25 Temmuz 2025 Cuma

ONUR BELGEMİZ

Geçmiş dediğimiz yaşanmışlıkları yazmak benim için hem çok keyifli, hem de sağaltıcı. İşin keyif kısmı kolayca tahmin edilebilir. Sağaltıcı kısmınıysa şöyle açıklayabilirim: Bellek, ileri yaşlarda istirahate çekilmeye daha meyilli oluyor. Dolayısıyla belli bir hedefe yönelik düşünme ve yazma uğraşı için gösterilen çaba, tatsız sonuçları olan bu istirahati, yani belleğin ataletini önlüyor. Ayrıca hata yapmamak, anımsayamadıklarını, anımsayıp da tereddüt duyduklarının gerçeğine ışık tutabilmek için, o günleri birlikte yaşadığın dostları, yoldaşları bu vesileyle aramak da insanı diriltiyor; verdiği heyecan ve mutluluk da cabası!

Şüphesiz iki taraflı bir kazanım bu çünkü aradığın dostların da aynı duygu durumuna geçtiği konuşmanın akışından anlaşılıyor.  Tabii bu söylediklerim, konuyu olabildiği kadar doğru yazma çabasında olmakla ilgili, yoksa aklına geleni anımsadığın kadarıyla yazmak sana yetiyorsa bunların geçerli olmadığını düşünüyorum. 

Biliyorsunuz blogumun adı “Olduğugibi” ve onu, bisiklet turlarımın dönüşünde ciddi spor yapmış ve yararlarını görmüş biri olarak başımdan geçenleri yazarsam hem okuyanları "harekete" teşvik etmiş, hem beynime "spor yaptırmış" olurum düşüncesiyle 2009 yılında yazmaya başlamıştım. Üzerinden fazla bir zaman geçmemiş de olsa yaşanmışlığın gerçekleştiği gibi yazılmasının zorluğunu ve yararını işte o sırada fark etmiştim. Bir yazımda bundan bahsetmiştim; eskileri yazmaya başlayınca olanı biteni bütün ayrıntılarıyla aktarmak, yukarıda anlattığım gibi, gerçekten çok zor. Hele 60-65 yıl önce olup bitenleri yazıya dökmeye kalkınca bu zorluk iyice katmerleniyor; tarihler, olaylar karışıyor, konuyu toparlamak zaman alıyor, fakat dediğim gibi, bir o kadar da keyif veriyor bana. Tüm titizliğime rağmen, yine de yaşanmışlığı tam olarak yazabildiğimi söylemek çok iddialı olur.

Ben şöyle yapıyorum: Sabah uyandığımda, henüz kalkmadan, bir dostumun karşısına geçtiğimi varsayıp, bütün içtenliğimle başlıyorum anlatmaya. Bazen "Acaba şunu da söylesem mi?” diye ikilem içinde kaldığım durumlar da olmuyor değil; ama madem ki gerçeğe ulaşmaya çalışıyorum "Haydi bakalım her şeyi hatırladığın gibi anlat" diyorum kendime. O dost da çoğu zaman acımasız olabiliyor bana karşı. Konuları  karıştırınca "Bunu nasıl böyle hatırlıyorsun?” diye azarlıyor, parmak sallıyor. Bazen de beni düzeltiyor veya “Şuna sor” diye akıl veriyor. Aramızdaki sohbette, ne kadar eskiye dalarsam o kadar uzuyor. Bir gün önce kısmen anımsadığın bir anı parçası, biraz daha aydınlanıp canlanıyor. O anı, her gün biraz daha gelişiyor, netleşiyor. Örneğin aşağıda okuyacağınız "sandalyedeki tümseği" üç gün önce anımsadım. Oysa bu konuyu dostlarıma anlatmaya başlamam, sanıyorum üç ay önceye dayanıyor. Arkadaş ziyareti veya telefon görüşmelerinin ardından da yazma zamanının geldiğine karar veriyorum. İşte okuduğunuz bu yazı da böyle oluştu.

Her zaman olduğu gibi, başta biraz felsefe döktürüp sonra asıl konuya girme âdetimi burada kesip yaşanmışlığıma geliyorum. Şimdi, tam 60 yıl öncesine uzanıyoruz hep birlikte.


Elektriği, şebeke suyu olmayan doğup büyüdüğum Anadolu'nun küçük bir ilçesinden, lise öğrenimi için Ankara’ya getirildiğimde elimde bir ortaokul diplomam vardı Ağın Ortaokulu’ndan mezun olduğumu gösteren; ama  neredeyse hiç “ortaokul öğretmeni” görmemiştim. Ortaokul öğretmeni görmesem de Dostoyevski'nin kitabını okuyacak düzeyde geliştiren bir genel kültür ortamında yetişmiştim. Öğretmenlerimizin hemen büyük çoğunluğu, askerlik şubesi komutanı ilkokul eğitmeni ya da oradan buradan kişilerden oluşuyordu. Hal böyle olunca da, başta Fransızca olmak üzere, birçok dersim boş geçmiş, ama ortaokuldan mezun olup Ankara'ya gelerek Yenimahalle Mustafa Kemal Lisesi'ne kayıt yaptırmıştım. Başkentimiz Ankara’da, benden başka herkesin ortaokulu tam eğitim görerek tamamladığı bir liseye başlamış oldum. 

Öğrenim sürecimdeki bu eksikliğe, ilkokuldaki başarım sonrası ortaokulu İstanbul'da Galatasaray Lisesi’nde Fransızca eğitim görme vaadinin tutulmaması, bundan dolayı bir yıl okul kaybı da eklendi. Liseyi İstanbul'da okutma sözünün de yerine getirilmemesi, bunun yerine Ankara'ya gönderilmem, bunlara çevre ve ev değişiminin getirdiği uyumsuzluklar da eklenince aykırılıklar daha ilk günden kendini göstermeye başladı. 


Böylece daha lise birinci sınıfta, 60'lı yılların sonrakilere kıyasla oldukça özgür ortamında “muhalif” olmam hiç zor olmadı. Anlaşılan bir şeyler - belki kendimi de, kim bilir?- arıyordum. Aklımda kalanlar şunlar: Türk Ocağı ile Altın Eldiven Boks İhtisas Kulübü, Dale Carnegie'nin öğrencisi insanların söyleşileri ve Yenimahalle Halkevi gibi birbirinden farklı yerlere gidip gelmenin yanı sıra, okuldan arkadaşlarla gençlik eylemlerine katılmaya da başlamam. 

Doğrusu o siyasi eylemlere o yaşlarda tam bir bilinçle katıldığımız söylenemezdi. Okulda en aktif üç öğrenciydik ve bu anlamda birbirimizden farkımız da yoktu. Türkocağı macerası başlamadan hemen bitti, boks ise hem spor olduğu, hem mekânı hem de ortamı çok iyi olduğundan bir sömestir sürdü, fakat eylemler kesintisiz devam etti. Anlaşılan o ki, kendi doğrumu bulmuştum. Benim uyumsuzluğum ve çektiğim zorlukların nedeni, tam bilincinde olmasam da esasen siyasi idi ve bunu yakaladığım için de bugüne kadar kesintisiz devam edegeldi. 

Ankara’da katıldığım ve bugün anımsadığım ilk eylemlerden biri Opera’nın önünde toplanıp, arka yoldan Sıhhiye’ye doğru büyük bir kalabalık halinde yürüyüşümüzdü. Bu ABD’ye karşı bir gençlik eylemiydi. Shell benzin istasyonunun tabelasına ben de taş atmıştım. Çok atıldığı için tutturabildim mi bilemiyorum, ama Ağın’da çok taş atma deneyimim olduğu için tutturduğumu varsaydım. Sonra Sıhhiye’de Amerikan PX binası önünde durmuş, yuhalamıştık. Ardından Bakanlıklar’a doğru yürümüş, atlı polislerin atlarının altından geçmiştik.

Okuldan üç arkadaş, neredeyse her gençlik eylemine katılıyor, bazen okuldan birçok arkadaşımızı da katıyorduk. Yine bir gençlik eyleminde Bakanlıklar’a yürümüş, dev bir Türkiye bayrağını ellerimizle gererek taşımıştık. Bakanlıklar’da Genelkurmay Başkanlığı’nın önünde toplanarak eylemi sonlandırmıştık.

Eylemler, insanın giderek politize olmasını sağlıyor doğal olarak. Bugün de öyledir muhakkak.

Bu arada okuldan çıkıp, gençlik örgütlenmesi, söylemleri ve TBMM’deki diri mücadelesi ile bizi cezbeden Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) miting ve kahve toplantılarına gitmeye başladık. TİP’in düzenlediği eylemlerden aklımda kalanlardan biri, Cebeci’deki bir kahve toplantısı. 

Geniş bir merdivenle inilerek girilen çok büyük bir kahvehaneydi. Yine okuldan arkadaşlarımla birlikte gittik. O kadar büyük mekanda çoğumuz dışarıda kaldık;  ben de içeri giremeyenlerdendim. 

Toplantıda,  TİP Genel Başkanı ve Vietnam için oluşturulan Uluslararası Savaş Suçları Komitesi Üyesi Mehmet Ali Aybar, Vietnam’dan getirilen bir bombayı göstermiş, bomba elden ele dolaşmıştı. Ben dışarda olduğumdan, ancak uzaktan görebilmiştim. Kaz yumurtası gibi beyaz bir bombaydı. Sanıyorum misket bombasıydı. Yine o günlerde okuldan daha kalabalık bir grupla Cebeci’de bir mitinge katılmış, sloganlar atmıştık. Miting başlarken İstiklal Marşı’nı hemşerim, abimin arkadaşı, bir kere Ağın'da gördüğüm Yalçın Cerit söyletti kürsüden. Bu benim için sürprizdi ve gururlanmıştım. Daha sonra il başkanı olduğunu öğrenmiştim. 

Yıllar sonra İstanbul'da bir karşılaşmamızda İstiklal Marşı’nı o gün çok yavaş söylettiğini hatırlattığımda bana, kendi zamanında marşın bestesine uygun orkestrasyonu gereğince yavaş söyletildiğini, sonraki düzenlemelerle temposunun hızlandırıldığını söylemişti. 

O gün attığımız sloganlar belki de benim ilk slogan atışımdı ve hiç sevemedim bu slogan işini, özellikle de insan sayısı azken.

Bu arada partiye gidip gelmesek de gazete ve dergilerden, arkadaşlarımdan TİP'in kendi içinde ciddi tartışmalara girdiğini öğreniyorduk. Sosyalist devrimciler, Milli Demokratik Devrimciler, Ant'çılar aklımda kalanlar. Genç olarak da MDD tezini savunan Dev Genç bize daha yakın geliyordu. Zaten katıldığımız gençlik eylemlerinin tümü Dev Genç'in örgütlediği eylemlerdi.

1968 kışını Ağın’da geçirdikten sonra yaşamımın geri kalanını geçireceğim kente, İstanbul'a doğru tek başıma yola çıktım. 1969 yılı yaz sonlarında Haydarpaşa’da trenden indiğimde, her Anadolu'dan gelende olduğu gibi,  ilk kez denizi görüyor, martı sesi duyuyordum,

Moda’da üç katlı kâgir bir evin orta katında, öndeki cumbalı odayı kiralamıştım. Arkada bir oda daha vardı, orada da bir işçi genç kalıyordu. Üst katta da üç öğrenci oturuyordu. Tuvalet ortada ve ortaktı. Banyomuz yoktu. Yeldeğirmeni’nde hamama gidiyordum. Yakın zamana kadar açıktı orası.

Cağaloğlu’nda yayınevlerine kitap kapağı, Ethem Çalışkan'dan ders alarak öğrendiğim guaş boya ve fırçayla yapılan portre, harita vb. çizerek geçinmeye çalışıyordum. Yapacağım portrelerde orijinalden kâğıda ilk aktarımı Milliyet gazetesinin episkop aletini kullanarak yapıyordum. Aç kaldığım günler çoktu, vapurda kaçak yolculuğu ilk o günlerde öğrenmek zorunda kalmıştım. Neyse ki sonraki yıllarda buna ihtiyacım kalmayacaktı. 

Kadıköy’de Altıyol’da TİP tabelasını görmüş ve hemen üçüncü kattaki yerine çıkmıştım, fakat kapalıydı. Şimdi yerinde farklı bir bina var. 1970 Nisan ayında Kâğıthane’de bir sinema salonunda TİP İl Kongresi’nin yapılacağını öğrenmiştim.

O zamanlar sinemalar 500-1000 insan kapasiteli olurdu. Neredeyse çoğu da balkonluydu. Bu sinema da öyleydi. Ben doğrudan, etrafıma bakınarak salona girdim ve öne doğru yürüdüm. Kimseyi tanımıyordum, ama belki bir hemşeri, iş yaptığım yerlerden birilerini görürüm diye umuyordum herhalde. Ön taraflarda Ankara‘dan gelen TİP yöneticisi Osman Sakalsız’ı gördüm. O beni balkona götürdü. Salon sadece delegeler içinmiş. Beni balkonun ön sıralarında, ortalarda bir yere oturttu. Balkon kalabalığının çoğunluğu benim yaşlarımda gençlerden oluşuyordu.

Daha divan kurulu seçiminde çok gergin ve çekişmeli bir kongre olacağı anlaşılmıştı. 

Partide görüş ayrılığı iyice belirginleşmiş, gruplar oluşmuş, parti neredeyse ikiye bölünmüştü. Bir kesim “sosyalist devrim” tezini, diğer kesim “Milli Demokratik Devrim (MDD)” tezini savunuyordu. Ben daha çok sosyalist devrim tezine yakın duruyor, ama henüz kesin kararımı da veremiyordum. O kongre, kararımı vermemde etkili olmuştu.

Divan başkanlığı için üç aday vardı. İlk oylamada sosyalist devrimciler yeterli sayıyı sağlayarak kazandılar.  Ardından salonda tam bir kargaşa başladı. Özellikle Mihri'cilerin baskısıyla oylama yeniden yapıldı. İlk oylamaya daha önce iki ayrı grup olarak giren MDD'ci Mihri Belli ve Doğu Perinçek(adayını çekti) gruplarının birleşmesinin ardından, yine ilk oylamada çekimser kalan Eminönü ağırlıklı Ant'çı üçüncü yolcuların da desteğini alan MDD'ci aday seçilmiş oldu. Delegelere ait olan salonda  delege olmayanların olduğu, hatta bunların oy kullandığı sosyalist devrimciler tarafından sıkça söyleniyordu. Zaten gergin olan ortam ondan sonra iyice arttı. Sonradan duyduğuma göre tuvalette sosyalist devrimci bir işçi delegeye MDD'ci gençler silah göstermiş, tehdit etmişler. Oylamada iki grup sosyalist devrimcilere karşı birleşti, “üçüncü yolcuları” da yanlarına alınca divan başkanlığını aldılar.  Ortamın iyice gerildiği; kimin delege olup kimin olmadığının belli olmadığı, kavgalı gürültülü bir ortamda başta sosyalist devrimciler olmak uzere diğerleri salonu terkettiler. Ben de o arada ayrıldım. Daha sonra il yönetim kurulunun 104 oyla seçildiğini duydum. Halbuki ilk oylamada sadece sosyalist devrimci grubun adayı 150 ye yakın oy almıştı. Bu arada aklımda kalan bence önemli bir ayrıntı, sosyalist devrimci grubun adayının hem birinci turda hem ikinci turda aynı oyu almasıydı.

Görüntü ve gürültü MDD'ci ve diğer gruplardan yana olsa da, konuşmaları dinleyip tavırlara bakınca sosyalist devrimcilerin fark attığı anlaşılıyordu. Fatih İlçe örgütünün direnci çok dikkatimi çekmişti. Siyasi tavrımı ve İstanbul’da gideceğim ilçe örgütünü o gün seçmiştim.

Kongre sırasında oturduğum balkonda muhtemelen herkes MDD’ci olduğu için, beni de sosyalist devrim tezini savunan Osman Sakalsız oraya götürdüğünden, benim de sosyalist devrimci olduğumu sanarak ters ters baktıklarını, benim de gerekirse dayak yememek için tahta kolluğun üst parçasını sopa olarak kullanmak üzere epeyce zorladığımı, yerinden oynattığımı anımsıyorum.

Ertesi gün ilk fırsatta Vezneciler'den dolmuşa binip Fatih’e gittim. Kimseye sormadan TİP tabelasını aradım. Böyle zamanlarda, bugün de, bir yeri ararken hemen o yeri birilerine sormam; bakınmak, o bölgeyi tanımak için çok iyi bir yöntemdir. Fakat Fatih ilçe örgütünün yerini bulamadım.

Ertesi gün tekrar gittim. Bu sefer esnafa ve yolda uygun gördüklerime sordum. Hiç kimse bilmiyordu. Bir tuhaflık vardı ya, çözememiştim.

Cağaloğlu’ndaki il örgütü binasını bulmam zor olmadı. Türkiye Milli Talebe Federasyonu'na (TMTF) gittim, oradan yan sokakta üst katta olduğunu öğrendim. Çıktım üst kata. Orada MDD’cilerin olacağını biliyordum. Fatih ilçesinin yerini soracağım için ters karşılanmaya da kendimi hazırlamıştım mutlaka. Küçük salonda kimse yoktu, solda seslerin geldiği odaya girdim, beş - altı genç toplantı halindeydi. Doğrudan Fatih ilçe örgütünün adresini sordum. Biri "otursana" dedi, oturmadım. "Niye soruyorsun?" dediler. Ben de "İl Kongresi’ne katıldım, düşünceme en yakın o ilçeyi gördüğüm için oraya gitmek istiyorum" dedim. Hiç itirazsız, "Aksaray’da camiyi sağına al yürü, ileride görürsün tabelasını" dediler. 

İlçe üç katlı, küçük bir binadaydı. Sanıyorum hâlâ duruyordur, duruyorsa gidip fotoğrafını çeker buraya da koyarım. İlçede biri yerleri süpürüyordu. Sonradan öğrendim ki o, İlçe Yönetim Kurulu Sekreteri İbrahim Sönmez’di. Daha sonra başkaları ve İl kongresinde çokça gördüğüm Can Açıkgöz de geldi. Can önceki dönem Fatih İlçe Başkanıymış. İstanbul Belediyesi Meclis Üyesi ve TİP Grup Başkanıydı. Kongreden başlayan sempatiyle Can’a kanım kaynamıştı. O sıcaklık hep devam etti, Can’la hâlâ görüşürüz. Bu anıyı yazarken kongrenin yapıldığı sinema salonunu teyit etmek için onu aradım. O da hem bu bilgiyi teyit etti hem de il kongresi hakkında detaylı bilgi verdi.

Fatih ilçeyle anımsadığım ilk eylemim, Haliç’in sonlarında Alibeyköy'de fabrikaların olduğu bir yerde gece yeni çıkarılmaya başlayan Kurtuluş Yolu afişlerini asmak oldu. Can da olmak üzere beş kişiydik. İki gruba ayrılmıştık. Elimizde boya fırçaları ve küçük kutularda plastik tutkal vardı. O zaman daha ucuz olan ve daha çabuk kuruyan sudkostiği henüz bilmiyorduk. Ben ve İbrahim bir gruptuk. O sırada bekçiler peşimize takıldı. İbrahim, sorarlarsa "Finfinis’te çalışıyoruz, işten çıktık" dersin dedi. Afişler için de “sinema afişi” diyecektik. Böylece bekçilerin çoğunun okuma yazma bilmediğini de öğrenmiş oldum. Gerçekten de başka bir afişlemede, karanlık bir yerdi, bunu söylediğimizde sorun çıkmamıştı.

4. Büyük Kongre'yi bizimkilerin kazanmasından sonra MDD’cilerin hâkim olduğu il ve ilçeler tamamen terk edildiği için genel merkez il yönetim kurulunu görevden almış ve geçici bir il yönetim kurulu atamıştı. İlçelere de sanıyorum il yönetimi tarafından aktif üyeler görevlendirilmişti.(Solda ayakta ikinci Can Açıkgöz, sağda oturan Kemal Koyaş)

Kadıköy İlçe Yönetim Kurulu’nda Kartal’dan demirci ustası Kemalettin Koyaş Başkan, ECA işçisi Yunus Uysal da Sekreter olarak görevlendirilmişlerdi. Sayman da bir İETT şoförüydü, ama daha sonra hiç görmediğim için ismini anımsamıyorum. Bu hafta Yunus'la yemek yiyeceğiz, saymanın adını öğrenirsem yazarım buraya.

Kemalettin Abi’yle üye fişlerindeki adreslere bakarak evlere gidiyor, üyelerle görüşüp, 4. Buyük Kongrenin aldığı "çalışma ekiplerinin kurulması ıçin üye yenileme" kararı doğrultusunda üyeliklerini yenilemelerini sağlamaya çalışıyorduk. Aidat istesek de çoğunlukla alamıyorduk.

İl merkezinin hemen karşısında yeni kurulan Sosyalist Gençlik Örgütü’ne (SGÖ) yer tutmuştuk. Başkanımız Ali Ekber Karagöz, sekreter Veli Gürcan’dı (12 Mart 1971'deki askeri darbeden sonra TİP'in tekrar kuruluşunu beklemeden bir grup eski TİP'li üyeyle birlikte Türkiye Sosyalist İşçi Partisi/TSİP, ardından Birleşik Sosyalist Parti/BSP kurucusu oldu ve daha sonra da ÖDP Parti Meclisi Üyeliği yaptı). Okullardaki eylemlere daha çok oradan çıkıyorduk. Parti etkinliklerinde genellikle ya il ya da ilçe binalarından eyleme çıkıyorduk. Ben neredeyse her ilçedeki etkinliklere katılıyordum.

Genel merkezden bir telgrafla Ankara'ya çağrılmıştım. Ne olduğunu bilmediğim için merak içinde gittim. Mithatpaşa Caddesi’ndeki genel merkezde Behice Boran da vardı. Beni tanıştırdıklarında bana “hoş geldin” dedikten sonra biraz sohbet etmiştik. Bu benim için bir gururdu. Parti gazetesinin ilk sayısı Ankara'da basılmış, beni de gazeteyi götürmem için çağırmışlar. O zamanlar önemli ve güncel olan şeyleri böyle taşıyorduk. O gün, bugüne kadar dostluğum devam eden Umur Coşkun ve Peyami Arıırk'la da o gün tanıştım. Akşam gazete kolilerini otobüs bagajına, oturduğum yerden göreceğim şekilde yerleştirdim. Yol boyu da tüm molalarda gözümü hiç o bagaj kapısından ayırmadım. Taşıdığım ilk değerli şeydi.

12 Mart 1971 askeri darbesi öncesi askerlerde hareketlenmeler artmıştı. Darbe söylentileri artık yadırganmıyordu. Parti, belki de tarihinin en önemli etkinliklerinden birini başlatmıştı. Olası bir askeri darbenin faşist nitelikte olacağı afişlerle, bildirilerle, toplantılarla topluma duyurulmaya çalışılıyordu. Biz de İstanbul’da il düzeyinde, neredeyse geceli gündüzlü koşuşturuyorduk. Gece afiş, sabah akşam bildiri, hafta sonları kahve toplantıları düzenleniyordu. Ben afiş ve bildiri eylemlerinin tümüne katılıyordum, ama kahve toplantılarına katıldığımı hiç anımsamıyorum. Parasızlık çekiyor ve o sıralarda bunu çözmek için çabalıyordum.

Üsküdar’da bir gece mesleği balıkçılık olan bir üyeyle afişleme yaparken, ben daha çok merkezi yerlere gitmek istiyordum. O ise daha çok yakalanmayacağımız kuytu yerleri tercih ediyordu. Zaman zaman bu yüzden dostça tartışıyorduk. Bana “Sana göre hava hoş, yakalanırsan da bekleyen kimsen yok. Ben sabaha karşı balığa çıkmazsam evde dört boğaz aç kalır” dediğini hiç unutmuyorum. Haklıydı. Aslında yasalar uygulansa yaptığımız iş tamamen yasaldı, ama afişimizi kaptırıyor, bir iki gün de gözaltında kalıyorduk. Ülkemizde 60 yıl sonra da pek değişen bir şey yok.

Üsküdar’daki afişlemede aklımda kalan bir anı da şu: Çiçekçi’ye girişte solda tarihi bir çeşme vardır, ortasındaki yuvarlak ve düz bir mermer blok, tam afiş sığacak boyuttaydı. Ortasına özene bezene bir afiş yapıştırdım. Bunu yazdım, çünkü daha sonra askere gidip iki yıl sonra döndüğümde o afişin hâlâ orada durduğunu gördüm, üstü okunabilecek kadar da kapanmamıştı. Çok keyiflenmiştim.

"Faşizme Hayır" kampanyası tüm yurtta yürütülüyor, her gün gözaltı, tutuklama haberleri alıyorduk. Iğdır'da, Siverek'te de partililerin gözaltına alındığı aklımda kalanlar. Eskişehir'de Faşizme Hayır bildirisini dağıtırken gözaltına alınanlara 2,5 yıl hapis cezası verildiğini duymuştum daha sonra. Bu kadar etkinliğe katıldıktan sonra polisin koluna girmemesini beklemezsin doğal olarak. Askeri darbe tehlikesine karşı "Faşizme Hayır!" kampanyası çerçevesinde hazırlanan bildiriyi dağıtmak üzere üç kişi Karaköy İskelesi’ne gittik. Bir arkadaşımız - aklımda Veli olarak kalmış - hem bildirilerin çoğunu taşıyor hem gözcülük yapıyordu. Biz de Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencisi Mustafa Aslan’la bildiri dağıtıyorduk. Akşam işten dönüş saati olduğu ve Boğaz'a o sıralar henüz hiç köprü yapılmadığı için insanlar oluk oluk geçiyor, çoğunlukla da bildirilerimize ilgi duyduklarını belli ediyorlardı, bu bizim için çok sevindiriciydi.


Bir ara 1.50 boylarında "kısa" ve sivil kıyafetli biri kolumdan yakaladı, polis olduğunu söyledi, ben yüksek sesle arkadaşımı uyarmak için kimlik filan sordum, bu arada arkadaşlarım çekildiler. "Kısa" beni iskeledeki görevlilerin olduğu cam bölmeye soktu. Bölme, iskelenin sol tarafında, içinde dört masa ve bazı görevliler olan bir mekândı. Telefon kapının uzak köşesindeydi. Telefona gitti, meğer 1. Şube polisiymiş, orayı aradı;  meşgulmüş. O ararken ben de çalışanlara birer bildiri vermiştim. O arıyor,  yanıt alamayınca sinirleniyordu. O sırada kapının önünde de insanlar birikmeye başladı, muhtemelen arkadaşlarımız örgütlemişlerdi. Görevli memurlar polise “Yahu bunda ne var? Hepsi doğru. Ayrıca bilinen parti” diyerek itiraz etmeye başladılar. "Kısa" benim kapıda birikenlere de bildiri verdiğimi görünce “Ulan ne biçim adamsın, hâlâ bildiri dağıtıyorsun” diye bağırdı. Telefon sürekli meşguldü, memurlar itiraz ediyor, ben görevimi rahatlıkla yapıyorum, bir de "kısa" evine gitmek için iskeleye gelmiş, dolayısıyla bir an önce çıkıp evine gitmek de istiyordu anlaşılan. Sabrı tükendi, elimden bildirileri bile almayı unutarak, ama “Hemen evine dön, seni bir daha görmeyeyim” diyerek tehdit etmeyi unutmadan gitti.

Karaköy İskelesi’nde işimizi bitirip Taksim’e çıkarak İstiklal Caddesi'ne girdik; elimizde az bildiri kalmıştı. Sadece Mustafa’yla ben kalmıştık. Çiçek Pasajı’na gelmeden arkamızdan iki polisin bizi takip ettiklerini fark ettim. Mustafa’yı uyardım. Bende iki, Mustafa’da bir bildiri kalmıştı. Hızlandık, bildiri de dağıtmıyorduk zaten. Mustafa Galatasaray Lisesi'nin karşısında sağa dönerken simitçiye elinde kalan son bildiriyi verirken polisler onun bileğini, benim kolumu yakaladılar.

Bizi Beyoğlu Emniyet Amirliği’ne götürdüler. Elimizde sadece iki bildiri kalmıştı. Gece, amirin odasında ayakta bekletildik. Amir gelince bizim bildiriyi dikkatle okudu. Arada bize sorular soruyordu bildiriyle ilgili. Soruları ben yanıtlıyordum. Bildirinin sonuna doğru yer alan “… varlıkları sosyolojik bir gerçek olarak devletin resmi istatistiklerinde de ifadesini bulan ve etnik bir grup olarak Kürt halkını oluşturan vatandaşlarımıza” satırlarını okuyarak fikrimizi sordu. Ben de açıklamaya başladım dikkatlice. O yılları yaşamayanlar için anımsatayım. O zamanlarda polis kutuplaşmamıştı, onlar da kendilerini birer yurttaş olarak görürlerdi çoğunlukla. Oradaki savunmam bu nedenle doğaldı.

Bildirinin okunması bittikten sonra bizi girişte, soldaki penceresi olmayan, yaklaşık 2.5x4 metre ebatlarında pis kokulu bir odaya aldılar. Oradan fişlenmek için Sirkeci’deki Sansaryan Han'a götürülecektik. Yıllar sonra,  yetmişli yıllarda, orayı tekrar ziyaret ettim. Bu kez Şişli İlçe’den, yeni üyelerden oluşan on üç kişiydik,  oda aynı odaydı, pis kokusu da aynıydı. Benim için yıllar öncesinden tek farkı, buraya tıkılırken bu kez hem çok kalabalıktık hem de epeyce hırpalanmıştık hep beraber. Yine partinin seçim çalışması kapsamındaki afişlemesinde yasal görevimizi yaparken götürülmüştük.

Orada çok kalmadık, bizi Sansaryan Han’a götürdüler gecenin bir vakti. Çıkartıldığımız kattaki küçük odada soba yanıyordu, içeride yanmış tereyağı kokusuna benzer kokuyu anımsıyorum. Sobanın üstünde yumurta pişirdiklerini düşünmüştüm. Ağır bir kokuydu. İçeride Fatih İlçe’den iki arkadaşımız daha vardı. Biri Bilge Cansızoğlu Gömeç’ti, diğer arkadaşın adını anımsayamıyorum. Oradan teker teker aşağıdaki kayıt odasına "fişlenmek" için götürüldük. “Onur kaydımı” yapan, yaptığı işle uyumlu soğuk mu soğuk ve renkli gözlü biriydi. Yıllar sonraki gidişimde de aynı adam hâlâ oradaydı ve bana ilk gidişimde aldığı kayda bakarak, “Niye yanlış bilgi verdin” diye fırça çekmeye çalışmıştı. Yıllar önce annemin adını yanlış yazmış. Ben de,  o zaman kimlik cüzdanımı (o zamanlar kimlikler defter biçimindeydi) alarak kendisinin yazdığını söyledim, hemen sustu. 

Oradan yan yana dizilmiş beş-altı hücreden birine tek başıma tıkıldım. Daha önce anlatılanlardan, işkenceye buradan götürüldüklerini anladığım için ben de buradan işkenceye götürüleceğimi düşünerek kendimi hazırlamaya çalıştım. Hücrede çok kalmadım, tek başıma beni fotoğraf çekilmesi için bir odaya götürdüler. Fotoğraf makinesi yerinde sabit durduğu için, fotoğrafı çekilecek kişinin, makinenin karşısındaki bir sandalyeye oturtması gerekiyordu. Sandalyenin oturma kısmında arkadan öne doğru üçgen biçiminde yaklaşık 5 cm yüksekliğinde bir çıkıntı vardı. Anladığım,  zanlı otururken sağa sola kaymasın diye yapılmıştı (Sandalye fotoğrafını hiç bir yerde bulamayınca yapay zekâya çizdirdim).

Oradan yine ilk gittiğimiz odaya uğrayıp giriş katın sonunda, soldaki “Müteferrika” adı verilen büyük salona götürüldük. Bilge diğer odada kalmıştı.

Beyoğlu’nda mı yoksa Sansaryan Han'da mı pek anımsayamıyorum, üstümdeki parkayı ilave suç delili olarak almışlardı. Bir kâğıda sarıp iple bağlamış, sonra da mühürlemişlerdi. Mevsim kış, hava soğuktu. Müteferrika’da bir şey yanmadığı için içerisi soğuktu, ama o gün getirilen 20-30 insanın sıcaklığıyla biraz ısınıyordu. Pis ve bakımsız alaturka tuvaletlerin kapısı yoktu. Müteferrika’ya kapı yerine büyük demir parmaklık yapılmıştı. Herkes ya ayakta ya çömelmiş vaziyette olduğuna göre herhalde yatacak yer de yoktu. Demir kapıdan ismimi bağırdılar, bu beklenmedik bir şeydi. Çünkü buradan Adliye’ye götürülmemiz gerekiyordu, ama gecenin bu saatinde değil. Gittim, bir polis selam verdi, hatırımı sordu, bir ihtiyacım olup olmadığını öğrenmek istedi. Meğer adam Kebanlı ve Ağın damadıymış. Nöbetçiymiş, duyunca gelmiş. İki paket sigara getirmişti, şimdi alıp almadığımı anımsamıyorum, biz polisten bir şey beklemeyeceğimizi bilirdik, zaten ilke olarak almazdık da. Bu nedenle zaman içinde belleğim yanıltabilir, fakat günde 2.5 paket sigara içen biri olarak o şartlarda, muhtemelen almış olabilirim diye düşünüyorum şimdi.

Kendini hemşerim sayan polis, yememiş içmemiş o sabah Ağın’ı aramış. Ağın küçük bir yerdi, herkes birbirini tanırdı. Telefon etmiş, Osman Kapusuz’u polis yakaladı diye haber vermiş. Bu haber yayılınca bizimkiler de haberi olmuş. Ama insanlar onların yüzlerine karşı bir şey söylememişler. Siyasi olduğu da insanların bilincinde değildi o zamanlarda; Polis tarafından içeri alınınca kötü bir şey yaptım diye düşünülüyordu herhalde. İlçede elektrik yoktu, tabii buzdolabı da. Her evde ihtiyaçlar için bir-iki tane inek veya koyun-keçi beslenirdi. Anadolu ineği çok az süt verir. O da peynir yağ yapmak için çok çok az gelirdi. Kadınlar 8-10 ev birleşirler, her gün bir eve süt götürürler, süt çoğalınca da işlenme şansı olur. Bu dayanışmaya “hab" denirdi. Buna ilişkin yazımın bağlantı adresi: (http://osmansedat.blogspot.com/2016/01/hab.html

Sabah daha güneş doğmuş doğmamış, süt sırası bizim evde. Kadınlar toplanmış, sütü ölçüyor, kaplara boşaltıyorlar, aralarında da anneme duyurmamaya çalışarak benimle ilgili haberi fısıldaşıyorlar. “Ne fısıldayıp duruyorsunuz? Ne yapmış benim oğlum, birinin karısına kızına mı laf atmış? Hırsızlık mı yapmış? İnanmış, kâğıt dağıtmış....” demiş benim sevgili, güzel annem. Yaptığımı katiyen tasvip etmese de oğlunun ahlaka aykırı, kötü bir şey yapmayacağını anne sezgisi ile bildiği ve anne sevgisiyle böyle söylediği tahmin edilebilir. Zaten benzer sözleri birçok Anadolu annesinden duymuş, okumuşsunuzdur.

Sabah polislerin mesaiye başladığını seslerinden duyuyorduk; artık gecenin sessizliği kalmamıştı. Kapıya polis geliyor, isimleri okunanlar gidiyordu. Bizim de ismimiz okundu. Demir kapıdan çıktığımızda, akşam Karaköy iskelesindeki “kısa” yine sivil kıyafetle bizi bekliyordu. O bizi götürecekti anlaşılan. Beni görünce “Vaay düdük, yakalandın ha, ben sana ne demiştim! Bilseydim senin için gece gelirdim” dedi kızgınlıkla. Bileğime çelik kelepçeyi öyle bir taktı ki, sonrasında üç dört gün acı çekmiştim. Ben,  Mustafa, Bilge ve Fatihli arkadaş kapının önüne çıkartıldık, farklı yerlere götürülecektik. Önce yakalandığımız İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne, oradan da Adliye’ye götürülecektik. Bilge’ler sağ tarafa, biz sol tarafa gidecektik. Bilge o sırada “Paranız var mı?” diye sordu. O zaman otobüsle götürülüyorduk, zor oluyordu, Bilge herhalde taksi için para sormuştu. Bende 12.5 lira vardı “Çok az var Bilge” dedim. Biraz sonra da buna pişman oldum, Anadolu kültürü almış bir erkek olarak. Bu hatamı da hep anımsadım. Bilge diş hekimi olmuştu, siyasete de başka partilerde devam etmişti daha sonra, bu konu hiç açılmadı aramızda.

Otobüste “kısa” elini iyice aşağıya indiriyor, boy farkından dolayı benim bileğim yanıyordu acıdan. Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü’nde çok kalmadık, bileğimde bir mühür, kolumun altında, üzerinde birkaç mühür olan parkam, adliyeye gitmek üzere yola çıktık. Karaköy’e kadar yürüdük mü yoksa bir araca mı bindik anımsamıyorum, ama Karaköy’de yemek yedik, insan olan bir polisle. Adliyede neredeyse hiç beklemedik. Savcı dosyalarımıza bakıp “Niye getirdiniz bunları” diyerek polisi azarladı, bizi serbest bıraktı.

Gözaltına alındığım akşam, komşum Yüksel Selek beni çağırmıştı. Gidememiştim tabii. Odama gidip uyudum. Akşam da Yüksel Abla’ya gittim. Kapıda sitemini görünce polisteydim dedim, kısaca anlattım. Mutluluğunu belli ediyordu. Biz birbirimizin siyasi düşüncelerini bilmiyorduk. Eşi Sabahattin Abi apolitik biriydi, Cağaloğlu’nda bir mücellithane işletiyordu. Teknesi vardı, hafta sonları hep beraber tekneyle Kurbağalıdere'den çıkar, balık tutardık. Evde de neredeyse her gittiğimde plak çalınırdı. Yüksel Abla da solcuymuş (daha sonra TKP’ye üye oldu). O da benim solcu olduğumu bilmediği için öğrenince düşüncemiz örtüşmüştü. Görüşmemiz hep devam etti. Birkaç yıl önce de kızımla birlikte Bodrum’daki evine ziyaretine gitmiştim. Çok mutlu oldu, bırakmadı. O gün ilk kez alkollü olarak araba kullandım eve dönerken.

12 Mart darbesi yapılmıştı. TİP ve Ecevit’in dışında neredeyse tüm sol bu darbeyi alkışladı. 13 Mart’taki gazete manşetleri bunu gösteriyordu. Örneğin Hikmet Kıvılcımlı’nın Kıvılcım gazetesinin sürmanşetini Beşiktaş’ta bir büfede görmüştüm: “Ordu Kılıcını Attı”

Moda’daki evde yoksulluk günleri gitgide artarak devam ediyordu. En ucuzu olduğu için içtiğim Üçüncü sigarasını bile alamıyordum çoğunlukla. Yürüyerek gittiğim Cağaloğlu’ndaki yayınevlerinden alacaklarımın ya çok azını alıyor ya hiç alamıyordum.

Evde olmadığım bir gün mahkemeden çağrı yazısı gelmiş, alt katta oturan ev sahibim de almış. Böylece yapacak bir şey kalmamıştı, mecburen gitmem gerekiyordu. Çağrı günü biraz da korkarak gittim Sultanahmet'teki Adliye binasına. İçeride küçük bir odaya aldılar, Hâkimin masasının önünde, daha küçük bir masada sekreter vardı, hepsi o kadardı. Benim üzeri mühürlü parkamın paketini de sekreterin masasında görünce çok rahatladım, ondan bir şey çıkmayacağını biliyordum.

Bu arada yazayım, parka sıradan bir parkaydı, ama fermuarı çok güzeldi. ABD yapımı, geniş dişli, sağlam bir fermuardı. O zamanlar böyle şeyleri bulmak çok zordu. Parkadan ayrı almış, neredeyse parka kadar da para ödemiştim fermuara. 

Sekreter paketi söktü, hâkim sadece tepeden bakıyordu. “Oğlum bu askeri parkanın yasak olduğunu bilmiyor musun?” diye sordu. Ben de "Bunu herkes giyiyor, piyasada da serbest satılıyor, ben de bir dükkândan aldım" dedim. Nereden aldığımı sordu. Ankara’da Hergele Meydanı'ndan almıştım, fermuarı da orada diktirmiştim. Ankara’dan aldığımı söyledim. Nereden diye ısrar edince "Affedersiniz resmi adını bilmiyorum ama bilinen adı Hergele Meydanı" dedim. O arada biz konuşurken sekreter fırsat buldukça dikkatle fermuarı inceliyordu. Hakim "Peki oğlum beraat ettin gidebilirsin" dedi. Kapıya gittim, geri döndüm "Efendim parka?” diye sorunca sekreterin incelediğini fark ettiği için gülümseyerek “Hadi git git” dedi, çıktım. Fermuar da orada kaldı. Geriye  gözaltına alınmama neden olan bildiri dağıtma davası kalmıştı. Bu davayı da bekleyecektim.

Daha sonra devre kaybı olarak askere gittim. Terhis olduğum gün milliyetçi tabur komutanı söyledi, tabura üç tane yazı gelmiş benim için. Biri bildiri dağıtmaktan dolayı açılan davaymış. Diğer ikisini sormadım doğal olarak. O ikisinden biri, muhtemelen her ay üst birliğe gönderdiğimiz "sakıncalı er" statüsüne yükseltilmem için MİT tarafından gönderilmiştir. Komutan göndermemiş beni mahkemeye.

Yetişkinler arasında “Çoluk çocuğuna ne miras bırakıyorsun?” sorusuyla başlayan bir muhabbet, âdettendir. Soru, hangi düzeyde olursa olsun, genelde kendini “servet sahibi” sınıftan sayanlardan gelir ve açık ya da örtük bir büyüklenme, böbürlenme de içerir. Hatta soru sahibi kendini alamaz ve çocuklarına bırakacağı malı, mülkü vb. saydıktan sonra “Eee, sen ne bırakıyorsun bakalım?” da diyebilir. Bu mal mülk gösterişinin, “Sermaye hırsızlıktır” baskısı yüzünden nispeten ayıp sayıldığı geçmişte bile böyleydi. “Her ne pahasına olursa olsun” başarının mutlaklaştırıldığı, tevazu yerine gösterişin, her fırsatta gösterme çağında ise kural haline geldi. 

Bana kalırsa bu soruya verilecek en iyi cevabı şu soru oluşturuyor: İnsan ne için yaşar? 

Kişi kendinden sorumludur. Benim de vakti geldiğinde bir parçası olup bugüne kadar yürüdüğüm yol, en temelde haksızlık ve eşitsizliğin yaşanmadığı bir dünya kurma düşüncesine dayanıyordu. Mevcut düzen emeğin sömürüsü üzerine kurulduğundan, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen ilişkisi sona ermeliydi. Bu gerçeğin uğrunda bizler, ki aramızda aileden ya da öz varlıklarıyla mal mülk sahibi olanlar da yok değildi, kendi çıkarlarımızın peşinde koşmak yerine, hayatı emeğiyle var edenlerin safında yer almayı tercih ettik. Adına “devrimci siyaset” dediğimiz bu yolun dikensiz gül bahçesinden geçmediğini, pek çok eza ve cefayı göğüsleyerek yüründüğünü elbette biliyorduk. 

Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmadığı bir dünyayı hedefliyorduk. Öyle yaşadık. Sevgiyi, ahlaklı, vicdanlı ve  adil olmayı savunmaktan hiç geri durmadık. Bütün o yıllar boyunca peşimizi bırakmayan polis takipleri, fişlemeler ve benzerlerini birer “onur belgesi” olarak yanımızda taşıdık. Miras bırakacağımız en değerli mülk, bu yazının başından beri anlatmaya çalıştığım bu yaşanmışlıklardır. 

Gün gelir torunlarımız, sevgili annelerimizin adlarının yanlış yazıldığı listeye ve çıkıntısı kıçımıza giren polis sandalyesinde çektirdiğimiz fotoğraflara ulaşır da, ninelerinden, dedelerinden kalan o mirası onurla asar duvarlarına.


5 Temmuz 2025 Cumartesi

Mutluluğu Becerebilmek (Pikap 2)

44 Yıllık Dual Pikap Macerası 
Lisede münazara dersi vardı, şimdi var mı bilmiyorum, sorgulama yapıldığı için muhtemelen kaldırmışlardır ya da kaldırmak üzeredir. Sınıfta üçer beşer kişilik iki grup olur, aynı konuda iki farklı görüşü savunurduk. Ne kadar yararlı bir ders olduğunu, insana sorgulamayı öğrettiğini daha sonra anlayabildik. Bu konularda biri de “insanın gelişmesinde aile etkendir-çevre etkendir” konusuydu. Şimdi ben hangi konuyu savunduğumu anımsamıyorum; sınıf jürisinin hangi grubu başarılı bulduğunu da tabii anımsamıyorum. Ama şimdi soracak olsalar, niye ikisinden birini veya binlerce etkenin içinden niye birini ya da ikisini öne çıkarayım ki derim. Aile yapısını, hatta genleri ötelememiz olası değil. Okulda yetiştiğimiz çevreden etkilenmemiz de hiç yabana atılmaz. Bu bağlamda, bazı özelliklerimizi elimizde olmadan edindik, bazılarını da tercih ettiğimiz için öyle olduk; o huyları, özellikleri edindik.
Kültür de sanırım bu süreçte aileden başlayan, çevreyle birlikte okul sonrasına kadar biraz da kendiliğinden gelişen etkilenim, kazanım. Daha sonra bunların da yönlendirmesiyle ve tercihlerimizle belirliyoruz kültür yapımızı. Bu ülkede yaşayıp da arabesk müzik dinlememiş bir insan bulmak mümkün mü? Tercih etsen de etmesen de defalarca ve yıllarca dinlemişsindir. Ama klasik müziği dinlemeyen milyonlar vardır mutlaka. Burada, seçimimizde belirleyici olan duygusal derinliğimizin yanı sıra, bu müzikleri ne kadar sık dinlediğimiz de etkili oluyor mutlaka. Tabii sadece kültür deyince müziği almamak lazım, tüm sanat kolları da birbirini etkileyerek gencin yapısının oluşmasında etkili oluyor. Hayatında hiç roman okumamış bir insanın klasik müzik dinliyor olmasını bekleyemeyiz. Çok büyük bir olasılıkla sadece arabesk dinleyen birinin de bir roman şiir okumadığını söyleyebiliriz.
Yukarıdaki anlatımımdan tercih yaptığım anlamı çıkmasın. Bir insan emek çekilen kaliteli her tür kültür ürününü de beğenebilir, böyle olması da çok doğaldır. Biri diğerinin karşıtı değildir bence. Münazara konusundaki aile-çevre etkisi gibi, birinden biri daha ağırlıklı, belirleyici olabilir.
Bence insan zevk aldığı işi sürekli yapar, sanat dalını izler, böylece de zevk aldığı, kendisine yakın bulduğu müziği dinler. Yoksa fıkradaki gibi “Erzurum Erzurum olalı böyle işkence görmedi” ye döner iş.
Bir de anısı olan müzikler vardır bu tür yorumlardan bağımsız olarak ele alabileceğimiz. Bugün altı plağı üst üste koydum Dual pikabıma, biri de Mendelssohn’du. İkinci yüzündeki bir parça beni yıllar yılı gerilere götürdü, ama sadece bir parça. Lise yıllarında bir akraba evinde çalan bir radyoda, şarap içerken dinlemiştik. Müzik çalınca susup dinlemiştik, belki de bu beni etkilemişti. Bu hepimizde olur; bazen bir anıya, bazen bir filme götürür. Ama kesinlikle eski zamanlara.
Zaman için söylenen birçok laf vardır, belki de sonsuzdur. Kiminde yakınırız kiminde bitmesini geçmesini istemeyiz. Zaman üzerine feylesoflar da çok kafa patlatmış, çok kalem tüketmişlerdir.  Akılda kalan bazıları,’ zaman durdurulamaz’, ‘ zamanının eskitemeyeceği şey yoktur’, ‘zaman nasıl da geçti; anlamadım’ gibi neredeyse herkesin söyleyebileceği veya söylediği sözlerdir. Acaba zaman bizleri ne kadar değiştiriyor, geliştiriyor? Buna rahatlıkla çok diyebilirim. Ama bunu gelişme için söylemek daha gerçekçi. Çünkü insan çok değişmiyor. Hani derler ya yedisinde neyse yetmişinde de o. Onun gibi. Biraz köşeleri alınmış, biraz yontulmuş filan.
Kendim için de bunlar geçerli tabi.  Yaşamımı belirleyen temel düşüncelerde, inançlarda, kültürde bir değişim yok ama gelişim de doğal olarak vardır mutlaka.
Şimdi diyeceksin ki bu kadar zorlayarak bu lafları müzikten girip zamandan çıktın; niye yazdın tüm bunları. Yazdım, çünkü okuyunca bana kültür değişimine uğramış demeni istemiyorum. Yirmi yaşında Yüksel ablamın evinde başta Carmina Burana gibi klasikleri dinlerken, Neşet Ertaş’ın 45 lik küçük plağını da zevkle dinliyordum. Hatta plağın kapağındaki Ertaş’ın kocaman lüks bir villanın merdivenlerinde, elinde sazıyla çekilmiş fotoğrafına özenti diye çok kızmış ve o kapağı yırtmıştım. Ama yıllar geçtikçe öğrendim ki o fotoğrafta Neşet Ertaş’ın hiç ama hiç günahı yoktu. Adım gibi eminim ki plak yapımcısı adamı götürdü orada çektirdi fotoğrafı. Çünkü o pozu hiç kabullenememiş bir duruşu vardı.
12 Mart birçok genç gibi benim de yaşamımı tümden değiştirdi. Sonuna yaklaştığım lise bitirme ve girdiğim üniversite sınavının başarılı sonucuna rağmen, apar topar bir gecede karar verip askere gittim
İstanbul’da 2 yıl kalmıştım. Yüksel ablamlar dışında aklıma gelenler, Kemal abi, Beyhan, Zafer, Bülent gibi dostlar edinmiştim. Hemşerilerimle en çok da Ümran’la (Uyanık) görüşüyordum. Bir de Teyze oğullarım Mehmet ve Ömer.
Birçok şeyi arkada bırakmanın, biraz da zorla gitmenin getirdiği ve zaten yapıda olan karşı çıkma huylarıyla daha ilk günden ters düştüm komutanım olan, tüm özellikleri sadece benden daha önce askere gelen er-erbaş komutanlarımla. Düzeltilmesi olanaksız olduğundan bana anlamsız gelen her şeye karşı çıkıyor, katılmıyor ve ardından dayak yiyordum, bazen 1 tokat bazen 2 tokat-yumruk, günde 3-4 kere pataklandığım da oluyordu. Ama iki yumruk veya tokattan sonrasına “tamam diyordum yaptığım suçun karşılığını gördüm” ve devamına engel olmaya çalışıyor ve kesinlikle de başarıyordum. Yaptığım her karşı çıkmanın cezasını da aşağı yukarı kestiriyor ve peşin kabulleniyordum. Kabulleniyorduk desem daha doğru olur çünkü daha gittiğim ilk günden başlayarak benim gibi 12 Mart kaçkını ve yine devre kaybı gidenlerle birlikte davranıyordum. En başta da Faik (Yılmaz) ile dostluğumuz çok ileriydi. Mıntıka temizliğinden kaçmanın bedeli bir tokat veya yumruk; mutfaktan, yemekhane temizliğinden kaytarmak 2-3 tokat. Özel tarifeli işler de vardı tabii. Askerliğimin daha haftası dolmadan sabah kaytardığım mıntıka temizliğinden, Adnan’a (Celayir) rastlayınca bir saate yakın muhabbet edip, o mutlulukla yemekhaneye döndüğümde, o gün yemekhane temizliği bizim takımda olduğu için, kepçe gelene kadar 2 tokat, 3 yumruk ardından 4 kepçeye hiç gıkım çıkmamış, sırıtmıştım, beni hırpalayan Arapkirli yemekhaneci usta er komutana. Bir hafta boyunca ellerim şiştiğinden tüfeği zor tutmuştum. Yine Burdur un dağlarında sıcakta toz toprak içinde saatlerce ot yolup, bir damla su içemeden geldiğimiz eğitim alanında, Faik’le boyumuzdan dolayı en başta olduğumuzdan, on metre yanımızdaki 4 musluklu çeşmeden akan sulara dayanamayıp, bakışarak karar verip, aynı anda koşarak çeşmeye gitmiş, ağzımızı musluklara dayayıp içmeye başlamıştık. Tekmil alma işlemi durmuş, çavuşlar bizi ensemizden tutup sıraya sokmuşlardı, tekmil verilene kadar. 3-5 dakika bekleyemeyişimizin çok açık bir nedeni vardı. Çünkü tekmil ardından 450 kişi, o 4 musluğa itiş kakış koşacak, kısıtlı zaman içinde biz kimseyi itip kakmayacağımız için de susuz kalacaktık. Tekmil sonrası yediğimiz dörder okkalı yumruk için de sırıtmış Faik’le bir birimize “ucuza geldi” demiştik. Çünkü biz ilave dörder de tokat bekliyorduk. Bu yaptığımız da bir direniş biçimiydi ve belki de bizi ezilmekten koruyordu. Saygı da duyulduğunu, bizden it gibi çekindiklerini de biliyorum bundan ötürü. Benden beş-altı yaş büyük olan Faik’le beni küçük düşürmek için benim Faik’in sırtına binip herkesin yemekhanede olduğu akşam eğitimi sırasında yemekhaneye girmemi emrettikleri zaman karşı çıktığımda tüm zorlamalara ardından, bizim dikelmemizle de, ısrarcı birkaç komutan olmasına rağmen bu defa da geri basmışlardı.
İşte böyle günler geçerken yemekhaneci usta er komutanım bana “4. Batarya’ya git yemekhanecide bir plak var, onu al getir” dedi. Ben de gittim 45 lik bir Orhan Gencebay plağını getirdim. O günler askerliğimin 10. Günüyse, yaklaşık olarak, acemi birliğinde 55 gün kaldım ve geriye kalan o 45 günde sabah, öğlen ve akşam yemeklerinde “Nerde Boynu Bükük Bir Garip Görsen Hor Görme Kim bilir Ne Derdi Vardır” Türküsünü defalarca, ama defalarca dinledik. Bilsem kırardım getirirken, dayağı da yerdim, bu arabesk işkenceyi çekmekten iyiydi. Sözleri de dayanılır gibi değildi. Çoğu aklımda olduğu halde yine de internetten buldum, işte aşağıda.
Nerde boynu bükük bir garip görsen
Hor görme kim bilir ne derdi vardır
O garip halinde ne sırlar gizli
Onu bu hallere bir koyan vardır
Belki benim gibi bir sevdiği vardır

Madem yaşamaya geldik dünyaya
Benim de her şeyde bir hakkım vardır
Sevmiyorsan hor görme bari
Benim de senin gibi bir allahım vardır
Benim de senin gibi bir allahım vardır

Nice ümit dolu hayat tolunda
Yolunu kaybetmiş garip ne yapsın
Her şey haktan ama zulmetmek kuldan
Gönül bir zalimi sevdi ne yapsın
Gönül bir hayini sevdi ne yapsın

Yıllar geçse de, o türküyü dinlediğim zaman (çoğunlukla dolmuşlarda) hep askerliğimi derinden anımsadım. Yıllardır artık o türkü çalmıyor hiçbir yerde, ya da ben rastlamıyorum.
Acemilik, ustalık derken 18 ay sonra askerlik dönüşü, önce bir İstanbul seyahati yapmıştım. Az olan, yeni edindiğim dostları ziyaret etmiştim. Yüksel ablam Moran Lisesinde öğretmenliğe başlamış, Funda nişanlanmış, yakında evleniyordu, Ateş tıp öğrencisi bir sevgili bulmuştu. Demirci Kemal abi işsizdi, Yunus yine fabrikadaydı, Beyhan ve Zafer ordudan atılmışlardı; Beyhan Marmaris’te deniz kenarında ev yapıyordu, Umran yine Wat Motor’da ömür tüketiyordu, teyzeoğulları Ömer ve Memet Ankara’ya dönmüşlerdi. Elazığ öğrenci yurdundaki hemşerilerim okulu bitirmiş sağa sola dağılmışlardı. Birkaç gün sonra aileyi ziyarete Ağın’a gitmiş, babamın ısrarıyla 8 ay kalmıştım. O sürede Gürhan’la “foto ortak” stüdyosunu açmıştık, alüminyum tencereden spot ışığı, elden iyice düşme bir agrandizörle beraber, masa sandalyeyi de kendimiz yapmıştık. Arkasından Ankara ve yine İstanbul’da yaşamı yakalamaya, tırmalamaya gelmiştim.
Yıllar geçti, birçok şey gibi, askerlik anıları da unutuldu, belleğimizin gerilerinde kaldı.
Sevgili komşum Hande ile güzel bir havada Kaya’nın bizi ekmesiyle, o 4-5 aydır hiç pisiklete binmediği halde beni yalnız bırakmadı ve ikimiz daha öncede defalarca yaptığımız gibi 17 km pedal basıp Selimpaşa’ya gittik. Her zamanki gibi Çarli’nin kahvesinde daha maden sularımızı söylemeden saçının sakalının arkasından Yaşar göründü. Her zaman Selimpaşa’ya gittiğimde arardım onu, biraz oturup arayacaktım ama yine sitem etti. Yaşar’ın evi Selimpaşa limanının hemen üstünde denizden güneşin doğuşunu da batışını da izleyen, balıkçıların ve teknelerin tüm davranışlarını inceleyebilen bir konumda. Yaşar’ın “tarlam” dediği 10 metrekarelik ev önü açıklığında çalışıyormuş biz gittiğimizde, kahve için gelmiş. Her gittiğimde, yüzlerce olan plaklarını Dual plakta bize dinletirdi yeni dostum.   Biz terli terli maden sularımızı o kahvesini içerken, söz açıldı benim Dual pikap maceramdan, yazıyı o da okumuştu.
Birkaç plağı üst üste koyup çalabilmek için diskin ortasına takılan 10 cm boyunda 0.5 cm kalınlığında adı “çoklu mil” olan bir parça var. Bende yoktu. İnternetten sipariş vermiştim, bir gün önce gelmiş ama bozuk (?) çıkmıştı. Çoklu mil’i aldığım internet satıcısı zzzafer’e (Zafer İpek) bozuk çıktığını tekrar kargo ücreti ödemek istemediğimi yazdım. Bana hemen, yenisinin kargosunu kendisinin ödeyeceğini eski gönderdiğinden hiç bahsetmeden yazdı ve hemen de gönderdi. Doğrusu böyle satıcıya epeydir rastlamamıştım, beni şaşırtmıştı.
Ertesi gün geldi, kargocuyu beklettim, pikaba taktım, o da çalışmıyordu, arıza benden olabilirdi! Teslim aldım. Tekrar söktüm pikabı, bir iki saatlik ince ayar ardından plaklar peş peşe çalıp düşüyordu. Çoklu milin ikisi de saat gibi çalışıyordu. İlk gelende, tırnağın biri biraz zorlanıyordu, onu yağlamıştım. Durumu Zafer’e hemen yazdım, ama sorunun benim pikaptan kaynaklanıyor olabileceğine kesin inandığım halde bunu yazmaya, doğrusu cesaret edemedim. Olabilme ihtimalini yağladığım için artık çalışıyor belki de olabilir bahanesini yazarak adresini istedim. Kargo ücretini de ödeyerek iade ettim. Bu yazıyı O’na da gönderirsem iyice rahatlayacağım.
Yaşar da da o çoklu milden vardı ama kullanmıyordu, kullanmayı da bilmiyordu. Benim eşten dosttan ve piyasadan derlemeye çalıştığım plaklara Yaşar da katkı yapıyordu. Bu arada çok ilginç bir gözlemimi de buraya yazmak istiyorum. Eski plakları evlerinde çalan Peyami, Yaşar gibi dostlarım plaklarını seçip, ‘bunu seversin’ diye bana verirken, yıllardır kullanmadıkları için atmayı düşündükleri pikap ve plaklarına talip olunca önce sevinen dostlarım, sonra ilginç şekilde vazgeçtiler. Doğrusu bunun nedenini anlayabilmiş değilim. Buna sadece Cevat uymadı, kullanmadığı çoğu klasik plakları seçerek birçoğunu bana verdi.
Şimdi yine gelelim Selimpaşa’da Çarli’nin kahvesindeki üçlü muhabbete.
Yaşar çoklu milin 45 lik plaklarda kullanılıp kullanılamadığını sordu, tabiî ki kullanılırdı, ama ben Onda 45 lik plak olduğunu bilmiyordum. “Oooo” dedi. Her zamanki iyi şeyleri aşırı abartması, kötülükleri görmezden gelmesi özelliğiyle “1000 tane 45 lik plak var, belki de fazla” dedi. Ben bundan 100 civarında plak var anladım. Neler olduğunu da sayarken saydı saydı  Orhan Gencebay’da var deyince “Nerde Boynu Bükük Bir Garip Görsen”….” Olmaa mı? dedi var tabii, mutlaka vardır” dedi. Tabii hemen talip oldum.
Akşam Yaşar aradı plağı bulmuş, bana dinletiyordu.
İnan bana hiç de kötü bir müzik olarak gelmedi şimdi. Bir zamanlar işkence diye algılıyordum, şimdi sadece kısaca dinlemek hoşuma gitti. Bunun bende olan bir değişiklikten değil, benim o günlerdeki direncime olan güvenden geldiğini sanıyorum; bir anı olarak da o günleri hatırlıyorum anlaşılan.
Evvelden “pehlivan tefrikası1” diye bir yazı biçim vardı. Şimdiki dizi filmlerin o zamanki gazetelerdeki benzerleri, karşılıkları. Biri birine çok benzer ve hep devam eder, bırakamazsın da. Böyle yazıların tümüne “pehlivan tefrikasına döndü” derlerdi. Eğer sen böyle yazdığım Dual tefrikamdan hoşlanır bunu da belli edersen bu da “Dual pehlivan tefrikasına” dönecek. Çünkü Pikabımın amfisini güçlendirmek için araştırma çalışmalarına başladım. Yine Ahmet’ten başlayarak yardım istemeye başlayabilirim, hazırlıklı olmanı tavsiye ederim.
İşte böyle, bu yazıyı yazarken pikapta çokluvalar mile koyduğum sırasıyla Teodorakis, Joan Baez, Rodrigo, Tchaiskovsky ve Ruhi Su’nun Çocuklar plakları çalıyor. Beşli bitince takım olarak çeviriyorum, arka yüzleri çalıyor.
Soruyorum şimdi;  mutluluğun adı ne?