Çarşak İnişli Kaçkar Notları
Sevgili yeğenim Ece “çift teker tek
çekerle Kazdağlarına” gezi notlarımı beğenip, Kaçkar gezimin de notlarını
yazmamı kendine has ince zorlayıcı üslubuyla isteyip, üstüne, rehberimiz de
İKTOS için notlarımızı göndermemizi isteyince yazmaktan başka çarem kalmadı.
Bu etkinliklere gitmeye karar
vermek çok kolay ve tabii sevindirici, keyifli. Çocuk gibi heyecanlanıyorsun,
kalem, defter, çanta, silgimi unuttum mu? Çantamın yırtığını nasıl
göstermeyeceğim, ödevim kırışmasın gibi, alıyor bir heyecan. Ben yola çıkacağım
son geceleri genellikle çok az uyuyarak geçiriyorum heyecandan. Bu güzel
tarafı, ama bir de sevimsiz tarafı var. Eşe dosta (zorunlu olarak) anlatmak.
Onları alıyor bir düşünce, zaten çoğunun bacağı şimdiden ters V olmaya başladı
içe kıvrık biçimde, ayaklarına bakmak için bir yere dayanıp epeyce öne
sarkmaları gerekiyor, tuvalete gitmek için bile düşünüp kaşındıklarına şahidim
bir kısmının. Misafirliğe giderken terliğini, pijamasını, hatta yastığını
beraberinde götürüp, daha önce yatmamışlarsa, telefonda yatağın sertlik
derecesini filan sormayı da ihmal etmeden üstelik. Eh insanın böyle dostları
olunca, onlara bir hafta 10 gün hiç tanımadığın biriyle bir metreye iki
metrelik bir çadırda, düzgün toprak bulursan şanslısın çoğunlukla buzda veya
taş üstünde, ayakkabını yastık yaparak, aynı kaptan su içip, çay içip
çalkalayıp çorba içtiğini, sırtında 20 kiloluk yükle günde 10-12 saat yokuş
teptiğini, bundan büyük haz aldığını gel de anlat. Zaten risk kısmını açmak
haşa olanaklı değil, zaten gittiğimiz yerler en kötüsü kesme taş, bazen de
tartan pist oluyor diyorum biraz gırgır.
Nedense bu
dostlara Kaçkar diyince fazla yadırgamadılar. Sonra anladım. Biri, biz de
gitmiştik dedi ve ekledi Ayder’de kaplıcaya girin çok keyifli oluyor. Bir de
Uludağ’a giderken böyle olmuştu. Uludağ’a gidiyorum dedim, herkes kayağımı alıp
almayacağımı sordu. Hâlbuki biz kış günü Volframdan tırmanıp trans yapacaktık.
Bisikletle giderken de ilk başlarda İzmir’e gidiyorum deyip ardından bisikletle
deyince, bagajda bisiklet anlıyorlardı, ama artık yemiyorlar, gideceğim
güzergâhın nasıl güzel dümdüz, çiçeklerle kaplı, adım başı güzel köylerle dolu
diye anlatıyorum.
Gelelim yine
dağımıza yolumuza; Önce İKDOS’un gezi için Kadıköy’de eski iskelenin üstündeki
mekâna gittiğimde o ekipte rehberimiz Kuvvet’den başka tanıdığım olmadığından
ve O da henüz gelmediğinden, 2 li 3 lü oturan 20-30 kişiye bakarak doğrudan tam
isabet 3 kişiye yaklaşarak siz İKDOS tan mısınız? Dedim. Böylece de onlarla
tanışıklığımız başlamış oldu.
O toplantıda 14 kişi olduk. Doğrusu
bazılarını bu gezi konusunda zorlanacaklarını düşündüğümü söylemeliyim. Rehberimiz
çadır eşleşmesini yaptı, neler gerektiği iletdi, 17 ağustos ta Erzurum’dan saat
13.00 te hareket edeceğimiz notuyla ayrıldık.
Hemen, erken olursa ucuz olur
diyerek bilgisayar başına geçip bilet işini hallettim. Erzurum’a gidiş
rezervasyonunda klasik devlet kurumu sıkıntıları yaşasam da 23 ağustos Trabzon
dönüş rezervasyonu şaşırtıcı şekilde kolay oldu.
Her gezinin malzemesi de farklı oluyor,
bazıları eskidiği için yenilemek gerekiyor. Karaköy’de Kutup Ayısı’na giderek
panço sordum. Sportif görünümlü görevli hemen Kaçkar’a mı gidiyorsunuz demesi
beni önce şaşırtsa da düşününce hiç de şaşırtıcı olmadığını anladım. Eksiklerin
yanında satıcının ısrarına uyarak bir de -10 derece küçük boyutlu bir de uyku
tulumu aldım.
Ev İstanbul’un bir ucunda,
havaalanı öbür ucunda olunca sabah 07.00 de kalkan uçağa yetişebilmek için ve
bu arada yapmam gereken dost ziyaretini de birleştirerek Acıbademe, Gürhanlara
gittim. Güzel rastlantı Gökçe ve Mehmet’in yaş günüymüş. Geç vakit yatıp sabah
04.00 de kaktım, Gürhan’ın fedakârlığıyla rahat bir şekilde Sabiha Gökçene
geldim. Kaydımı yaptırdıktan hemen sonra İzmit’ten katılan iki Doktor Nilay ve
Bülent de geldiler, bir de Erzurum’da görev yapan bir doktor arkadaşlarına
rastladık (saatlerce muhabbete doyulamayacak), arkasından Jale geldi. Bir
bardak çayı 5 liraya içip uçağa bindik.
Erzurum havadan çok yakınmış,
havaalanı da Erzurum’a yakın olunca taksiyle rehberimizin kaldığı otele gittik
çabucak.
Benim çorba içme isteğime Bülent’te
katılınca ikimiz, en yakın cağ kebapçıya gittik sabah sabah, ben iki kâse
Bülent bir kâse çorba içti. Sonra birer çay getirdi garson, 1 lira bahşiş 10
lira verdik. Otele döndüğümüzde iki çay içtik beşerden on liraya, yanında da üç
çorba hediye ettiler dedik, Sabiha Gökçende birlikte çay içtiğimiz yol
arkadaşlarımıza.
Saat bire kadar eksiklerimizi
tamamlamak üzere kente dağıldık birer ikişer. Benim çocukluğumda, Elazığ’ın
Ağın ilçesinden bakınca, Erzurum anlatıla anlatıla bitirilemeyen büyük ve
etkili bir kentti, bir sanayi kentiydi. Oraya gidenler övünerek anlatırlardı.
Dolaşmaya başlayınca çocukken anlatılan bu anılarım, merakım canlandı, eski
işlikleri, dükkânları görünce. Kap bulamadığım için almadığım zeytinyağı için
Nilay’ın akıllıca önerisiyle pet şişeli soda alıp, millete zorla içirip
(ispirto ve zeytinyağı için) Erzurum’un en eski cağ kebapçısına gittik. Artık
Anadolu klasiği olan aile kısmına geçip kebaplarımızı yerken, garsona bir boş
soda şişesini verip bunun yarısına zeytinyağı veya ayçiçeği yağı doldurmasını
rica ettim eğer varsa. Hesabımızı ödedikten sonra yarım kiloluk bir şişede
marketten aldıkları sızma zeytinyağını getirip parasını da almayınca, bahşişi
artırıp, ispirto ve lavaş ekmek almak üzere çıktık.
Lavaş ekmek fırını (tandır) 4
kişinin çalıştığı, eski, yoksulluk kokan bir fırındı. 15 tane istedim (toplam 3
lira), sayıp paketlerken parasını ödediğimden bir tanesini almak istedim,
vermedi dizili olanlardan almamı sağladı bana ve bir arkadaşıma da. Tabi
bunlardan para da almadı.
İspirtoyu da alıp buluşma yerimiz
otele döndük.
Kadıköy’de belirlenen çadır
arkadaşımın uçağı gecikince Yusufeli tarifeli otobüs seferi yarım saat geç
kalktı, diğer yolcuların hoşgörüsüyle.
Yusufeli’nde eksiklerimizi
tamamlayıp, kahvede misafir muamelesiyle demli ve üzerleri çay tozlu
çaylarımızı içip, peşimize iki de Polonyalı genci takıp, Olgunlara hareket
ettik, tıklım tıklım doldurduğumuz minibüsle. Minibüsçümüzün kıyağıyla yolda
Barhal Gürcü Kilisesini de gezip, kapısı beton duvarla örüldüğü ve harap halde
olduğu için dışından gezip, dere boyunca şoförümüzün çılgınca sürüşüne ses
çıkaramadan Olgunlar’a vardık.
Gürül gürül akan derenin
kenarındaki pansiyonda akşam yemeğimiz olan kuru fasulyeyi (mecburiyetten)
yiyip, çadır arkadaşları düzeninde odalarımıza çekilerek yattık.
Çadır arkadaşım saat 04.10 a kadar horlayan bir
insanın çıkarması gereken neredeyse tüm sesleri gerekli yükseklikte çıkarıp
hakkını vererek, dördü on geçe sustu. Böylece uyandığını anladım. Uyumaya
çalıştıysam da uyuyamadım. Macera başlıyordu, 5 gece burun buruna küçücük
çadırda nasıl uyuyacaktım? Söylemenin de bir anlamı yoktu, elinden gelen bir
şey değil ki, sadece üzerdim, ona da gerek yoktu.
Saat altıda hazır olan sıcak çay doğrusu
beni şaşırttı. Çayı alıp dere kenarında yamaçlara bakarak tek başıma içtim.
Akşamdan kalan yol güzergâhlarını
katırcılarla da yeniden konuştuk. Dilberdüzü’ne taşıdıkları çantaları 2 gün
sonra tekrar alıp, Olgunlardan geçip Dübedüzü’ne götürmek üzere pazarlık
yapıldı. Rehberimizin, dönüşte Dilberdüzü’nden yan geçişle Dübedüzü’ne gitme
düşüncesine tehlikeli olur, özellikle yağışlı havada, ıslak zeminde geçilmemesi
gerektiğini söyleyerek karşı çıktılar.
İspirtom fazla geldiği için,
doldurduğum iki soda şişesini, orada bulunan 5 metrekarelik bakkal (?) köylüye
götürdüm. Bunları ister ihtiyacı olan birine ver, ister sat dedim. Çıkarken
bedelini vermek istedi hiçbir şekilde satamayacağı halde.
11 kişi yüklerini katıra yükledi.
Ben, rehberimiz ve Bülent çantalarımız sırtımızda, dere boyundan ilk durağımız
Dilberdüzü’ne doğru lay lay lom bir yürüyüşe geçtik.
Düzgün bir patikada, ehven bir
yokuşla ve derelerin sesiyle keyifli bir yürüyüşle Dilberdüzü’ne geldik.
Katırcı, güzel olduğu, dilbere benzediği için Dilberdüzü dendiğini tahmin
ettiğini söylese de o yöre halkının o kadar güzel yerin içinde buraya dilber
yakıştırması yapmasını sanmak doğru olmaz sanırım, mutlaka dilberin nasıl
olduğunu da biliyorlardır.
Burada ilk defa böyle bir işe
katılan, bir sürü de yeni spor malzemesi alan avukat arkadaşımız, pes edip
doğru bir kararla geri döndü. İlk sorduğum, bu arkadaşın çadır arkadaşı kim
olduğuydu. Bu da Bülent’miş. İçimden
inşallah gece sessizce uyuyordur diyerek, gözüme kestirdim.
Bu arada rehberimiz bana bıyık altı
gülümsemeyle gece nasıl geçti, uyudun mu? Dedi sırıtarak. Ben de bana kastın
neydi diyerek cevap verdim o da, biz ondan uzak kalmak için çadırlarımızı uzağa
kurarız dedi yine bıyık altı gülümsemeyle.
Burada da gördüğümüz köylüler yani
katırcılar Dübedüzü’ne yan geçişin tehlikeli olduğunu yinelediler.
Ekipteki bu gibi bir etkinliğe ilk
katılan arkadaşlar, Deniz gölü, zirve tekrar deniz gölü ve bulunduğumuz
Dilberdüzü’ne geleceğimiz için yanlarında getirdikleri ziyafet yiyeceklerini,
oradaki bir çadıra emanet bırakarak, bir çorba molasının ardından, artık katır
gitmesi olanaksız olduğundan hafiflemiş sırt çantalarını yüklenilip, Deniz
gölüne doğru ufak ufak çıkışa başladık.
Ekip hemen kendini belli etti.
Kuyruk uzadı, sonra gruplanmalar oldu ve ardından kopmalar. Kadıköy’deki
toplantıdaki değerlendirmemde haklıydım.
Bu çıkışın çoğunluğu kayalıktı,
tepelerden kopmuş gelmiş irili ufaklı taşlık yüzlerce metre boyunda onlarca
metre eninde uzanıyordu. Bu taşların metrelerce altından akan dere veya sular,
hiçbir izi yokken çok güzel su sesi çıkarıyorlardı. Bu sesi gezimiz boyunca
dinledik.
Doğrusu ya bana aşağıdan tarif
edilen yere kendimi hazırladığım için, oradan sonra yürüdüğümüzün iki katı
kadar daha yokuş ve kaya, kaya ve kaya, çok uzun geldi.
4 kişi önde göl çevresine
geldiğimizde başka ekiplerden birileri bizden önce gelmiş 3-4 çadır kurmuş ve
yerleşmişti. Biz de hemen kendimize daha önce düzeltilmiş çadır yerler
ayarlamaya çıktık. Ben ise rehberimize, Bülent’in yanına gitmem için çadır
arkadaşıma nasıl söyleyeceğimi, kırılır mı, çünkü o ana kadar hiç kimseye
bahsetmemiştim, danışınca, ben söylerim dedi, geride kalanlara bakmak üzere
döndüğünde.
Çadır arkadaşım epey sonra otel
alanına girdiğinde sattın beni gürlemesiyle selamladı beni espriyle. Bülent’e
(ve tabii bana) ayırdığım yere en uzak yeri de ona gösterdim. Hemen bitişiğinde
İsveçli (Viking) bir çiftin yanında kurdu çadırı. Viking de horlarmış, o zaman
kadıncağıza kolaylıklar dileyerek bu gece stereo sesiniz var dedim, tabii
Türkçe olarak ve tercüme edilince kadıncağız pek mutlu oldu. Sabah
kalktığımızda Vikinglerden eser yoktu, tüymüşlerdi.
Bizim çadır yerimiz gölün hemen
yanındaydı. İlk dikkatimi çeken tombul dediğimiz serçeler oldu. Bizden
sakınmıyor, 1-2 metre
mesafemizde otlanıyordu, herhangi bir hayvanın yanında olduğu gibi. Anlaşılan
ataları ve kendisi henüz insanın darbesini yememiş, acısını çekmemişti. Bu
durum kaldığımız iki gün devam etti.
Çadırları kurup bulduğumuz göl
kenarındaki doğal taş düzlükte, ekibin tümüyle elimize sıcak çorbaları aldıktan
sonra, güneşin de batmasıyla, o muhteşem, anlatılması zor duygular yaşatan
krater gölünün yüzü ortaya çıktı. Uzun süre tek tek, hiçte sevimli olmayan, dik
kaya yükselen kıyılar, lök oturmuş, kenarları keskin neredeyse yapma göl,
gökyüzündeki, yakın bulutlar ve tüm bu olumsuzlukların birlikteliğinden oluşan
muhteşem etki. İçimden kızımla buraya gelip en az bir hafta kalacağım dedim.
Dokuz olmadan yattık. Telefonlar
çekmiyordu. Uyumuşuz, telefon sesiyle Bülent’le beraber fırladık, benim
telefonumdu. Adnan’la İnci merak etmişler, 20.15 arıyorlar, insan bu saatte
arar mı? Tabii hemen de kapatıp uykuya devam ettik, yarın zirve tırmanışı
vardı, İdris’e armağan edeceğimiz.
Sabah peynir, zeytin, çay, zirve
çantalarımızı sırtlanıp, bir arkadaşımızı da nöbetçi bırakarak ufaktan ufaktan
tırmanmaya başladık.
Yaklaşık yarım saat sonra, bir
babanın üstünde üzerine uçmasın diye taş koyulmuş bir şapkanın üzerine şu not
düşülmüştü. “Kaybolmuştum bulundum” Ben tabii İngilizce olan bu lafın sadece
dizi karşıtı olmama rağmen “lost” unu anladım sadece.
Kırk beş dakika sonra ‘otel’
alanımız olan gölümüze tepeden bakan, yayınlarda da çoğunlukla buradan çekilen
fotoğraflar kullanılan sırta geldik. Yine mutat olduğu üzere fotoğraflar
fotoğraflar yine fotoğraflar çekildi, iyice artiz olaraktan.
Hiç de küçümsenmeyecek diklikte ve
kaygan, neyse ki kısa, kısmen toprak
inişe geçtik teker teker. Sonra biraz düzlük tekrar tırmanma, babaları takip
ederek. Bu arada rehberimizin tanıdığı ekibi de sollayıp devam ettik.
Bir İngiliz’in yakın zamanda düşüp,
artık bu dünyanın oksijenini ve gıdasını tüketmediği için bizim kulüp
başkanımız Ahmet Bey’in hep korktuğu 2 metrelik kaya yan geçişi de tehlike
atlatmadan geçip, giderek daha çok dikleşen, giderek de çakıl yığınına dönen
çıkış rotamıza devam ettik. Bizden iki kişi geçtiğimiz arkadaki ekibe dahil
oldu, 7 kişi ortada bir ekip kurdular biz de hızlanarak, zaten kalabalık olan
3932 metrelik zirveye vardık, 4 saat sonra.
Kaçkar dağının en önemli özelliği,
görüntüsünün çok farklı ve bol su olması. Aladağlar görkemli olmasına rağmen
kaya yığını ve küt. Burası masallardaki korku dağları gibi sivri ve farklı
eğimlerde, renkte. Bu kendine has görüntü apayrı bir görkemlilik veriyor.
Zirveden, bir sürü göl yanında, bir de buzul kütlesi görünüyordu.
Bize Yusufeli’nde çay içerken
övünülerek söylenen 10 metrelik ince alüminyum borudan bayrak direği 5 parça
olarak yerde, 6 metrelik bayrak ise görünürlerde yoktu. Yerinde uyduruk bir
demir çubuğa takılmış 60-70 santimlik bayrak sallanıyordu, yabancıların ısrarla
fotoğraf çektirirken rüzgârda görünür biçimde açılmasını bekledikleri.
Ala dağlardan kızıma ala bir çakıl
getirmiştim. Kaç kardan da en zirveden, daha aşağıya doğru kaçmaya başlamamış
bir taş parçasını çantama atıp, termosumdan aldığım sıcak suyla yaptığım sıcak
çaya yumuldum, yere uzanarak (o arada fotoğrafım çekildiyse keyiftendi
bilinsin).
Tüm ekip geldikten sonra rehberimiz
zirve defterine isimlerimizi yazdı. Tekrar fotoğraf (lar) çektirip inişe
geçtik.
Ahmet Bey’in korktuğu yerden yine
tedirginlik yaşamamak için, aceleyle ön sırada geçip ekibin geçişini izlemeye
başladım.
Arkamızdan ta Yusufeli’nden beri
gelen, yürüyemeyecek, mantıklı davranamayacak kadar bitap düşmüş 19-20
yaşlarındaki Polonyalı çift, Bülent’in gayretiyle inişi tamamladı. Kamptan
ayrılırken de yanımıza gelip teşekkür ettiler, fotoğraf göndermek için
Bülent’in telefonunu aldılar.
Sabah gölümüzü tepeden gören yere
geldiğimizde yağıp yağmamakta kararsız kalan yağmur-buz tanesi, bizim de pançolarımızı,
yağmurluklarımızı giyip giymemekte kararsız kalmamıza neden oluyordu ufak ufak
da ıslanıyorduk. Sonunda artık karar verdi de biz de giydik koruyucularımızı,
ne kötü şey kararsız kalmak.
Çadırlarımıza gelene kadar ve biraz
daha yağdı yağmur, gönlünce bizi ıslatamazsa da. Yine de kıyıdaki düzlükte
çay-kahve içmemize fırsat verip, biz de bir araya gelerek, yarının planını
yaptık, keyifli muhabbetlerle, yine o muhteşem ortamda.
Rehberimiz Dilberdüzü’nden yan
geçişle Dübedüzü’ne geçmek istiyordu, ekipten ayrı olarak. Ben de köylülerin
dolduruşuyla, bir bildikleri vardır diyerek sıcak bakmıyordum.
Akşam göl kenarında komşularla çay
muhabbeti ardından çadırlarımıza girdik hemen. Saat sekizde yatar yatmaz
uyuyunca kısa zaman sonra uyandım yine. MP-3 çalarımdaki caz müziklerini
dinleyerek biraz kitap okuyup biraz da sudoku çözdüm. Müzik çalarım peş peşe
Lui Armstrong’un en keyif aldığım parçalarını çalıyordu peş peşe, uyumuşum,
tepe lambam da açık. Uyurken dağ bayır aşmak, hatta kıtaları, geçmek, yılları atlamak
çok kolay. Bir yolda sol taraftan gidiyorum, Armstrong’un sesini duyuyorum,
yolun altındaki evin düz olan damına bakıyorum. Elinde saksafonuyla hem çalıyor
hem söylüyor o bütün güzelliğiyle. Bir masada da en az O’nun kadar güzel bir
zenci bayan da oturuyor ve Lui’nin ona çalarken bir yandan da yemek servisi
yapmasını bekliyor, yerinden hoş hareketlerle müziğin ritmine uyup kıvranırken.
Lui çalıyor, söylüyor ve dans ederek kadınına hizmet ediyordu. Akıl almaz bir
gösteriydi. Peş peşe ne kadar şanslı olduğumu mırıldandım, nefesimi tutum
muhteşem gösteriyi seyrettim, dinledim. Mutluluktan heyecanlanmıştım. Gösteri
bittiğinde gözümü açtım Bülent de bir şeyler okuyordu. Konseri nasıl bulduğunu
sordum, tabii O’nu da güldürerek. Sonra anlattım gösteriyi o heyecan ve
mutlulukla. Hani sorarlar ya en sevdiğin yemek, film vs. diye, bir soran olursa
en hoşlandığım konser işte bu diyeceğim.
Sabah yoğun sis altında kalkıp,
çayımızı çorbamızı içip ve tabii çadırlarımız, malzemelerimizi toplayıp, bu
kerelik son defa, tombul kuşlara, dağa göle bakıp, inişe geçtik.
Sanki indiğimiz yer çıktığımız yer
değildi, birden Dilberdüzü’nü karşımızda bulduk. Tabii bu arada artizlik
deneyimlimiz de giderek artıyordu.
Emanete bırakılan yiyecek
malzemelerinden bakkal dükkânı açacaklar esprisi gerçek olmamış ve
arkadaşlarımız malzemelerini tam alıp çantalarına yüklediler, çantaları da
katırlara yüklediler tabii, ben yalnız kaldığım için, çıkıntılık yapmayayım
diye de zirve çantamı sırtıma aldım, esas çantayı katıra verdim. İyi ki vermişim.
Yan geçişe Yaşar, Cem de Kuvvet’e
eşlik edeceklerdi. Kuvvet’in benim gelmemi istediği açıktı ama ben köylülere
kanıp ayak direyince yılların deneyiyle anlaşılan -köylülere mi inanıyorsun? Dedi ardından yoksa bana mı demeden
gözümün içine bakarak.
Üç kişi soldan zirve çantaları
sırtlarında dereye doğru yöneldi biz de, katırların peşi sıra patikadan bayır
aşağı iyice lay lay lom yürümeye başladık. Dağcı ekiple aramız çaprazlama
açılıyordu giderek, birbirimizi görüyor ve küçülüyorlardı. Kendimi bulunduğum yere
yabancı hissettim, Yaşlarımız ve eforumuz biribirine yakın olan Kuvvet’i yalnız
bıraktığım hissine kapıldım. Bülent’e, gel yan ekibe katılalım, ben katılmak
istiyorum dedim, daha önce niyetli olduğu halde benim yüzümden caydığı için. O
hayır ben gelmeyeceğim deyince, gözüme kestirdiğim dolu pet şişesini istemek
için önlerde giden Jale’ye suyunu bana verir misin diye seslendim, şaşırdı
millet. Birkaç saniye sonra su şişesi çantamda hızla bayır aşağı yönelmiştim.
Ahmet Bey’in rehberimize telsizle benim geldiğimi haber vermesini yolda
duyuyorum, -Ahmet -Ahmet,
Yarım saat sonra yetiştim bizim
ekibe. Doğru bir karar vermiştim, keyifli bir yan geçiş oldu. Daha önce geçtiği
yerlerde hep önde giden rehberimiz çok geçilmeyen, yolu da çok bilinmeyen bu
güzergâhta, hep dörtlü kararlarla yol bulmamıza çalıştı doğru olarak.
Çoğunlukla yolumuzdan emin olmadan gittik, uzun uzun bakarak, konuşarak.
Sonunda Dübedüzü’nü tepeden gören dik yokuşun başına geldik. Bir şeyler
atıştırırken ben çok dik olduğu alt kısmın da ipsiz inilemeyecek kadar
dikleştiğini savunarak başka bir yer aramamız gerektiği ısrarım dinlenmedi ve
iyice bakmam ile risk olmadığına karar vermemle oradan inme doğru kararını
verdik.
Böylece de ilk defa çarşak inişini
yapmış oldum. Bayır 45 derece kadar dik ve zeminde cevizden büyük çakıl vardı.
O meyilde ve ağırlıklarıyla sabit duruyorlardı. Üzerine herhangi bir ağırlık
gelince ağırlıkla beraber aşağıya doğru kaymaya başlıyorlardı. Bu çakıl
akıntısında dik durarak, tabii zemine göre 45 derece durarak, adım atarak çoğu
kayarak 150-200 metre
kadar indik keyifle. Kendiliğinden hiç durmadan kayıyorsun, bu arada da sadece denge
sağlamak için adım atıyorsun. Çok keyifliydi gerçekten.
Sonra yine kamp kuracağımız yere
ehven bir inişle yolumuza devam ettik. Düzlüğe vardığımızdan bir süre sonra
katırlar da bizim geldiğimiz yönün tam ters istikametinden aşağıdan göründüler.
Esas kamp yeri aşağıda olduğu halde biz ıslık çalarak yukarıya getirttik
katırcıları.
Bizim geldiğimiz yönde muhteşem dağ
manzarası vardı. Artık bildiğimiz sivri kayalar, aralarından akan dere ve
akıntılar keskin yokuşlar arkada gökyüzüyle güzellikte yarışıyorlardı. Zaten bu
manzara önünde de ekip geldikten sonra artizlik poz verme görevimizi bol bol
yerine getirdik.
Zemin düz ve otlaktı, zaten ineklerin
ve davarın otlak yerindeydik. Bol bol da fındık faresi eşintileri vardı
zeminde. Kayaların da olduğu düzlüğe kaya diplerini hizalayarak çadırlarımızı
kurduk, birer çorba içtik, ekip aşağıdan göründü, biz vardıktan aşağı yukarı 2
saat sonra.
Yattığımız yer, üç tarafı dik dağ
ve buralardan da yer yer sular aktığı için bu su sesleri çoğalarak bize kadar
ulaşıyordu. Neredeyse tam gece yarısı fındık fareleri çadırlarımızı altından ve
yanlarından kuş sesleri çıkararak sabaha kadar dolaştılar. Gece yağmur başladı,
sabah çadırlarımızdan çıkamadık. 10 civarında yağmurun dinmesiyle toplanıp saat
on birde de yan tarafımızda (bizim inişimize göre sol tarafımız) olan lanetleme
geçidine doğru patika dahi olmayan yerden çıktık. İlk çıkış yerimizi doğru
seçmediğimiz için çok dik ve kayalık olduğundan arkadaşlarımızın bazıları daha
baştan aksamaya başladı, böylece dayanışma gerekliliği ortaya çıktı. Böylece
hep önlerde yürüyen ben ve Bülent diğerlerine destek olmak üzere rehberimizden
aldığımız görevi yerine getirerek toplam 5 kişi geride kaldık.
Bir buçuk saat sonra yüzyıllardır
kullanılan patikaya vardık, böylece rahatladık.
İçimizde bir tek Bülent buradan
daha önce geçmişti. 2 saat sonra eldivenlerimizi ve yağmurluğumuzu giymemizi
istedi, hava güneşli ve sis dahi yoktu, yadırgadık ama uyduk da. Yarım saat
sonra haklılığı ortaya çıktı, soğuk, bulut ve kıştan kalma kar bizi içine almak
üzere bekliyordu, biz de uyduk buna, zaten bunun için buradaydık. Soğuk ve
bulut içinde kalmamız 3-4 saat sürdü.
Bulut içinde tırmanışımız giderek
dikleşen, zaman zaman da kaybolan patikadan, babaları arayarak ve beşli olarak
buranın keyfini muhabbetlerimizi de katarak neşeyle devam ettik.
Her çıkışın bir inişi olduğu gibi
3.400 metrelik bu lanetleme (hakikaten) geçidi de sonunda inişe geçti biz de
buna uyduk tabii. Ne olursa olsun iniş çoğunlukla daha rahat, çıkışın tek güzel
tarafı eğer çıkmakta yorulacak kadar yükün ağırsa, nasıl olsa inişe geçeceğini
bilmek insanı rahatlatıyor. Bunun tam tersi bir duyguyu, 3 ay önce yaptığım uzun bisiklet yolculuğunda
(sizinle Git 104. sayıda paylaşmıştım) Bayramiç-Küçükkuyu arasında Kaz
dağlarında yaşamıştım. Bayramiç’ten pedal çevirerek hep tırmanmış, hep de Kaz
dağlarının tepesine yaklaştığımızı hissetmiştim. Sonra bir köyden sonra birden
uzun bir inişe geçtik ve tüm o çıkışlarımız heba olduğunu hissettim, çünkü yine
tepeye doğru yeniden iki teker tek çekerimizin pedallarına yüklenecektim, o
nedenle bu iniş hızlı olmasına rağmen pek sevimsizdi.
Kamp kuracağımız Karadeniz gölüne
yaklaşınca telsiz irtibatımız da yeniden kuruldu. Arkadaşlarımızın burnunun
dibine gidene kadar da onları görmeden seslerini duyduk.
Hep olduğu gibi acele çadırlarımızı
kurduk ve ardından sıcak çorbalar ve akşamın sürprizi çadır arkadaşımın
getirdiği enfes mantı idi. Yoğurdu birileri yemiş ama ne gam, içine acı biber
ve nane de katınca, değme keyfimize. Bir de sis kalkınca, çadırlar arası
ayaküstü çay ziyaretleri ve muhabbetler başladı ve sanırım saat 19.30 civarı
uyumuştuk.
Gece çok soğuk oldu. Eski uyku
tulumum son olarak -5 derece olmasına Uludağ’da tipide beni ayağım hariç
üşütmemişken yeni aldığım – 10 derecelik uyku tulumu 0 derece bile olmayan bu
havada beni uyutmayacak kadar üşüttü. Dönünce ilk işim, aldığım yere gidip, bu
ürünü satmamalarını, kazara güvenip Ağrı’ya çıkmış olsaydım, buraya başka türlü
gelebileceğimi hatırlatarak iade etmek olacaktı.
Sabah yine sisle uyandık, daha
çadırdan çıkmadan birer kahve keyfimize keyif kattı. Ardından bizim çadırın
önündeki düz kayayı masa olarak kullanıp Recep ve Cem’in de ocaklarını kullanarak
su kaynatıp tüm mahalleyi bağırarak kahvaltıya çağırdık. Sadece bardaklarınızı
alın dememize rağmen her gelen komşumuz bir kucak da kahvaltılık malzemesi de
getirince bizim masamız tepeleme kahvaltılıkla doldu. Bu kadar bonkörlüğün
nedeni dağda son sabahımızın olmasıydı tabii.
Evlerimizi sırtlayıp Çaymakçur’a
doğru inişe geçtik Karadeniz gölünden. Yine o artık yadırgamadığımız muhteşem
manzara ve sislerin içinden ve yerdeki çok çeşitli bitki ve çiçekler arasından.
Bu çiçek ve bitki çeşitliliği biz ilk arabaya binene kadar da terk etmedi.
İnişte hem sis (bulut) yüksekte
kalmıştı, hem de tarihi patika bayır aşağı akan sularla iyice belirgindi. Hava
da iyice açınca doğanın güzelliği iyice ortaya çıktı. Çok belirgin olan da her
yerden su akmasıydı.
Önümde yürüyen Recep’in ayağı
kaydı, yan yattı eli yere geldi, hafifi bir ses çıkardı parmağım diye, baktım
parmak yamulmuştu. Recep kavradı öbür eliyle parmağı ve bıraktığında parmak
düzelmişti, bu bir iki saniyede olmuştu. Doktor olduğu için Bülent geldi, muhtemelen
çıkmış ama yerine gelmiş dedi, sardı. Şişme ve sancı olmazsa sorun yok demesine
ve bir şey olmamasına rağmen Recep ertesi gün Rize’de film çektirmiş aradı, bir
şey yokmuş.
Bir süre sonra iki bin metrelerle
birlikte ağaçlar da görünmeye başladı. Çamların hemen üstünde yukarı
Çaymakçur’un birkaç tane olan yayla evleri göründü. 5 gündür ilk defa insan
yapısı bir yapı görüyorduk.
İlk yayla evindeki yaşlı teyze bizi
kendi şivesiyle ayran içmeye çağırdı, hepimiz gittik, ayranlarımızı içtik,
yaşlı Hatice teyze’ye zahmet olmasın diye bardaklarımız da yıkadık. Bu arada
teyzenin fotoğrafını çeken arkadaşımız da izin almadığı için fırçayı yedi
teyzemizden.
Çaymakçur’a indiğimizde, yolu
kenarındaki kamyonetin yanındaki Mehmet beyle tanıştık, iyice yorulan 3 arkadaşımızın
çantasını Çamlıhemşin’e kadar taşımasını rica ettik, yeri kısıtlı olmasına
rağmen kırmadı.
Dere boyundan yürüyüşe devam edip
ağaçların altında ve yolun kenarında bulunan yemişlerden yiyerek bizi, daha iyi
olan yola kavuşturan kavşaktaki barakada demlenmiş, bardakta sıcak çay içtik
birer ikişer. Daha çaylarımız bitmeden servis minibüsü geldi, bindik ve Ayder’e
kadar gittik. Eşyalarımızı minibüs garajına bırakıp, benim karşı çıkmama rağmen
hep beraber kaplıcaya gittik. Ama gitmekle de çok iyi etmişiz, sıcak su, sabun,
temiz çamaşırlar bizi kendimize getirdi. İdris’e gideceğimiz için en temiz
giysilerimizi giyip, bizi belediyede bekleyen AKP’nin kıskacındaki Çamlıhemşin
belediye başkanı İdris Lütfü Melek’e destek için ziyaretine gittik.
Yiğit duruşuyla bizi bekliyordu.
Bir saate yakın oturduk, O’na yapılmaya çalışılan partizanlık gerçekten ilkel
bir partizanlıktı, bilmiyorum ama çağdaş toplumlarda partizanlık olmamalı ama
olsa bile böyle ilkelce yapılmaz herhalde. Mesela Rize’nin Çamlıhemşin dışındaki
bütün belediyelerini AKP kazandı İdris bağımsızdan. Bu bölge sit alanı olduğu
için çöp dökülemiyor, Rize’nin diğer belediyeleri de çöpü kabul etmeyince,
zaten parasızlıktan o belediye çöp kamyonlarını 4 saat mesafedeki Hopa’ya
gönderiyor.
Tekrar görüşmek üzere kapı’da
vedalaştık, bizi bekleyen minibüse binerek, yeşillikler arasından, Pazar
öğretmen evine geldik, yine çadır arkadaşlığı düzeninde odalarımıza çekildik.
Akşam yemeği için yakındaki balıkçı
da mezgit yiyip, biraz da yürüyerek (öyle ya 3 saattir yürümemiştik), uçağımız
ertesi gün Trabzon’dan kalkacağı için odalarımıza çekilip yumuşak döşeklerin
üzerinde uyuduk.
Sabah bize özel hazırlanan
kahvaltıyı sahil otobanın güzelliğine (?) bakarak, gerçi daha ilerilerde de
deniz görünüyordu ya, yapıp, deniz otobanı üstgeçidi merdivenin dibinde ayrılan
arkadaşlarla vedalaşıp, hep yapıldığı gibi mutlaka görüşeceğiz
şartlandırmalarıyla ayrıldık. Bülent ve ben, 5 kişi akşam uçağıyla gideceğimiz
için sırt çantalarımızı havaalanına bırakıp Trabzon’da akşam saat 17.00 ye
kadar dolanıp, tıkınıp gezdik aynı yerlerde ve müzeye gittik. Akşam Bülent’le
benim uçağım 19.05 de kalktı. Uçakları 20.00 de kalkacak olan Mübeccel, Jale ve
Ahmet’e, bizden sonra orayı terk edecekleri için kahve ısmarlattık misafir
olarak (Bülent’le 15 gün sonra Beyoğlunda buluştuk. Bu ilk buluşmamızda, bana
uzattığı armağan CD nin üstünde “This is Louis” yazıyordu).
Böylece Erzurum’da bastığımız
Anadolu’dan, ayağımızı Trabzon’da kaldırmış olduk.
Osman Kapusuz