Çekiç
Geçen gün sokak komşum Dinçer
abilere Haydar abiyle kahve içmeye gittiğimizde, laf lafı açtı. Derken, o anda
konuşulan şeyler benim neredeyse 50 yıl önceki bir anımı çağrıştırınca aklıma
geldi anlattım. Şimdi de burada anlatacağım. Hep Dual filan diye yazacak
değilim ya. Bu da çekiç üzerine. İnsan belleği işte böyle bir şey, bugünü bir
anda elli yıl geriye bağlayabiliyor, çekip çıkarıyor belleğin derinliklerinden.
Bir büyük markette özel renk boya
siparişi verdim, boya yapılırken de alet edavat bölümünü gezdim. O kadar
mükemmel görünümlü, çok iyi tasarlanmış aletler var ki. Almamak için insanın
kendini frenlemesi, kontrol etmesi gerekiyor. Stanley’in bir tornavida takımı
gerçekten her özelliğiyle mükemmeldi; tabii sağlamlığını bilmiyorum. Ama çok
eski ve kaliteli ürünleri olan, bilinen bir marka olduğu için malzemenin de iyi
seçildiğini düşündüm. Evirdim çevirdim, fiyatı çok uygun, benzerlerinin çok
altında. Benzerlerini gezdim, en uygunu gerçekten oydu her yönüyle. Bir de
yüzlerce paketini dizmişler yan yana, üst üste.
Sonra takım elimdeyken düşündüm.
Evde 25 yıldır kullandığım bir tornavida takımı var ve ayda yılda bir
kullandığımda da işime çok yarıyor. Eh biraz eskidi, elimdeki kadar, mükemmel
tasarlanmış olmasa da işimi eksiksiz gördü bugüne kadar. Yılda 3-5 kere
kullanacağım bir alet için daha iyi tasarlanmış, üretilmiş ve mağazadaki sunumu
iyi yapılmış ve en önemlisi de uygun fiyatlı bir ürünü niye alayım? Hadi aldım,
emektarı ne yapacağım. Bunu alınca bir iki yıl sonra, belki de bir iki ay sonra
daha mükemmelini yapmayacakları, beni yine ayartmayacakları ne malum? Esas olan
da aletin benim ihtiyacımı görmesi değil mi?
Ve almadım. Gülümseyerek,
mutlulukla boya reyonuna gittim, boyamı alıp evin yolunu tuttum.
Tüketim politikaları toplumu
öylesine yönlendiriyor, baskı altına alıyor ki, eskiler hızla atılıyor,
değerlendirilsin değerlendirilmesin yeni ve her yönüyle çok cazip görünen bir
şey alınıp evlere götürülüyor beklemek üzere. Böylece çöp bidonlarının üstü ve
yanları da bu tür alet, giysi mobilya vs ile doluyor. Yeniler alınırken
kullanım, işlevsellik değeri hiç hesaba katılmıyor, katılamıyor. Alınıyor ve
atılıyor. Sanırım,toplumu sarmalayan “var olmak için tüketmelisin” politikası
yaptırıyor bunu .
Bu harcama alışkanlığı, sadece
insan yapımı şeylere uygulanmıyor; insani ilişkilere de yansıyor. Eşyaları
kontrolsüz tüketmek, insan ilişkilerinde de tüketmeyi birlikte getiriyor.
Babam yaşamını saatçilik, tüfek,
tabanca tamir ve yapımı ile kazandı. O bizleri, 4 çocuğunu akıl, yetenek ve
bilek gücüyle yetiştirdi. Her gün akşama kadar alet kullanırdı. Ne kadar alet
dersen, yeteri kadar; ne bir fazla ne bir eksik ve çok özel bir alet değilse
yaşamı boyunca da değiştirmeden. Babamın o gün sahip olduğu el aletlerinin
tümünü rahatlıkla sayabilirim. Toplam alet sayısı bugün herhangi birimizin
evindeki alet sayısından eminim daha azdır. Babam “Saatçi Memet” ya da lakabıyla “Kadıyoran”
olarak bilinirdi. Elektriğin de olmadığı o küçücük kasabada, o sınırlı aletle
ürettikleri gerçekten dikkate değerdi Birkaç alet de anı olarak bende. Mesela
el mengenesi neredeyse elinin içinin biçimini almıştı. Benim çocukluğumdan beri
bu aleti kullandığını biliyorum. Bir de o el mengenesinin biraz daha büyüğü
vardı; daha iri şeyleri kıstırmak ve eliyle
eğelemek için kullanırdı. Bir üçüncü el mengenesi olmadı yaşamı boyunca; iki
masa mengenesi gibi, biri büyük biri küçük. İki Union marka elle çalışan masa
matkabı. Tüm aletleri de öyleydi. Bir küçük çekici vardı bir de onun biraz
büyüğü. İngiliz çekici denilen, bir tarafı yarım küre biçiminde, bir de büyük
dört köşe çekiç vardı sanırım 1,5-2 kilo kadardı, bir tarafı yassıydı ama keser
gibi keskin değildi, yarım santim civarında küt, uzun ve yassıydı. Zorlu
işlerde kullanırdı. Bir de babamın benim gençliğimde edindiği, dedemin yaptığı
demir saplı duvarcı çekici vardı, onu çok kullanmazdı. Yaşamı boyunca
kullandığı eğe ve benzeri alet ve araçları çok özenle kullanırdı. Eğenin ağız
kısmına el sürmezdi, yağlanırsa törpülemesi zayıflar diye. Saatçi takımları da
yine öyleydi. Eksik bir aleti veya artık ihtiyaçlarına yanıt vermekte
zorlanıyorsa onu atmadan yenisinin ama en kalitelisinin seçimini yapar,
İstanbul’dan sipariş verirdi, parasını göndererek. Neredeyse her kullanmanın
ardından da bakımını yapardı.
Babam ilçedeki çoğu insan gibi
herkesle iyi geçinen, sevilen biriydi. Sanatından dolayı da ayrıca aranır ve
takdir edilirdi. Bir de kendi yakın dostları vardı, onlara özel olarak değer
verirdi. Attığı hiçbir komşumuz yoktu, tıpkı aletleri gibi. Tüketmiyordu çünkü
değerlendiriyordu, paylaşıyordu.
Yukarıda sözünü ettiğim, babamın az
kullandığı demir saplı dördüncü çekici, gözyaşlarıyla nasıl edindiğini
anlatacağım.
1968 yılıydı. Orhan’la (Ercan),
dedemin zamanının büyük kısmını geçirdiği ve o zaman o bölgenin belki de en
bakımlı ve büyük bağını, bahçesini yaptığı, adına Fürembeyi dediğimiz, sanırım
200 dönümlük bir dağa gittik. Dağ diyorum, çünkü dedem zamanında bağ olan
burası, dedemden sonra bakımsızlıktan dağ olmuştu, davarların otlama yeriydi.
Babamın zaman zaman su çıkarma çabaları, bakım için çiftçiliği bilmeden
harcadığı çabaları, sonuç vermiyordu. O bakımlı bağ giderek dağ’a dönüşmüştü.
Dedemin çıkardığı sular bakımsızlıktan su yatakları ve toprak altındaki taştan
suyolları çökünce kurumuş ya da ip gibi akar olmuştu. O suların beslediği
bitkiler de tabii bundan nasibini almış, çoğu kurumuştu. Sadece dayanıklı meyve
ağaçları ve zamana direnen bazı üzüm asmaları çıkıyor ve çobanların otlak
olarak kullanmalarından dolayı kuruyup gidiyorlardı. Bugün bile bazı yerlerde
asma tevenkleri görmek mümkün.
Babam benim çocukluğumda su
çıkarmak için kolları sıvadı. Uzunca bir zaman her gün gitti geldi. Zaman zaman
beni de yardıma götürüyordu. Meyilli bir yerde bayırdan dolayı giderek
derinleşen bir kanal açmıştı. 15-20 metre sonra, kanalın sonunda derinlik 3-4 metreyi
bulunca, oradan ileriye doğru 60-70 cm yüksekliğinde 10-15 metre boyunda bir
tünel açmıştı. Sonra bu tünelin bitiş yerinden ve hizasından 10-15 metre
ilerden bir kuyu açıp, ilk açtığı tunelin drinik hizasına gelince, kanalın
başına doğru bir tünel açmaya girişmişti. Sona yaklaştığı zaman, tünelin
ucuyla, kanalın ucunun biri birini karşılaması için de beni götürüyordu. Ben
elimdeki taşı zaman zaman babamın kazdığı yönde kil duvara vuruyordum. O da
benim sesimi dinleyerek yönünü buluyordu. Yaptığı planlamaya göre, bir kanal 4
kuyu ve bunları iki taraflı bağlayan tünellerde çalışıyordu. Babam ilk kazdığı
kuyu ile kanalı birleştirdikten sonra, aynı kuyunun ters yönünde 4-5- metre,
öndeki tünelin hizasına kadar kazıyor, ilk tünelle birleştiriyor, altını taşlarla
üstü kapalı ark yapıp ilerideki yeni kuyu açmaya gidiyordu. İşte ben de bu
tünellerin biri birini karşılaması için çocuk halimle işe yaramanın
mutluluğuyla babamın çağırmasını dört gözle bekliyordum. Suyu bulmuş ve kanalın
ucundan akıyordu. Babamdan sonra o su da dedemin emeğinin akıbetine uğramıştı.
Son gittiğimde bu su da iplik gibi akıyordu.
Bu ve buna benzer anılar, babamın
anlatımları, benim için Fürembeyi’ni anlamlı bir yer yapmıştı. Şimdi bile
Ağın’a her gidişimde ilk uğradığım yer, 1 saatlik mesafedeki burası olur.
Orhan’la 1968 yılında av için
değildi sanırım, mişmiş, kayısı ve varsa meyve toplamaya Fürembeyi’ne gittik.
Dedemden kalan birkaç ağaç vardı ve bir kısmının da meyvesi çok güzeldi. Aşağı
Fürembeyi’nin alt yukarı ucundaki mişmişin başına çıktık Orhan’la. Yağmur
sularının oluşturduğu seller toprağı sürüklemiş, zaten beyaz olan toprak taşlı
bir beyazlığa bürünmüştü. Ağacın başındayken (ki oldukça büyük bir ağaçtı),
aşağıda sel yatağının oyduğu beyaz ve çakıllı toprakta bir demir boru parçası
ilişti gözüme. Orhan’a seslendim, o da” boru gibi bir şey” dedi. Aşağıya indim.
Bir taşla borunun etrafını kazdım. Ortaya sapı demirden, el yapısı bir duvarcı
çekici çıktı. Topladığımız meyvelerle eve geldim. Yukarıdaki büyük odada babam
her zaman oturduğu yerde oturuyordu. Elimdeki meyveleri orada bir yere
bırakırken babama Fürembeyi’nde bir çekiç bulduğumu söylediğimde babamın
duygulu gözlerle elimdeki çekice baktığını fark ettim. Gözlerinde de yaş
damlaları belirmişti. Babamın gülerken gözlerinden yaş geldiğini çok görmüştüm,
zaten içtenlikle gülerdi. Ama bu yaşlar başkaydı. Babamın sessiz tepkisine
şaşırmış olarak çekici oraya bir yere bırakıp odadan sessizce çıktığımı bugünkü
gibi anımsıyorum.
Gözyaşlarının yanıtını ancak ertesi
günü öğrenebildim.
1900’lerin başı, yaklaşık bugünden
100 yıl önce. Dedem sabah güneş doğmadan Fürembeyi’ne gidiyor, akşama kadar
çalışıyor, ailece çalışıyorlar akşam da geç vakit eve dönüyorlarmış. Bir
yerlere duvar örmek için kendisinin yaptığı çekici de götürdüğü bir gün işi
uzayınca eve getirmemiş bir yerlere saklamış. Yaşı da doksanına merdiven
dayamış olmalı, ertesi gün çekici bulamamış. O gün ve takip eden birkaç gün
daha çocuk olan babam dahil evdeki herkesi götürmüş, her tarafta çekici
aramışlar, dedem bulamayınca çok öfkelenmiş çok üzülmüş ama ne çare,
bulamamışlar. Anlaşılan hem kendi yaptığı için, (o zamanlar belki de Ağın’da
başka çekiç yoktu), hem de işine yaradığı için çok kıymetliydi. Günlerce arayıp
bulamadıkları çekici, arada geçen yaklaşık 50 yıl sonra, ben elime alıp
çıkagelmiştim. Babam daha odaya girer girmez elimdeki çekici görünce hemen
tanımış. Daha sonra babam, nerede bulduğumu tahmin etti. Dedem de doğru
anımsıyormuş ama anlaşılan toprağa, belki de bir duvara gömdüğü için
bulamamışlar.
O çekiç babamın atölyesinde hep
durdu. Yaklaşık 10 sene önce atölyeden arta kalanları karıştırmıştım ama elime
gelmedi. Zaten o zaman aklımda da yoktu. Ta ki geçen gün konuyu anlatana kadar.
Bu anı da böyle tazelenince ilk gidişimde o çekici bulmak da zorunlu hale geldi.
Anılar belleklerimizde taptaze
duruyor da çekiç evde duruyorsa tabi.
Osman S. Kapusuz