Bir günlük bu yaşanmışlık…Öyle bir gün ki, ülkemi yüzlerce yıl geriye götürmek için, yıllardır sinsi sinsi örgütlenen Türk-İslamcı gericiliğin yeni bir hamle yapmasının başlangıç günü oldu. Bugünden sonra gericilikle kol kola sömürü, daha da deneyimli olarak ülkeme karabasan gibi çöktü. Kötülüğün adım adım mevziî kazanmasıyla, çok küçük bir azınlık dışında kalan insanların ve hatta diğer canlıların, kısacası tüm yaşayanların ve de doğanın kırımına neden olmasının ilk günü oldu. Bu nedenle çok önemli bir gündü.
Bu anımda o meşum 12 Eylül günü yaşadıklarımı, ardından da 1988 yılındaki 12 Eylül'le ilişkili kısa fakat hoş iki anımı da anlatacağım. Öyle olaylı sürprizli bir şey de beklemeyin lütfen. O kadar acı içinde hep bulabildiğimiz şekilde yine keyifli.
11 Eylül akşamını Partimizin kurucularından birisi ve 1969’dan beri de dostum, yoldaşım olan Kemal Koyaş’ın evinde geçirmiştim. Bostancı iskelesine yakın Hatboyu sokakta iki katlı müstakil evlerden birinde kalıyorlardı. O eve 1969'dan beri çok gitmişliğim, yemiş içmişliğim ve derin sohbetler etmişliğim olmuştu. Birkaç katlı evlerlerden oluşan küçük bir sokaktı. Evinin hemen yanındaki derede sandal yapım atölyeleri de vardı.
O tarihlerde Büyükada’da oturuyordum. Benim 1. Levent’teki iki katlı evin çatı katından Büyükada’ya taşınmam, Adalar ilçe Başkanı sevgili dostum Hasan Cevad Özdil’in, faşistlerin evimin çatısına çıktıklarını öğrenince bir an önce evi değiştirmem için ısrar etmesi ve ardından bana hemen güzel bir ev bulmasıyla olmuştu.
Kadıköy yakasında olduğumda adaya gitmek için Bostancı’dan vapura biniyordum çoğunlukla, o gün vapuru mu kaçırdım, ziyaret etmek için uğradığımda bırakmadılar mı anımsamıyorum ama 11 Eylül akşamı Bostancı’da Kemal ağabeyin evindeydim.
Akşam Kartal ilçeden Sadri Kaya da gelmişti eve, iki kişi daha vardı Kartal ilçe örgütünden. Geç vakte kadar oturduk, Küçükyalı’dan bir arkadaş, faşistlerin çok hareketli olduğunu söylemek ve dikkat etmemiz için uyarmaya geldi. Sadri de o yörede oturuyordu. Bu nedenle evine gidip gitmemesi konusunu tartışmıştık aramızda. O zaman her an bir baskın bekliyorduk zaten, evlerimizde, işyerlerimizde veya sokaklarda. Yapabildiğimiz tek şey tedbirli olmak, pencereden uzağa oturmak ve dışarıyı, arkamızı, çevremizi sürekli kolaçan etmekten ibaretti. Bu davranışımız bugün tuhaf gelebilir, hatta böyle bir baskın, saldırı tehlikesine karşı kayıtsızlık gibi bile algılanabilir. Ama bu tedirginlik sürekli olduğu için bu durumu yadırgamaz olmuştuk, bizim için böyle yaşamak neredeyse normalleşmişti. Sadri'nin o gece o saatte evine gidip gitmediğini anımsayamıyorum.
Sabah Kemal abinin oğlu Eren çalıştığı Haydarpaşa limanına gitmek için evden çıktığında, jandarma sokağa çıkma yasağı olduğunu söyleyerek onu geri göndermiş. Onun dönmesiyle ve sandal atölyesinde çalan radyodan Hasan Mutlucan'ın "Yine de Şahlanıyor Aman" türküsünü duyunca darbeden emin olduk.
Kemal abi lavaboya gitti, uzun uzun kaldı. Çıktığında tıraş olmuş, saçını taramıştı. Bizim literatürümüzde her zaman varolan tutuklanma olasılığına karşı hazırlık yapmıştı. Yıllar sonra kızım üç yaşındayken, gece iki buçukta İçerenköy'deki evimizin kapısı çalınınca, hemen kalkmıştım, eşimi de kaldırmıştım ve sonra hızla elbiselerimizi giymiştik, kapıyı sonra açmıştım. Bu bizim geleneğimiz ve refleksimiz olmuştu. Her zaman her yerde en kötü şartlara hazırlıklı olmak.
Darbe, 12 Eylül 1980 Cuma günü sabaha karşı saat 03:00'te başlamış, siyah-beyaz TV'den ve radyodan Milli Güvenlik Konseyi (MGK) başkanı olarak Kenan Evren'in okuduğu bildiriden "TSK tarafından emir komuta zinciri içinde yönetime el koyulduğu" ve sokağa çıkılmasının yasaklandığı öğrenilmişti. İlk hedeflerden biri doğal olarak iletişim ağlarıydı. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Posta, Telgraf ve Telefon İdaresi (PTT), Türkiye Radyo Televizyon (TRT) kurumu binalarına el koydu. Bu, telefon hatlarının, telgraf ve diğer haberleşme sistemlerinin kontrol altına alınması anlamına geliyordu ve zaten çok az evde olan telefonlar da kesilmişti (evinde telefon olmayanlar belirli merkezlerdeki umumî telefonları jeton atarak, bakkallardakileri de bir ücret karşılığı kullanırlardı).
Marketler zaten o zaman yoktu, mahalle bakkalları da kapalıydı. Neyse ki o zaman damacana suya pek ihtiyaç yoktu ve şebeke suyunu da içebiliyorduk. Benim gibi tiryakiler için en büyük sorun sigara idi, ekmekten sudan daha çok aranan. Neyse ki Cumartesi sabah saatlerinden itibaren de temel ihtiyaçlar için sınırlı izin verildi (ekmek, süt, ilaç). Ancak tam serbestlik yoktu; asker denetimi Pazartesi sabaha kadar devam etti. Pazartesi sabah Milli Güvenlik Konseyi (MGK) tarafından sokağa çıkma yasağı resmen kaldırıldı. Ne var ki, işyerlerinin açılmasına rağmen günlük hayat kademeli olarak normale dönü. Eylül sonuna kadar normal yaşama dönülemedi. Okulların ancak 1 Ekim’de açılabilmesi bu süreci açıklar sanıyorum.
Bostancı'da Kemal Abi’nin evinde öylece oturup beklemenin bir yararı yoktu, doğru da değildi. Bir şeyler yapmalı, genel merkezdeki yoldaşlarımla görüşüp ne yapacağımızı öğrenmeye çalışmalı diğer arkadaşlarımla da irtibat kurmalıydım. Oysa onlar taa Merter'deydiler. 1980'de 4.5 Milyon nüfusu vardı İstanbul'un. Bostancı Merter arası (o zamanlar çevre ilçeler sayılan Silivri ve Pendik'i saymazsak) kentin bir uçtan diğer ucu ve 40 km.lik bir uzaklıktı.
Türk Haberler Ajansı'ndaki partili arkadaşlarımızın verdiği, hiçbir resmiyeti ve geçerliliği olmayan, ajansa ait tanıtım kartı yanımdaydı ve rengi de gazetecilerin basın kartı gibi sarıydı.
Darbeyi askerler yaptığına göre sokaktaki devriyeler de Anadolu gençleri olacaktı doğal olarak. Bu iyi bir şans olabilirdi. Fakat işin kötüsü yanımda fotoğraf makinesi yoktu. Yine de şansımı denemek, ortamın gerginliğini ölçmek için evden çıktım. Altı yedi yüz metre yukarıda ışıklarda oturan yine Kartal ilçeden Edip Kavuzlu ve Nurhan'ın evi bunun için en uygun yerdi. Kendimden emin şekilde evden çıktım, sorunsuz Edip’lere vardım. Böyle olunca ikinci adımı atmaya karar verdim. Evi yaklaşık 2 km. ilerideki Parti MYK üyesi Orhan Silier’e gidecektim. Oraya ancak ana caddeden ulaşılacağı için iyi bir deneyim olacaktı.
Köşebaşlarında askerler ikişer üçer turluyorlardı. Ben daha yaklaşırken uzaktan sarı kartı çıkartıp gösteriyor ve cebime koyuyordum. Yolda arabalı birine rastladım kısa bir mesafe olsa da arabasına aldı, meğer doktorlar sokağa çıkma izni alabiliyorlarmış. O zaman doktorların ön camında Tabip Odası'nın çıkartması da olurdu.
Böylece Şenesenevler’e de sorunsuz gitmiş oldum. Evdelerdi. Orhan'a, becerebilirsem önce Cağaloğlu Piyerloti Caddesi'ndeki Parti Genel Merkezi'nin önünden geçip, Merter’e Genel Başkan Behice Boran dahil birçok Parti merkez yöneticisinin oturduğu Kimya-İş bloklarına gitmek istediğimi söyledim. Orhan, “bugünden sonra ne yapacağımız” hakkında bilgi de getirmeye çalışmamı vurguladı. Benim gitme niyetim de oydu zaten.
Arabam yoktu, toplu taşıma araçları çalışmıyordu, sokaklar askerler dışında tamamen ıssızdı, sokağa çıkmak yasaktı, ilgisiz bir kart dışında bir avantajım da yoktu, yakalanırsam ve kimliğimi de öğrenirlerse tehlike büyüktü. Ben ise Boğaz'ı geçip Merter’e gitmeyi düşünüyordum. Oysa o gün insanların darbecilerin sakıncalı sayacaklarını düşündükleri kitaplarını sobada yakacaklarını tahmin ettiğimiz bir gündü. Orhan’ın eşi Oya’nın Volkswagen arabası vardı, onun plâkasını aldım. Göztepe’de şimdi Marmara Üniversitesi olan yerde askerî karargâh vardı, oraya gidip bu plâkanın doktorun arabası olduğunu söyleyip hasta bakmaya gitmesi için sokağa çıkma izin kağıdı almaya çalışacaktım. Göztepe’deki kışlada çok kalmadım, oradaki subay kesinlikle bu iznin Haydarpaşa’daki karargâhtan verildiğini söyledi. Yapacak bir şey yoktu, yine çoğunlukla yürüyerek, arada rastlayabildiğim bir araca binerek Haydarpaşa’ya gittim. Bahçe girişinde çok fazla asker ve araç vardı. Oradaki etrafa emirler veren subayı gözüme kestirip kararlı bir şekilde yanına gittim. O da ısrarla öyle bir yetkisi olmadığını Göztepe’ye gitmem gerektiğini söyleyip duruyordu. Benim dakikalarca ısrar etmem adama diklenmem, dolaylı tehdit etmem etkili olmadı. Ama orada dakikalarca boğuştuğumu biliyorum. Bu arada evlerden toplanan solcular devrimciler arabalarla getiriliyor, arabalar oraya diziliyor, insanların bir kısmı ite kaka indiriliyor, ben de durumu gözucuyla ama acıyla izliyordum.
Çarem orada tükenmişti. Yeni bir yol bulmalıydım. Bulabildiğim tek çözüm de, arabası olan, benimle yola çıkıp Merter’e götürecek bir partili arkadaşı bulmak ve gazeteci olduğum izlenimini biraz daha pekiştireceğini sandığım bir fotoğraf makinesi edinmek idi. Benim makinalarım Büyükada'daydı. Aklıma Göztepe’de oturan Kadıköy İlçe Başkanı Yüksel Birdal’ın 8 mm film kamerası olduğu geldi, fotoğraf makinesi yerine geçebilirdi. Yüksel’in evi de 3-4 km ilerideydi. Yine aynı şekilde gittim. Sadece bir yerde askerler kimliğe baktılar, bir şey anlamadıkları için de bıraktılar. Yarattığım şans devam ediyordu. Öyle ki, bir arkadaş, darbeden iki yıl sonra bile Aksaray'da Ufi alışveriş merkezinin önünde yolcu minibüsünü durduran askerin şöföre "Arabanın tapusunu ver" diye emrettiğine şahit olduğunu söylemişti.
Şansıma Yüksel evdeydi ama arabası yoktu. Eski il yöneticilerimizden Asuman Erdost’un eski eşi Piraye’nin arabası olduğunu evinin de yakın olduğunu söyledi, tarif etti kamerasını da alıp çıktım. Piraye'ye gittim durumu anlattım, düşünmedi bile hemen hazırlandı, çıktık. Kamerayı da karşıdan görünecek şekilde torpidonun üstüne koydum. Sürücünün kadın olması da ciddi bir avantaj olacaktı. Dikkatli bir asker veya subayın uyanması ile başımıza neler gelebileceğini ikimiz de çok iyi biliyorduk.
Piraye son derece soğukkanlı ve kendinden emin araba kullanıyordu ve bu, özellikle ana kavşaklarda çok işimize yarıyordu. Oralarda askerler daha çoktu ve kontrolü daha sık yapıyorlardı. Bizim kamera, benim daha yaklaşırken gösterdiğim sarı kart ve kadın sürücü şansımızı ciddi olarak artırıyordu anlaşılan.
Köprüyü geçtik önce Taksim Meydan’ına bakmaya gittik. Sular İdaresi'nin önünde yüzlerce polis bekliyordu. Ama silahsız görünüyorlardı ve hazır kuvvet değillerdi, anlaşılan solcu ilerici polislerden oluşan Pol-Der'lileri kızağa çekmişlerdi. Bizi durdurdular, bilgi sordular, ben de anlattım, tahminimde haklıydım, gerçekten kızaktalarmış.
Oradan Parti Genel Mekezi'nin olduğu Cağaloğlu’ndaki Piyerloti Caddesi'ne gittik. Sokağa yavaş girdik, bakınarak binamızın önüne geldik. Kapı kapalıydı, içeride ne hareket ne asker polis ne sivil vardı, tamamen ıssızdı. Sadece ilerideki kahvenin önünde iki asker volta atıyorlardı.
Oradan Merter’e yine sorunsuz gittik. Kimya-İş bloklarının önünde durduk. Orada da geçtiğimiz her yerdeki gibi sokaklar boş fakat balkonlar doluydu. Genel Başkan Behice Boran’ın olduğu A Blok’ta binanın girişindeki grupla biraz sohbet edip, geçtiğimiz yerler hakkında bildiklerimi anlattım. Behice Hanım toplantıdaymış. MYK üyesi ve İstanbul İl Başkanı Selim Mahmutoğlu’na Orhan'ın mesajını ilettim. Kısaca "Hallediyoruz" dedi, hemen üst sokakta olan Bakırköy ilçe binasının aranıp aranmadığına bakmamı bilgi getirmemi de istedi. Gittim, kimse gelmemiş, aranmamış, nöbetçi de yoktu bina girişinde. Döndüm ki Kimya İş bloklarının olduğu sokak girişinde askerler yolu kesmişler, sokağa girmeyi yasaklamışlardı. Askerlere durumumu anlatamayınca komutanlarını sordum, tankın içindeymiş. Çıktım tankın üstüne, üstteki yuvarlak delikten aşağıda yayılmış oturan üç subaya durumu anlatmaya çalıştım, lafımı kesip "Giremezsin yasak bu sokağa girmek çıkmak" dedi. Ben de arabamın, şoförümün, kameralarımın sokakta olduğunu giremez ve çıkamazsam sorumluğu üstlenmeleri gerektiğini söyleyince yedek subay olduğunu sandığım "tamam" dedi. Çok oyalanma diye de ilave etti.
Girdim, Behice Hanım’ı yine göremedim. Selim’i buldum, Bakırköy ilçe lokalinin aranmadığını, kimsenin de o saate kadar gelmediğini söyledim. Tekrar Orhan’ın mesajı için ne diyeceğimi sordum. Yine “hallediyoruz, az kaldı” dedi. Benim yapacağım bir şey yoktu, daha sonra temas kurarlardı nasılsa. Oradan çıktık, ne var ne yok diye görmek için yine Gen. merkez önünden geçtik, durumda bir değişiklik yoktu. Yapacak başka şey de yoktu, arabayı köprüye sürdük, Piraye'nin evinin önünde indim, vedalaştıktan sonra Orhan’ın evine yürüyerek gittim. Orhan evde yoktu. Oya, Orhan’ın bir başka yerde saklandığını, oradan çıkmasının zor olduğunu söyledi. Oya’nın içeri alınması gibi bir durum ortaya çıkarsa ona benim yardım etmem konusunda anlaştık.
Selim'den aldığım mesajı söyleyip Orhan'a iletmesini isteyip ayrıldım.
Bütün bu seyahatim sırasında sokaklar tamamen boştu. Tabiî ki, nüfus sayımındaki sokağa çıkma yasağı gibi değildi, orada her yurttaşın da bilebileceği gibi bir gereklilik vardı. Çıkıp yakındaki bir komşuna gitsen de sana müdahale edilmez, kurşunlanmaz, tutuklanmazdın. Burada faşist askeri bir darbe söz konusuydu ve başına her şey gelebilirdi, en azından bir askerin seni götürmesiyle insanlık dışı şartlarda, insanların üst üste yığıldığı bir deliğe tıkılman ve en erken 6 ay sonra senin adını soyadını sormaları ile işkence başlardı. Bu nedenle insanlar degil sokak, apartman önlerine bile çıkamıyordu korkudan. Özellikle de aydın, ilerici sol siyasetten biriyse. Tüm bunlar sokakları tamamen insanlardan arındırmıştı. Neredeyse herkes balkonlardaydı, beni gördüklerinde gözden kaybolana kadar takip ediyorlar, benim de bazen bunlara dönüp baktığım oluyordu. Seyrek de olsa birileri ne olup bittiğini soruyordu.
Yolda bir yandan yürürken bir yandan da olan biteni düşünüyordum, özellikle arkası insanlarla doldurulmuş askeri kamyon ve arabalar geçerken. Kütüphanesi olan insanların kitapların birçoğundan kurtulma telaşında olduğunu tahmin ediyordum. Ben o günkü telaşımda bacalara bakmamıştım ama bu imhanın yolunun, duygusal olarak da en zor olanın sobada yakmak olduğunu biliyordum. Daha sonra biraz abartılı olsa da kentlerin üstü o ılıman sonbahar gününde dumanla kaplandığı söyleniyordu. Devam eden günlerde televizyonda silahlar, patlayıcılar ve kitaplar yan yana dizilmiş olarak gösteriliyordu. Böylece kitabın tehlikeli olduğu bilinçaltına kazınmaya çalışılıyor, toplu kültürsüzleştirilmek isteniyordu. Doğalgaz olmadığı ve kömürlü kaloriferin de zaman zaman yanmaması nedeniyle neredeyse her evde soba bulunurdu.
İşte o meşum gün böyle geçti.
Birkaç ay sonra da hakkımda sekiz yıl sürecek arama emri çıktı. İstanbul’da yaşadığımı bildikleri halde, beni İstanbul’da aramak yerine, doğum yerim Ağın’da ve Ankara’da ailemin akrabalarımın evlerine baskın yapıyorlardı. Tabiî bunlar taciz amaçlıydı ve başarılı da oluyorlardı. Tüm ülkede bu yöntem uygulanıyordu.
Sekiz yıl arandıktan, gözaltındaki işkencelerin hafiflediğini duyduktan ve bir de hemşeri desteğiyle kendimi az ihtimalle de olsa işkenceden kurtaracak tedbir aldıktan sonra gidip ifade verdim ve aranmamı kaldırttım. Sekiz yıldır gidemediğim Ağın’a anneme gittim. Annemin kestirdiği kurbandan da yiyip döndüm. Günde 2,5 paket içtiğim sigarayı İstanbul'a döndüğümde bıraktım.
Sigarayı bırakalı birkaç ay geçmişti. Yakınlarımda biri sigara içerse tekrar başlarım endişesiyle çok tedirgin oluyordum. Bir akşam Eminönü-Kadıköy vapurunun üst güvertesinde sıranın en sağında oturdum. Hemen solumda oturan kişi de piposunu yaktı. Gidiş yönüne ters oturduğumuz için arkamız da kapalı olduğundan pipo tütününün o bildiğim kokusunu alıyordum, yine nikotin bağımlılığımı tetikler diye endişeliydim. Kadıköy’e yaklaşmak üzereydik, döndüm pipolu adama şöyle bir baktım, bir de ne göreyim, Partimizden değerli büyüğümüz, yoldaşımız, MYK üyesi Avukat Alp Selek karşımdaydı.
İkimiz de yıllar sonra karşılaşmanın şaşkınlığı içinde biribirimize sarıldık hemen muhabbete başladık. Sohbet sırasında şaşırtıcı bir sürpriz de yaşadım. Alp ağabey bana, “Seni en son 12 Eylül 1980 günü görmüştüm. Beni evden bir askeri araca bindirip Haydarpaşa birliğine getirdiler. Orada girişte getirilen diğer araçlarla beraber bekliyorduk. Bir ara seni gördüm, önce seni de aldıklarını sandım, sonra baktım serbest dolaşıyor askerlere bir şeyler soruyordun. En son bize yakın bir yerde komutanlarıyla uzun süre tartıştın, anlaşılan bir şey istiyordun o da vermiyordu. Sonra oradan ayrıldın sinirle.” dedi. Sekiz yıl sonra bunu hatırlamıştı. Bu satırları yazarken benim de aklıma 45 yıllık bir anı daha geldi. Hangisi olduğunu hatırlayamıyorum, 12 Eylül'de ilk okuduğum gazetede siyasi partilerin genel başkanları Bülent Ecevit, Süleyman Demirel Necmettin Erbakan'a evden çıkmama(ev hapsi) yasağı verilirken Adalar İlçe Başkanı Hasan Cevad Özdil'e de bunlarla birlikte evden çıkmama yasağı verildiği belirtiliyordu. Genel başkanların arasına bir ilçe başkanının girmesi çok ilginçti. Herhalde bu, üstün (!) bir gazetecilik başarısından değil, sıkıyönetimden gelen bildirilerin aynen yazılması gibi bir zorunluluktan olsa gerekti. Aslında bu haber gerçekti, böyle ilginç bir denkleşme gerçekleşmişti. Bu yasak aylar sürmüştü. Daha sonra Ecevit ve Demirel Zincirbozan'a sürgün edildi.
12 Eylül 1980 gününü böyle anımsıyorum işte. Vatana millete ne kadar hayırlı olduğunu da hep beraber yaşıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder