ahmet’e, bizden sonra orayı terk edecekleri için kahve ısmarlattık misafir olarak (Bülent’le 15 gün sonra Beyoğlunda buluştuk. Bu ilk buluşmamızda, bana uzattığı armağan CD nin üstünde “This is Louis” yazıyordu).
Böylece Erzurum’da bastığımız Anadolu’dan, ayağımızı Trabzon’da kaldırmış olduk.
Osman Kapusuz















































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder