(14 gün; 1027 km. Tırmanış: 19 km)
Derebaşı Virajları, Karanlık Kanyon, Nemrut
Asıl konuyu, bu bisiklet turumu
anlatmaya geçmeden önce, pek çok arkadaşımın çoğunlukla çıktığım uzun bisiklet
turları, birkaç güne yayılan kamplı doğa yürüyüşleri (trekking) ve dağ
tırmanışları gibi sportif faaliyetlerimi hiçbir şekilde yaşımla bağdaştıramayıp
yadırgaması üzerinde durmak istiyorum. Bu nedenle notlar neredeyse iki bölümden
oluşacak.
1- YAŞAMDA AKTİF OLMAK
Festivalin ardından İstanbul’a otobüslerle dönecektik. Bu yüzden kamp yerinde iki saat kadar otobüs bekledik. Öğrencileri etrafımızı kuşatmış halde beklerken tekrar sordu: “Nasıl başarıyorsunuz?”
Öğretmen bu sorusuyla, onca yolu nasıl
olup da torunum yaşındaki öğrencileriyle birlikte (hatta bazılarından daha iyi)
tamamladığımı merak ediyor olamazdı çünkü “nasıl başardığımı” bizzat görmüştü. Öyleyse,
nezaketinden apaçık soramasa da asıl merak ettiği, ununu elemiş eleğimi asmış
olmam gereken bir yaşta, başkalarının alaycı bakışlarına, bıyık altından
gülüşlerine, hatta kimi zaman homurdanmalarına aldırmamayı “nasıl başardığım”
olmalıydı.
Geliş yolunda, bisiklet üzerinde
biraz anlatmıştım, ama dediğim gibi yeterli olmamış. Bu sefer hazır vaktimiz
varken, dilimin döndüğü kadarıyla bir kez daha anlatmaya çalıştım (Şimdi
okuyacaklarınız elbette o günden aklımda kalanlar ve yazarken hatırladıklarım):
Çoğu ülkede olduğu gibi bizde de insanlar
genel olarak para, saygınlık, güç ve makamla birlikte anılan bir “toplumsal
statü” için yaşar. Bu arada hem o hedeflere ulaşabilmek hem de elde ettiklerini
koruyabilmek adına, kurulu düzenin belirlediği (dolayısıyla hissettirmeden
dayattığı) bazı kalıplara uymak zorunda kalır.
Eğitim-öğretim, dolayısıyla da
okul, sisteme uygun insan yetiştirmede önemli bir kurumdur. Böylece, çocukluktan
başlayarak, hayatının her evresinde öğrenci, işçi, memur, patron, kamu ya da
özel sektörde yönetici, emekli; zengin, orta halli vb. herkesten, bulunduğu
sosyal statüye uygun davranması beklenir.
Bu kurallar çerçevesi içinde yetişen kişi, “iyi bir iş, iyi bir evlilik, iyi bir ev, iyi bir yazlık, daha iyi bir araba, iyi bir eş ve ardından çocuk” gibi beklentilerini gerçekleştirmeye çalışan bir hayat serüvenine kapılır gider. Diğer deyişle kişi, kendisi için birey olamadan, tamamıyla benzerlerinden oluşan bir sürüye katılır; yaşamı ve çevresi de bu doğrultuda değişir… Mesela gençken hareketli biri (kendisinden beklenilene de uygun bir şekilde), iş-güç sahibi olup çoluk çocuğa karıştığında daha bir “ağırbaşlı” olmaya başlar. Benim gibi yetmişine geldiğindeyse yapacağı, daha doğrusu yapmayacağı şeyler çok önceden bellidir.
Peki, bu neden böyledir?
Ayaküstü anlatmak zor, hatta başka bir zaman, tek başına konuşulacak kadar önemli bir konu bu. Ama yine de bir şeyler söylemeden geçemeyeceğim.
Az önce bahsettiğim toplumdaki bu kalıp ve şablonlar, insanın yeteneklerine, yetilerine ve doğasına uygun yaşamasını engeller. Oysa biliyoruz, diğer canlılarda bu tür kısıtlamalar yoktur; onlar doğallıklarını (kendiliklerini) oldukları gibi yaşarlar. İnsanın aklı, düşünme ve sorgulama yeteneği ve yetisi, bu olguyu daha elverişli şekilde sağlama olanağı yaratır. Her ne kadar hayat ona belirli bir doğrultuda yaşamayı dayatsa da insan, sahip olduğu özellikler sayesinde o dayatmaları pekala aşabilir. Yeter ki sahip olduğu özellikleri işlevsel kılabilsin; sosyo-kültürel "değer yargıları”nın değil "değer bilgileri"nin öngördüğü şekilde yaşamayı seçsin. Çünkü toplumların değer yargıları değişir; insanın kendi doğrusunu edindiği “değer bilgisi” ise değişmez.
Dün geçerli olan değer yargıları
bugün değersiz olabileceği gibi, bugün geçersiz olması gereken dünün değer
yargılarının sürdürülüyor olması da söz konusudur. Bunlar da insanın
"kendisi için kendi olma" imkânlarını ellerinden alabilir.
Toplumsal tarih araştırmacıları insanın
ilk çağlarında doğal bir yaşam sürdüğünü göstermiştir. Medeniyetle bundan
uzaklaşmış olsa da, bugün de birçok insanın bu doğallığı mutlulukla yaşadığı, doğal
yaşamın yaygınlaşması ve giderek egemen kılınabilmesi için mücadeleler verdiği
bir gerçektir.
Örneğin 1850'lerde yaşamış ABD’li
düşünür Henry David Thoreau, doğal yaşam konusunda önemli görüşler öne
sürmüş ve bunları kendi yaşamında uygulamıştır. Yine 1900'lerin başında Hintli
düşünür J. Krishnamurti de bu alanda dersler vermiş, kitaplar yazmıştır.
Dünyanın küresel bir köye döndüğü,
hepimizin hayatının tek tipleşmeye zorlandığı günümüzde, her şeye rağmen
alternatif bir yaşam da pekala mümkün ve bu tür yaşamı tercih edenler az da
değil. Brezilya'da, Portekiz'de ve birçok ülkede, atıl duran kamu arazilerinde
ihtiyaca göre üretip tüketerek doğal hayatı yaşayan büyük topluluklar oluştu.
Ve bu toplulukların sayıları da hızla artıyor.
Türkiye’de sınırlı da olsa, insanların
daha ziyade kent merkezlerinin dışındaki kırsal alanlarda, eşya kullanımını en
aza indirerek, teknolojinin sunduklarını reddetmeden, ama onun kölesi de
olmadan, hayatın dayatmalarından, öğrenilmiş değer yargılarından uzak, minimal ölçeklerde yaşamaya razı kişi
toplulukların örnekleri çoğalmaya başladı.
Burada amaç, insanın doğayı
kendisi için dönüştürüp tüketmesi değil, doğanın sıradan bir parçası olup diğer
canlılarla birlikte doğaya uyumlu yaşayarak kendisi olması, yeteneklerini
ortaya çıkarması ve bu hayatın doğallığı içinde mutlu olmasıdır.
İnsan “kendi” olamadığında sistemin
üretip dayattığı "mutluluk reçeteleri"nden çare arayan, doğasına aykırı "başka" bir hayatı
yaşayan mutsuz bir varlığa dönüşüyor. Toplum da öyle: Görünüşte mutlu fakat
esasen yaratılan kaotik, hızlandırılmış bir tempoda nefes nefese yaşayıp kendine
ve karşısındakine yabancı, empatiden (duygudaşlık) yoksun, sürekli birbiriyle
didişen, uzlaşmaz ve mutsuz insanlar topluluğu.
Bizi biz olmaktan alıkoyan köhne değer
yargılarının, davranışlarımızı kısıtlayan örf ve âdetlerin oluşturduğu
zincirlerimizden kurtulmayı, elimiz ayağımız tutuyorken, akli ve fiziki
melekelerimiz yerindeyken, gerçek doğal ihtiyaç ve isteklerimiz doğrultusunda
üreterek mutlu mesut yaşamayı seçmeliyiz.
Kendi çevremden örnek verirsem,
birkaçı dışında arkadaşlarımın neredeyse tamamı toplumsal değer yargılarının
dayattığı bu şablonlarla uygun yaşadılar; yaşamaya devam ediyorlar. Gençlik dönemimizdi
büyük çoğunluğumuz biraz daha birikim, farklı bir konum vb için koştururken, bugün, saygın “amca,” öğretilmiş, öğrenilmiş “dede”
rollerini devam ettirerek farkında olmadan gelecek “son” bekleniyor. Oysa
yetmişinde, sekseninde "belirlenmiş yapılamayacaklar kategorisi"ni
kırarak yapmak değil, bunun dışına çıkmayı dahi düşünemeden yaşamak, ya da
düşünüp de bunları yapmak istediği ama "nedense bir türlü" yapamadığı
şeyleri hiçbir zaman yapamadan yaşamak ne kadar gerçek yaşamak olabilir ki!
Bu anlattıklarım sadece fiziki
aktivite için geçerli değil tabii ki. Belki zihinsel aktivite daha önce gelir.
Sanatla, edebiyatla ilgilenmek, okumak ve belki yazmak da bu anlattıklarıma
dahil edilmelidir. Ama unutmamak lazım ki, kaslarını kaybeden belleğini de
kaybeder.
“Nasıl başarıyorsunuz?” sorunuzun
cevabı burada yatıyor. Ben, kısmen ailemden aldığım, kısmen de değer
yargılarından arınarak öğrendiğim için yaşamımın eksenine kendi doğallığımdan
gelen ihtiyaçlarımı yerleştirip hayatın tuzaklarına olabildiğince düşmeden yaşıyorum.
O sayede kaç gündür aramızda hiç yaş farkı yokmuşçasına birlikte sohbet ediyor,
pedal çeviriyor ve birlikte terliyoruz. Beni yadırgamadan aranıza aldığınızın farkındayım.
Ama ben de çevrenizden alışık olduğunuz gibi tonton, geleceği göremediği için
hep geçmişten bahseden ihtiyarlardan değilim. Bu da benim mutluluğum. Bir gün
elden ayaktan kesilirsem de istediklerimi olabildiğince yapabildiğim, kendimi
dayatmalardan uzak tutabildiğim için mutsuz olmayacağımı umuyorum.
O gün Tekirdağ’da bisiklet arkadaşlarıma ayaküstü anlattığım aşağı yukarı bunlardı. Arada ve sonrasında sorulan sorular ve giderek sıcaklaşan ilişkimiz, karşılıklı olarak birbirimizi anladığımızı gösteriyordu.
Bizim 68 kuşağı, bugünküyle kıyaslanamayacak kadar özgür olduğu halde, “daha iyi, daha yaşanılası bir dünya” uğruna hayatını ortaya koyan bir kuşaktı. Ama büyük bir farkla, 60’lı ve 70’lu yıllarda örgütlüydük; mücadelemizi sonuca götürebileceğimizin beklenti ve azmi içindeydik. 12 Eylül bunları tümüyle devirdi. Bugün Türkiye çok farklı bir yerde hem dünya eski dünyadan çok daha baskıcı ve karanlık, hem kuşağımızın mücadele örgütlülüğü ve ortamı yok. “Ben” değil “biz” vardık; paylaşan, omuz omuza veren bir kuşaktık. Çoğunlukla ilişkilerimiz sürse de artık sadece birey olarak kaldık. Birçoğumuz ailesinin, evinin yaşlısı oldu; torun bakıyor. Bir kısmımız yeni yazılarla eskiyi yazarak zaman geçiriyor.
Pek çoğumuz Facebook’ta, üstelik kendisine bile ait olmayan bir şeyleri paylaştığında “like” alıp/atma “sosyalliğini” öylesine ciddiye alıyor ki, beğeni beklediği kişilerden “like” almadığında içten içe küsüyor. Sosyal varlık rolünü gerçek hayatın içinde sürdürebilenlerimiz çok az.
Yenik kuşak olmak, yaşamdan kopmak anlamına gelmemeliydi.
Yaşamla, yanlışlarla mücadele hep var olmuştur, oluyor da. Bu dar, bireysel
çerçevede olsa da geçerlidir. Canlı olmak, diri olmak da bunu gerektirir zaten.
Ne diyordu Samuel Beckett: “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil.
Daha iyi yenil.”
Bazı insanlar hep üretmeye alışkın
veya yeteneklidir, kimi insan okuyarak yazarak, kimi insan tembeldir,
özellikleri, yapıları, alışkanlıkları böyledir.
Tabii bunlar çok da katı değildir, birçok özelliği de taşıyabilir. İleri
yaşlarda da bu özellikleri taşır muhtemelen. İleri yaşlarda da geçmiştekine
benzer yaşamaları yadırganmamalı.
Zihinsel dirilikten, özellikle
şablonları daha çok olduğu için kadınlardan, bunlara uymayan, kendini yaşayan
iki örnek vermek istiyorum. 1969'da İstanbul’a ilk geldiğimde komşum olan ve
ilişkimiz uzun aralarla kesilse de dostluk bağımız hep devam eden Yüksel
(Selek) Ablama, kızımla birlikte Bodrum’daki evine gittim geçen yıl. Yüksel Abla
85 yaşında ama bildiğimiz 85 yaşında bir ihtiyar değildi; canlı ve dikkatliydi.
Çok özlemişiz birbirimizi. Ziyaretimiz akşamın ileri saatlerine kadar sürdü. Benim
beş yıl önce Tekirdağ’da gençlere söylediğimi doğrular gibiydi bazı sözleri.
İkinci kitabını yazmış şimdi elden geçiriyormuş. “Yaşlanınca, artık elini ayağını her şeyden çek, köşene çekil
hastalıklarla boğuşurken ölümü bekle istiyor insanlar. Hayır, ben buna
uymayacağım; varım ve üretmeye devam edeceğim, benim de her şeyde söz hakkım
var ve olacak” sözleri gerçekten çok çarpıcı ve bir yaşam düsturuydu. Akşam
balkonda rakılarımızı yudumlayarak sohbetimizi taçlandırdık. Hayatımda ilk defa
o gün içkili olarak araç kullandım.
Yüksel Selek ile yaşıt fakat artık neredeyse
yürüyemeyen Nurten (Tuç) Ablam’la, isteği üzerine önce tiyatroya, bir başka gün
de haksız yere hapis yatan akademisyen Onur Hamzaoğlu’na destek toplantısına
gittiğimiz gibi, “Beni Sabancı Müzesi’nde
Ai Weiwei’nin sergisine götür” dediği zaman hiç yadırgamadım. Müzeyi o tekerlekli
sandalyede oturur, ben de sandalyeyi iterek dolaşır, gerçekten hoş, farklı
eserleri heyecanla izlerken, sanırım diğer ziyaretçilerin ilgisini Ai’den daha
çok toplamıştık. Bol bol fotoğrafımız çekilmişti çünkü.
Şimdi diyeceksiniz ki, “Bisiklet
turunu okumak için açtık yazını, sen bize ne anlatıyorsun?” Ama başta söyledim bunu. Ayrıca bisiklet
sürmek sadece pedal çevirmek değil ki. Hem sizler de merak etmiyor musunuz,
nasıl oluyor da benim yaşımda biri aynı zevki paylaşıp sizinle başa baş pedal
çevirebiliyor?
Şimdi gelelim tura. Bu sefer, daha önce yaptığım gibi turu neredeyse virajlara kadar anlatmayacağım; ilginç zorluk ve güzellikleri, turcunun işine yarayacak kısımları anlatmakla yetineceğim. Elimi tutamazsam da bağışlayın şimdiden.
2- BİSİKLET TURU
Hazırlık
Bisiklete başladığım ilk yıllarda
görmüştüm Derebaşı Virajları’nın fotoğrafını. O sırada 59 yaşındaydım. Dünyanın
en tehlikeli 10 yolundan biriymiş burası. Doğru yanlış, böyle söyleniyor.
Ruslar 1915'de oradaki köylülere gündeliklerini verip çalıştırarak yaptırmışlar.
Hep istemiştim bu keyifli virajları pedallayarak, hatta hiç inmeden tırmanmayı.
Sonra buraya çıkmışken de devamını getireyim, çocukluğumdan beri yanı başımda
olan Kemaliye (Eğin) Karanlık Kanyonu, bitişiğinde de yıllardır gitmediğim
memleketim Ağın’ı, orada hayatta kalan büyükleri ve sonra Nemrut Dağı’ndaki o
muhteşem eserleri, en son da İstanbul’dan memleketine göçen kadim dostlarım
Selim ve Aytaç (Beştek) göreyim, turu da tamamlayayım diyordum. Böylece tur
güzergâhım belli olmuştu. Trabzon, Of, Derebaşı Virajları, Karanlık Kanyon,
Ağın, Nemrut ve sonra Antakya. Yolculuğun adı “Trabzon-Antakya Turu”
oldu. Bin kilometre yol gidecek, 19 kilometre de yokuş tırmanacaktım. Bu,
Anadolu’nun en yokuşlu rotasıydı muhtemelen. Altmışlı yaşlarımı geride bırakalı
epey olduğu halde böyle bir tura cesaret edip etmemeyi o zaman düşünmemiştim;
kararım çok netti.
Turun bir güzel tarafı, belki de en
hoş tarafı, üç coğrafi bölgede (Karadeniz, İç Anadolu, Akdeniz) altı etnik
grupla iç içe olacaktım: Karadeniz Laz, Gürcü ve Rum; İç Anadolu Türk, Kürt;
Antakya Arap. Yol neredeyse tümüyle asfalttı ve 19 kilometre de yokuş
çıkacaktım.
İşin hayal kısmı tamamdı, o yolu
yalnız gitmek doğru olmazdı. Bunu arkadaşlarla da çok konuştuk, derken 17 Mayıs
2018 Perşembe günü İstanbul’dan ayrılmak üzere dört arkadaş Trabzon uçağına
bilet aldık. Kuvvet (Lordoğlu), Haşim (Akman), Ferdi (Kızıl) (nam-ı diğer
Ferdimen) ve ben. Ferdi gidilecek yolu bir harita uygulamasına işledi. Ardından
rotamız üzerinde yer alan “görülmesi gereken” yerleri de işaretledi. Şartlar
elverdiğinde o noktalara da pedal çevirip, sonra ana rotamıza dönecektik.
Hazırlıklar sürerken heyecan dorukta gün sayıyorduk.
Hareketimize iki gün kala Salı günü,
30 yıldır çekmekte olduğum bel fıtığı, evde ellerim boş merdivenden inerken harekete
geçti. Zor uzandım divana. Zar zor eczaneye gidip iki ilacı karıştırtıp iğne
yaptırdım; sabah ve akşam. Arkadaşlara da söyleyemedim başlangıçta. Çarşamba
sabah iğneleri yineledim, değişiklik olmadı, neredeyse kıpırdayamaz haldeydim. Çarşamba
akşamı biletleri bir hafta erteledik. O tarihte belimin epeyce düzelmiş
olacağını ve pedal çevirebileceğimi varsayıyorduk. Ancak bu sefer de Doğu
Karadeniz bölgesi, tarihinin en şiddetli yağışlarından birine yakalandı;
meteorolojinin tahminlerine göre yağışlar bir haftadan fazla sürecekti.
Bisiklet üzerinde yağmura yakalanmak
rastlanmayan bir durum değildir. Nihayetinde eve vardığınızda kuru giysiler
sizi beklemektedir. Ama uzun turda, hele günlerce yağmurda pedallamak, çekilir
dert değildir. Ne kadar yağmurluğunuz olsa da ıslanmak kaçınılmazdır. Hele bir de akşam çadır kurmak tam eziyettir.
Güzergâhımızın Karadeniz Bölgesi’nde sığınabileceğimiz otel filan da yoktu. Biletlerimizi
yaktık; arkadaşlarımla birlikte tur hayalimiz de başka bahara kaldı.
Eylül ayına kadar güzel turlar
yaptım. 2019 yılı da iyi başladı. Önceki yıl ertelediğimiz turu Temmuz’da gerçekleştirmek
üzere tekrar düğmeye bastım. Kuvvet ile Haşim, işleri yüzünden katılamayacaktı.
Ferdi uygundu. 3 Eylül 2019 Salı gününe Trabzon’a otobüs bileti aldık.
Çorlu’dan gelen Ferdi’yle Esenler Otogarı’nda buluştuk.
1.Gün. OF-ÇAYKARA
Yol 25 km. Çıkış 320 metre.
Trabzon-Of arası 35 km. Çok
sevimsiz, karaktersiz, dolgu bir asfalt yol; bisikletli için ise eziyet.
Otobüsümüz Rize’ye kadar gidiyormuş, otobüste karar verip Of’ta indik. Bir benzincide
bisiklet kıyafetlerimizi giyip, bir lokantada da karnımızı doyurarak hafif
yokuşta Çaykara’ya doğru pedallamaya başladık. 8-10 km sonra sağda, küçük bir
kahvede hayatımdaki en güzel çaylardan birini içtim. Yol keyifliydi, yeni
yapılan yerlerdeki tünel inşaatları biraz zorlasa da keyifle Çaykara’ya vardık.
Otobüs yolculuğu uzun, yorucu ve uykusuz geçmişti. Çaykara’da pansiyon da vardı
ama biz Öğretmen Evi’nde kalmaya karar verdik. Ev, ilçenin en tepe yerindeydi. Yerleşip,
bir şeyler yemek ve önümüzdeki iki gün için ihtiyacımız olan gıda tedarikine
çıktık. Solumuzda gürül gürül akan bir dere vardı; yolun karşısında da inşaatı
devam eden bir yol ile tünel. İnerken dere kenarındaki lokantaya yaklaştık,
derenin karşı tarafında genç biri başında baret elinde bir megafon yüksek
sesten siren çalıyordu. Etrafında dönüyor, dört tarafa doğru kesik kesik
çalıyordu. Biraz ara verip tekrar çalıyordu. Doğal olarak mutlu bir vatandaş
dedik. Zaten her mahalleye bir deli (!) lazım değil miydi?
Tam yemeğin ortasında büyük bir
gürültüyle yer sarsılmaya başladı, biz fırladık, herkes sakindi. Meğer
karşıdaki yol inşaatında çok sık dinamit patlatıyorlarmış, o çalınan siren de
bu patlamayı duyurmak için ikazmış. Gülümsedik ikimiz de. Siren çalan “mutlu
adam” anlaşılan mutsuz işçiymiş. Nevalemizi alıp otelimize döndük.
2. Gün. ÇAYKARA-BAYBURT
Yol 85 km. Çıkış 3.330 m.
Sabahın ilk saatlerinde kahvaltımızı
Öğretmen Evi’nde yapıp yola koyulduk. Güzel bir hava, sağımızda gürleyen dere,
iki yaka dik, üstü orman, yemyeşil, arada kuş sesleri duyuluyor çok yakındalarsa
derenin sesini bastırırcasına. Dere, iki yakası çok dik ve ormanla kaplı bir
vadi oluşturmuş. Biz derenin solundan gidiyoruz. Sabahın erken bir saati ve hiç
motorlu araç yok, zaten gün boyu göreceğimiz araç sayısı da 10’u geçmeyecekti.
Unutmadan söyleyeyim, her bisikletli mutlaka bu vadide pedallamalı. Yol, insanı hiç zorlamayacak kadar az meyilli ve düzgün. Sol yukarılarımızdan gür bir ses duyuyoruz: “Gelin gelin, çay yeni demlendi!” Kafamızı çeviriyoruz sese doğru, ama bir şey göremiyoruz. Anlaşılan ses çok yukarılardan geliyor. Ses, bu kez de bizi kahvaltıya çağırıyor. Belli ki biz onu göremesek de o bizi görebiliyor. Ben de bağırıp el sallayarak teşekkür ediyorum yavaşlayarak pedallamaya devam ederken. Az sonra dere kenarında bir aile, yeni yerleşmiş, piknik kahvaltı yapacaklar. Onlarla aynı hizadayız. Onların davetine de teşekkür edip yavaş tempoda doğanın içinde pedallamanın tadını çıkarıyoruz.
Buradaki köylerin Anadolu’daki diğer köylerden farkı, evlerin dağ yamaçlarına uygun, rastgele yere yapılması. Dolayısıyla köy nerede başlıyor nerede bitiyor belli olmuyor. Bu yüzden bildiğimiz camii yanındaki bir ya da iki kahveden oluşan köylere benzemiyor ve camiler bile tek başlarına duruyor yamacın bir yerlerinde. Böylece müdavimi olduğum köy kahvesi, çayı ve sohbetler burada olmuyor. Böylece çay da içemiyoruz uzun süre.
Asfalt çok güzel ve oldukça
bakımlıyken solu gösteren Uzungöl sapağından sonra bakım ve kalite düşüyor.
Bayburt yolu artık Uzungöl’den verilmiş. Zaman zaman derenin suyu bitiyor,
ilerilerde bir bent bizi karşılıyor. Bunlar doğadaki tüm canlıların katili
HES’lerden biri. Gerçekten hiç yakışmıyor bu güzelliğe. Biz her ev, her cami
gördüğümüzde acaba kahve var mıdır diye bakınıyoruz boşuna.
Vadi yatağından çıktık, artık yokuş
da yolun bozukluğuna paralel giderek dikleşmeye başladı. Durup bir şeyler
atıştırıp bir şeyler içsek iyi olur diye düşünürken, ilerilerde yeni yapılmış
bir cami görüyoruz (Kölenar Camii) bu yolun üstünde. Öncesinde de bakkalımsı
bir kulübe var. Yolun kenarında boşta dikilmiş bir borunun ucundaki bir musluk,
tam kapatılmamış, hafif damlıyor. Camide ihtiyacımızı giderdikten sonra
içeriden çıkan yaşlı amcaya camideki suyun içilip içilmediğini soruyor Ferdi.
İçilir diyor. Mataramızı doldururken Ferdi ayrıca bardağını da doldururken
gördük ki, değil içmek, temizlik için kullanmak bile uygun değildi. Yolun
kenarındaki bakkalımsıya girdik su sorduk, musluktan alın, bu temizdir içilir
dedi. Sahiden de temiz bir suydu. Yan tarafında da iki kişi oturuyordu biz de
yanlarına oturduk. Çay da vardı; günün
ilk çayını içtik, bir şeyler atıştırdık. Biraz dinlenip suluklarımızı doldurduktan
sonra yola revan olduk.
Yokuşun biri bitiyor, düzlüğün
tadını tam çıkaramadan yeni ve daha dik bir yokuş başlıyordu. Bir ara
ilerimizde oldukça büyük bir tepe ve üstünde de sallanan bir bayrak gördük. Ferdi
GPS cihazına bakıp, “Abi oraya çıkacağız, bayrağın yanına” dedi. Doğrusu
tepenin kenarından döneceğimiz düşünmüştüm. Gerçekten de saatlerdir yaptığımız
gibi döne döne o tepeye çıktık. Böyle her tepeden sonra insan “artık tepeler
bitmiştir” diye düşünüyor ama hiç öyle olmuyor, yeni bir tepe ve daha dik
yokuşlar bizi karşılıyor o tepenin başında. Turculuğumun ilk yıllarında bunu
çok yadırgamıştım ve doğrusu çok da sevmiyordum bu durumu. Ama artık tuhaf bir
şekilde yorsa da çok keyif veriyor, özellikle de tepeye çıktıktan sonra.
Ferdi arkalarda kalıyor. Fotoğraf
çekmek için çok mola veriyor. Karaçam’a yaklaştığımızı sanıyorum, orası büyük
bir yerleşim ve tepelerde olduğu için de evlerin bir arada olduğunu sanıyorum.
Dik, bozuk ve çok keskin virajların olduğu bir bölge burası. Bir yokuşta
asfaltın düz devam ettiğini, İleride de bir kamyonetin tentesini gördüm.
İlerledim, hemen sonra asfalt bitti bozuk, berkitme bir yol başladı. 50 metre
sonra da solda bir barakanın kirli çinko çatısı vardı, meğer “kamyonetin
tentesi” sandığım buymuş. Yolun sağında da bir çeşme vardı. Geldiğim yola
bakacak şekilde oturdum, Ferdi’yi bekliyorum.
Epey sonra bir kamyonetin önünü
gördüm, hemen sonra arkasını. Tuhaf dedim nasıl oldu bu? Şüphelendim, geri
geldim, düz geldiğim yerde yol neredeyse bir üçgen köşesi yaparak dik olarak
sağa dönüyormuş. Oluyor böyle tatlı hatalar. Birazdan bir araba geldi karşıdan,
“arkadaşın kahveye girdi” dedi beni geçerken. Karaçam’a gelmişiz.
Kahvenin önünde Ferdi’yle beraber
8-10 kişi oturuyordu, ben de oturdum. Çayım geldi hemen. Sohbet her zamanki
gibi sürdü. İkinci çayımızı içtik, yumurta sorduk, bakkala dün gelmişti, ama bu
gün kalmamıştır, dediler. Ben kahveciyi görünce işaret ettim, muhtar hemen
müdahale ederek misafirleri olduğunu anımsattı tatlı sert. Sırf bu yüzden
birçok köy kahvesinde ikinci çayımı çok istesem de içemiyorum. Yola çıkarken “İleride
sol tarafta bir köpek var çok saldırgan dikkat edin” diye uyardılar bizi.
Vedalaşıp bakkala gittik, gerçekten de yumurta bitmiş.
Köyden ayrıldıktan yarım saat sonra, çok eski bir çeşmeden suluklarımızı doldurduk. Yol 200 metre kadar düz gitti, hatta bazen bayır aşağı bile indik. Yükseldikçe hava sisleniyordu; yol da hem bozuldu hem iyice nemlenmeye başladı. Bir saatten fazla gittiğimiz halde, köylülerin bahsettiği köpeğe rastlamamıştık. Bir tepenin üstünde yolun bitişiğine bir bina yapmışlar, kullanılmıyor, belki otel filan içindir diye düşündüm. Beklediğimiz köpek az sonra havlayarak solumuzdan saldırdı, bağlı olduğu için sadece korkuyla "yetindik." Köpek sanki yolun artık yol olmadığının işareti gibiydi. İrili ufaklı çakıllı, yer yer zemindeki kayanın düz ve kaygan uzantıları. Düzgün pedallamak çok zorlaşmaya başladı. Artık sisin iyice içine girmiştik. Hatta bulut desem yanlış olmaz; yerdeki taşlar da iyice ıslanmıştı ve tekerimiz üzerine denk geldiğinde savruluyordu. Doğrusu bekliyordum, ama böylesini değil. Çok yerde güya yol yapmak istemişler, irili ufaklı mıcırı yaymışlar. Belki zor doğa şartlarında dört tekerli motorlu taşıtlar için uygundu bu yol, ama 2-3 santim kalınlıktaki teker için çok kötüydü. Ben önceden hazırladığım pedalımın kilidini iptal eden aparatı taktım. Çok ani kaymada kilidi çıkaramazsam dizimin üstüne düşmemi engelleyecekti. İyi de yapmışım.
Bir hurdacı kamyoneti geçti,
arkasında eski çinko saçlar yüklüydü, durup ona yol verdim. Artık bulutun
içinde yol olmayan yolda pedallıyordum. Yakında bir köy filan da yoktu. Yolun
taşları, bulut ve bisikletimle baş başaydım.
Bizden önce bu rotadan geçenlerin, buraya kadar çok yorucu bir yol olduğu için burada kamp kurduklarını, Derebaşı Virajları’nı sabah dinlenmiş olarak tırmanışa geçtiklerini okumuştum. Ferdi geldikten biraz sonra da iki motosikletli yokuştan indi; indi dediysem de o yönden geldiler bulut içinden, bizim yaklaşık iki saattir 30 metreden ilerisini görme olanağımız yoktu. Niyetim yokuşu inmeden virajların olduğu kısmı sonuna kadar pedallamaktı.
Herkes kulübenin önündeyken ben yokuşa vurdum. İlk sağa viraj çok dikti, arkada da seyircilerim vardı, doğrusu çok zorlandım. Sonra hafif yokuş ve düz, sonra viraj. Burada mıcır yoktu, en büyük zorluk zemindeki kayaların yolu kaplaması ve çok kaygan olması. Bir sağa, biraz düz bir sola, bir ara keşke kaç viraj olduğunu saysaydım, ne kadar olduğunu bilirdim diye düşündüm. İki kere, ikisinde de viraj içlerinde inmek 15-20 metre kadar yürümek zorunda kaldım, gerçekten yürümek bile çok zordu. Bir kere de karşıdan bir araba geldi, ona yol vermek için durdum; neyse ki düzgünce bir yerdi. Bir ara Ferdi’ye apartmanın ikinci üçüncü katından kapı önüne bakar gibi bakındım, seslendim. Bir şey görmek, bir ses duyurmak, duymak imkânsızdı. Her yer sisten bir duvardı. Çıka çıka yolun üstüne altı oyulmuş uzanan kayayı görünce artık yokuşun viraj kısmının bittiğini anladım, bir belgeselde görmüştüm burayı. Bisiklete bir yer bulup Ferdi’yi beklemek için sırtımı kayaya dayayıp oturdum.
Virajlar bittiğinde bulut da önce azalmış sonra bitmişti. Biz tırmanmaya bu sefer dönemeçsiz ve kaygan, kayasız yolda, ama aynı diklikte devam ediyorduk. Virajlarla yokuşların bitmediğini zaten biliyorduk ama bu kadarını da değil. Karnım zil çalıyor, bacak ve ciğerlerim isyan ediyordu. Durduk, bir şeyler atıştırdık, sırılsıklam olmuştuk. Yokuş devam ettiği için üstümüzü değiştirmenin bir yararı yoktu. Soğuk olduğu için çok beklemeden yollandık. Zaten dönemeçlerin başında ağaçlar bitmişti. Anadolu’da ağaçlar 2000 metreden yukarıda olmaz. Dönemeçlerden sonra kayalık zemin de bitmiş, toprak yol başlamıştı. Yokuşlar bitip düzlüğe geldiğimizde Uzungöl yolunu gördük, tabii böylece asfaltı da. Acele üstümüzü değiştirmemiz gerekiyordu. Soğuktu, rüzgâr vardı ve biz sırılsıklamdık. Yokuş tırmandığımız için de yağmurluk giymemiştik. Giyseydik terden dolayı içten de iyice ıslanacaktık.
Bayburt’un 3 km. dışındaki bir parkı önerdi Ferdi. Oraya gittik. Melih Gökçek yaptırmış, kocaman bir parktı. En sonundaki tuvalet ve mescit binasının arkasına çadırlarımızı kurduk, üstümüzü değiştirip, parkın piknik masasında çerezle, çay bardağında birer duble yorgunluk rakısı içip çadırlarımıza çekildik.
3. Gün. BAYBURT-SADAK
65 km. Çıkış 615 m.
Deliksiz bir uykunun ardından sabah
kalktığımda yorgunluğumu henüz atamadığımı fark ettim. Çadırları, giysilerimizi
artık doğan güneşte kurusun diye sağa sola sererek kahvaltı yaptık. Ferdi de
yorgunlukla ilgili bir şey söylemeyince, Bayburt’a doğru yola koyulduk. Hemen
girişteki çeşmeden suluklarımızı doldurduk.
Gezi olayları sırasında eylem
yapmayan tek ili geride bırakmıştık. Hava ve yol güzeldi. Sakin sakin
pedallıyorduk. Fotoğraf çekilecek çok yer olmadığı için de Ferdi fotoğraf
molası vermiyor, çoğunlukla sohbet ederek yol alıyorduk keyifle. Yokuşlarda
önceki günün yorgunluğunu hissediyordum.
Ana yoldan Demiröz, Gökçedere, Sadak
yoluna saptık. Haritada öyle planlamıştım. Ferdi Garmin’inde çizmiş, bizi
yönlendiriyordu. Hâlbuki ana yol daha düzdü. Ama iyi ki buradan gelmişiz dedim
sonra.
Uzun bir iniş ve yine aynı şekilde
çıkış olan bir yerde ben yokuşu yarılamışken bir mikser kamyonu karşıdan gelen
araba için benim arkamdan hız kesmek zorunda kaldı. Muhtemelen boşa takmıştı
vitesi. Önce beni sıkıştırıp, yoldan çıkarmaya çalıştı, sonra önümde durdu. Şoför
inip kavga edercesine, niye durmadığımı ona yol vermediğim gibi saçma ve
cahilce üstüme yürüdü. Ben de bisikleti park edip cevabını verdim; kesinlikle
kavga etmemek üzere ama son kertede kavgaya da hazır olarak. Sürücülerin
neredeyse büyük çoğunluğu yasa gereği bisikletlinin de sağ şeritte motorlu
taşıtlarla aynı hakka sahip olduğunu bilmiyor, böyle tatsızlıklar çok başımıza
geliyor. Bunu anlatmaya çalışsam da adam dikelmeye devam ediyordu. Ferdi
arkadan görünce hızlanmış, yanımıza gelince biz iki sporcu adam olunca, aslan
şoför kediye döndü, aracına bindi gitti. Ferdi plakasını almış ama kime nerede
şikâyet edecektik.
Ovamsı bir yerde Gökçedere’ye geldik. Hep yaptığımız gibi yanındaki kahveye ulaşmak için minareye doğru gittik. Cami köyün kenarında ve çevresinde de ne çınar ne kahve vardı. Döndük, bir yerde meydan ve bir kahve bulduk. Üç kişi oturmuşlardı. Biz de oturduk. Çayımızın parasını da Gebze’de fabrikada iş kazası geçirip kısmi sakat kalan işçi kardeşimiz ödedi. Kamp için çeşme başı veya dere sorduk. Bize Sadak’ı önerdiler. Yola koyulduk, ileride yol yükseltilmişti düzlek yerde. Solda, taş çeşmenin üst kısmını gördüm. İndim suyu da güzeldi. Yine yokuşlardan sonra, ileride bir gölün karşısında Sadak görünmüştü. Gölün bu tarafında yerleşik bir çadır baraka vardı. Gittik çay içtik. Bize 50 metre yukarıda gölün kenarında çeşme olduğunu, yol üstünde gördüğümüz harabenin orada da çeşme olduğunu, ikisinde de rahat kalabileceğimiz söylediler. Gölün kenarına gittik. Bir dağum ağacı vardı ve bir güzel çeşme. Hemen çadırımız kurduk. Yemeği hazırlarken keşke bugün Bayburt’ta dinlenseydik dedim. Ferdi de “Abi ben de düşündüm, sen ses çıkarmadan hazırlanınca söylemedim” dedi.
Çocukluğumda yattığım odanın hemen altında bir çeşme vardı, onun sesini özlemiştim. Çadırımı da hemen çeşmenin dibine kurdum. Burası 1650 metre rakımlı bir yer. Gece çok soğuk oldu, uyku tulumuna girdim. Su sesi de o kadar çoktu ki gece oluğa bir sopa takıp sesi biraz azaltmak zorunda kaldım.
Bol üşümeli de olsa güzel bir uykunun ardından kalktık. O gün orada geçirmeye karar verdik. Kahvaltıdan sonra Ferdi köydeki kazısına yeni başlanmış Satala antik kazı yerleşimini görmeye gitti yürüyerek. Ben de matımı alarak yolun yukarısındaki harabeye gittim. Güzel bir yerdi, bakımsız elma ağaçları vardı, üstünde az da olsa elma. Biraz topladım.
Çadır kısmına dönüp ocak kahve malzemesini getirdim, çayımı içtim, kitap okudum. Ferdi’ye telefon edip bulabilirse gece çadırımıza sıcak su koymak için pet şişe getirmesini söyledim. Akşam yemek, sohbet, arada gelen koyun sürüsünü de izleyerek geçen akşamın ardından çadırlarımıza uyumaya çekildik.
4. Gün SADAK-KEMAH
105 km. Çıkış 1.350 metre
Sabah erken kalkıp kahvaltıdan
sonra köye pedalladık. Kahve yolun solundaydı, insanlar sağda, duvarda filan
oturuyorlardı. Biz de orada bir kenara iliştik, çünkü hava soğuktu ve kahvenin
önü güneş almıyordu. Çaylarımızı içip kahvenin önündeki bisikletlerimizin
başına gittik ben kahveciye para vermek için seslendim. Arkamdan gelen ses “Gardaş, bizi mi sınisin? Para verecektin
gelmeyeydin” dedi. Teşekkür edip kamp yerimizden düz görünen yola
vurduk.
Kamp yerimizden görünen köyden
sonraki yol, meğer hiç de düz değilmiş, hele sabah vücut daha ısınmamışken.
Yola başlarken varacağım yer için bir hedef koymuyorum, genel bir rota belirleyip, yorgunluğum ve yolda gördüğüm hoş kamp yeri belirliyor gideceğim mesafeyi. Marmara kıyılarındaki bir turda sabah yola çıktıktan sonra öğlen olmadan rastladığım çınar ormanı, dere ve çeşme, orada kamp kurmama yetmişti. Ferdi de bu konuda benimle birlikteyken böyle davranıyordu.
Rotamız Erzincan, Kemah idi. Yol beklentimden çok yokuşluydu, bir gün önce dinlenmemiz iyi olmuştu. Ahmediye Geçidi’nde (2105 m) çeşmesi, bankları, hatta tuvaleti bile olan geniş yerde Ferdi, orada bizi izleyenlerin şaşkın bakışları arasında Türk kahvesi pişirdi, doğrusu güzel de yapmıştı.
İnişten sonra Pelitsırtı Geçidi’ne
tırmandık (1225 m). Dağdan Erzincan girişindeki Yalnızbağ ilçesinde mola
verdik. Yolun sağıdaki lokantada beklemediğim kadar iyi ve ucuz fiyata karnımızı
doyurduk. Hemen karşısındaki yeni yapılmış parkta kuruması için çadırımı sererek
dinlenmeye çekildik.
Erzincan’a girmemeye, çevre
yolundan geçmeye karar verdik. Çıkışa yakın yolu kısaltmak için Garmin’e
bakarak ara yollara saptık. Tercih doğruydu, ama 5-6 km.lik yerde çakıl
dökmüşlerdi, epey zorlanıp Kemah yoluna girdik. Niyetim Fırat yatağında kamp
kurup 45-50 yıl sonra Fırat kenarında uyumaktı. Vadiye girdiğimiz anda tam bir
askeri tahkimatla karşılaştık. Asker-polis yoktu. Bir süre sonra bir kontrol
noktası daha derken, bir kısmında asker polisin olduğu, bir kısmında olmadığı
vadide ilerledik. Bizi durdurmadılar ama bu vadide kamp kurmak, gece kontrol
için rahatsız edilmeye davetiye çıkarmaktı. Kemah’a kadar vadi devam ettiği
için Ferdi’ye sormadan kampı Kemah’a kurmanın en doğrusu olacağını düşünerek
tempomu artırdım. Ferdi de aynı şeyi düşünmüş o da artırmıştı.
Vadinin genişlediği bir yerde düz
giderken ileride yolun bir duvar gibi dikleştiğini gördüm. Uzaktan yokuşlar dik
görünür ancak bu, sahiden kısa, ama zorla çıkacağım kadar dikti. Yaklaştığımızı
sandığımızda ışıklarımızı yakmıştık. Vadinin Fırat kenarında iyice daraldığı
yerde in-çık-dön, yol bitmiyordu. Kamp yeri yoktu ve biz de yorulmuştuk. Her
yol biter, bu yol da bitmişti.
Kemah girişindeki barikatta polis
bizi de durdurdu. GBT ve meraktanmış gibi sorgulamanın ardından, nerede
kalacağımızı sordu. Biz uydu fotoğraflarından iki yer belirlemiştik, söyledik.
Yerleşim kenarındaki koruluk tehlikeli olurmuş, ama nerede kurarsak kuralım ya
kendisine ya da karakola yerimizi bildirmemizi istedi. Olur dedik tabii. Ama
böyle bir bildirimin zaman içinde devlet aklında zorunlu izine dönüşeceğini
bildiğimiz için söylemeyecektik tabii ki.
Sola dönerek yukarı kente doğru
çıkarken, daha ilk dükkânlardan birinin kebapçı olduğunu gördüm; o saatte
açıktı da üstelik. İçeri girip birer köfte söyledim, çorbanız da var mı diye
sordum. Benim köftemden doyarsınız, çorbaya gerek yok yanıtını aldım.
Ben geldiğimiz yöne bakacak şekilde
oturdum, Ferdi de karşıma. Sahiden köfte ve yanındaki yeşillikler doyurucuydu.
Ferdi “Abi Öğretmen Evi’nde kalalım mı?” diye sordu, yukarı doğru bakarak.
Sahiden de arkamda, sokağın üstünde tabelası görünüyordu.
Kapıdaki numarayı arayarak elemanı
çağırdık. Tek boş olan süit odada duşumuzu alıp, uykuya çekildik.
65 km. Çıkış 1790 metre
Köprüden geçip yokuşa vurduğumuzda
sağımda iki keklik cırlayarak havalandı. 60’larda, ilk gençliğimdeki avcılık
refleksiyle elimin hareketlendiğini fark ettim. İn-çık-in-çık, suyum bitmişti,
acil bir çeşme bulmam gerekiyordu; aradığım, ilerde yokuşun dibindeydi. Düzlek
bir yerde, bu sefer dört keklik hemen yanımdan havalandı. İleride bir vadi ve
akan bir dere vardı. Öğlen molasını burada, ağaçların altında dere kenarında
verdik.
Hoş bir yerdi, zaten yoldan hiç
araç geçmiyordu. Yemeğimiz yedik, derenin karşısından arada keklik sesi
duyuyordum. Ferdi derede bulaşık yıkamaya gittiğinde havalandılar. Sayıları
ondan fazlaydı. İlk gençlik yıllarımda Ağın’da av arkadaşım Orhan’ı (Ercan)
aradım, açmadı. Sonra yoldayken aradı.
Çok uzun ve oldukça dik bir yokuştan sonra, çok mola vermeme rağmen nefes nefese kalmıştım. Savaş Gediği Geçidi’ni (1630 m) de geride bıraktık. Yokuştan sonra en sevdiğim dik olmayan, ama uzun bir iniş başladı. Artık hedef İliç’ti. İnişin sonunda düzlük başladı. İki tarafta da bakımlı meyve bahçeleri vardı.
Meyve bahçelerinin sonunda, yolun sol yanında, askerlik dönüşü orada geçirdiği trafik kazasında ölen bir delikanlıya ailesinin yaptırdığı, ciddi bir anıt mezar vardı, tabii çeşme de.
Artık arada İliç’in girişindeki
maden ocağı gibi bir yeri ve çevresinde büyük yapıları görüyorduk. Köprüyü
geçip ilçeye yürüyerek çıktık.
Belediyenin önünde oturan esnafa
yemek ve kamp yeri sorduk. Yemeği karşıdaki ciğercide yememizi önerdiler. Kampı
da yolun sonundaki çeşmeden sağa dönünce göreceğimiz parkta kurabilirdik. Ciğer
hem güzel değildi hem de turistik bir kazık yedik.
Sabah ve öğlen yiyeceklerimizi
alıp, tarif ettikleri çeşmeden sağa döndük. Karşımıza çıkan yeşilliğin altına
çadırlarımızı kurduk. Orada, basitçe birbirine iliştirilmiş tahta masa ve
sandalye gibi şeyler de vardı.
Sabah kalktığımda fark ettim ki biz,
tarif edilen parka değil, onun hemen önünde yapılan spor salonunun şantiye
binasının önündeki ağaçların altına kamp kurmuşuz.
55 km. Çıkış 1850 metre
İnşaat işçilerinin kalıp tahtasından çaktığı masa ve sandalyede kahvaltımız yaptık. Rotayı ilk planladığımda Eğin’e (Kemaliye) Fırat’ın sağından gidip, Karanlık Kanyonu boydan boya geçerek gitmeyi düşünmüştüm. Daha sonra Fırat’ın solundan yeni bir yol yapıldığını, kanyondan geçen yolun artık neredeyse kullanılamaz halde olduğunu öğrenince, rotayı buraya çevirmiştim. Ferdi eski rotada ısrar ediyordu. O da sonunda fikrini değiştirdi. Karanlık Kanyon’un girişine kadar gidip, oradan kanyona girecektik.
Bu yeni yol gerçekten çok dik ve uzundu. Hani deyim yerindeyse bıktırıcıydı. Bir ara yokuşun bitmesini o kadar istiyordum ki, yola değil önüme bakarak sağdan pedallamaya başladım. Önüme bakarak ilerlerken bir ara yol çıkılamayacak kadar dikleşmişti. Kafamı kaldırdığımda sağa dik dönen bir virajın içinde buldum kendimi. Halbuki burada yolun solundan, açıktan alarak dönmem gerekirdi. Bu hem güvenlik için hem viraj içindeki diklikten kurtulmak için gerekliydi. İnmek zorunda kaldım, yolun karşısına geçip, su molası verdim. Gerçekten çok büyük hafriyatlar yaparak bu yolu açmışlar. Yolun solunda yeni yapılmış çeşmede suluklarımızı doldurup, kahvelerimizi içtik. Az sonra da Çimento Geçidi’ne (1500 m) vardık. Bir süre sonra o çıktığımız yokuşun inişine geldik. Sağda bir ağaç ve yanında iki metre boyunda, tenekeden bir minare ve ona uygun bir cami vardı. Yanında da suyu damlayan bir çeşme. İlk defa Ferdi’ye fotoğrafımı çektirdim.
Fırat yatağına ilk tünelden sonra köprüyü geçip sağa, Karanlık Kanyon’a yöneldik. Yol çok çetindi; yüklü olarak gitmek neredeyse olanaksızdı, biz de oldukça yorulmuştuk. Üç tünel geçip bir genişlik bulunca mola verdik. Benim aklımdan geçen üç tünel daha geçip geri dönmekti; zaten sonuna kadar gitmemiz olanaksızdı, gereği de yoktu. Geçtiğimiz üç tünel bile neredeyse birbirinin benzeriydi. Dinlenirken Ferdi eşyalarını bırakıp gitmeyi, o geldikten sonra benim gitmemi teklif etti. Bir ara benim de aklıma gelmişti eşyaları bırakıp devam etmek. Buraları biliyordum, bir şey olmazdı, ama Ferdi bu konularda çok titizdi. Teklifini hemen kabul ettim, yarım saat gidip yarım saatte de dönersen bana da zaman kalır dedim. Bir saat olmadan döndü. Ben o arada devam etmemeye karar verdim.
Kamp yerlerinde hep anlattığımız gibi, biz küçük bir alanda çadır kurup, sabah erken gideceğiz, normal kampçı değiliz, dedikse de ısrarcı oldu. Yolumuza devam ettik. Artık göl olan Fırat yatağı solumuzda olmak üzere kamp yeri bakıp kıvrılarak gittik, güzel de bir yer bulduk. Çadırlarımızı kurduk, kıymalı makarna pişirip yedik, uykuya çekildik.
65 km. Çıkış 1675 metre
Sabah güzel bir kahvaltının
ardından geri dönmemek için Ferdi Garmin’den, gideceğimiz yöne devam eden yol buldu
takdir ettiğim becerisiyle. Gürül gürül akan çeşmelerden geçip çoğunlukla
yürüyerek tırmanmaya başladık. Sorduğumuz iki ayrı kişi, “oradan yol yok
çıkmazsınız, geri dönün” dediği halde, biri çok eski bir patikadan geçerek yola
çıktık. Teknolojiyi kullanmak bazen böyle iyi oluyor.
Biri çocukluğumda, biri 30 yıl önce
Eğin’e gitmiştim. Aklımda kalan Dutbeli Geçidi’ndeki yokuş ve Arapkir
sapağından sonra Ağın’a kadar neredeyse düz olduğuydu. Çok yanıldığımı anladım.
İlk molamız Ergü köyündeydi. Yol
kenarındaki çay bahçesinde güzel bir yerde o kadar da güzel insanlarla çay
içtik. Kahveci de, orada mola veren karayolları ekibi de Dutbeli rampasını
çıkamayacağımızı söyledi. Genellikle bisiklet kullanmayan insanların yokuş
konusunda sözlerini dikkate almayacak kadar deneyliydim. Gerekirse yürüyecektik
artık. Solumuzda Fırat yatağındaki Keban baraj gölü, kıvrıla kıvrıla gidiyoruz
keyifle. Çeşme olan bir yerde mola verip kahvemizi içtik, Dutbeline
yaklaşmıştık.
Başlangıcı düz olan yokuşa
başladığımda gerçekten de çıkamayacağımız kanısına vardım önce. İlk sağa
dönüşte hem enerjimi idareli kullanmak hem de soldan gittiğimden yoldaki mıcır
kaydırdığı için mıcırı geçip kısa mola verdim.
Burada tur notlarına ara verip bugünkü
yolların yapılışının anlatmak istiyorum.
Patikadan asfalta
Tarih boyunca tüm canlılar suya, gıdaya
ulaşmak için bir yerlere gittiler, bunlar da buralarda patikalar oluşturdu.
İnsanlar da çoğu hayvanların kullandığı bu patikaları kullanarak ihtiyaçlarına
göre kendi patikalarını oluşturdular. Yerleşik yaşama geçtikten sonra, yerleşim
yerleri arasında yeni patikalar oluştu. Böylece toplumların ilk belleği
patikalar oldu. Bilgisayar belleği de aynı yöntemi kullanır denir. Sonra
hayvanların evcilleştirilmesiyle patikalar biraz gelişti, kağnı, at arabası biraz
daha genişletti. Ama hep eski patika üzerinde gelişti. Sonra motorlu taşıtlarla
birlikte daha da gelişti. Anadolu’daki birçok asfalt yol yüzyıllar, belki de
binyıllar öncesinin patikaları üzerine inşa edildi. Biz bu yollarda
bisikletlerimizle çok zorlanıyoruz. İş makinelerinin yaygınlaşması ile bu
patikalar genişletilirken, yerleşimlerin gelişmişliklerin göre de planlamayla
mühendislerin çizdiği yollar yapıldı. Bunlar bilimsel değerlere uyduğu, iş
makinelerinin olağanüstü gücü de hesaba katıldığından dönemeç açıları, rampa
diklileri belirli değerler içeriyor. Bu rampalar başlangıçları ile bitişleri ne
kadar farklı olursa olsun bizi yormuyor.
Dutbeli rampası da mühendis çizimi ve iş makinesiyle yapıldığı için rahatlıkla çıkmamızı sağladı. Derebaşı Virajları belki mühendis planlaması olsa bile doğası ve yapıldığı yıl gereği kol gücüyle yapıldığından çok zorluydu.
Dutluca Geçidi’ne (1230 m) çıktığımızda su molası verip, durum değerlendirmesi yaptık. Oyalanıp Ağın’a gece girecektik.
Ablalarım Ankara’dan iki gün önce Ağın’a gitmiş, yıllardır kullanılmayan baba evini açmışlar. Biz yoldayken arayıp söylemişlerdi. Gürhan (Gündüz) ve Alaattin (Yazıcı) de Ağın’daydı. Çok yıllar olmuştu doğduğum topraklara gitmeyeli, tanıdıklarımın çoğu artık anılarımdaydı, gençler beni tanımaz, yaşıtlarımın ise yine çoğu büyük kentlerdeydi. Benim için zor bir seyahat olacaktı, ellerini öpmeye gideceğim büyüklerim beni çok üzecekti.
Daha öğlen olmamıştı, tahminime
göre 2-3 saatlik yolumuz kalmıştı, nasılsa sapaktan sonra Ağın’a kadar yolu düz
sanıyordum. Ağın’a üst baştan girip bizim evin olduğu alt başa kadar gündüz
gözü gitmemeye karar vermiştim, gösteri yapar gibi girmek istemiyordum. İlk
çeşme başında yemek, istirahat ve oyalanma molası verdik. Yemekten sonra Ferdi
bir ağacın, ben bir başka ağacın altına matlarımızı serip uzandık.
Ağın yoluna döndüğümüzden sonra bir
araç geçip ileride durdu. Çocukluk arkadaşım Osman (Kılıç) Arapkir’den
geliyormuş, geldiğimi Kemah’tan sonra öten keklikler için aradığım Orhan
söylemiş. Sarıldık, iki laf edip fotoğraf çekildikten sonra anlayışlı olduğu
için bizi ayaküstü oyalamadı, nasılsa görüşecektik.
Karanlığın basmasına daha çok olduğu
için bir yol kenarında bir bekleme molası daha verdik. Ablalarım arıyordu,
merak etmeye başlamışlardı, yola koyulduk. Karanlık çökmeye başlamıştı zaten,
yola çıkar çıkmaz, yol hakkında yanıldığımı hemen anlamıştım; çok iniş çıkış
vardı, oldukça gecikecektik. Ön ve arka ışıklarımızı yakmıştık, süratle pedal
çeviriyorduk. İyice yaklaştığımızda büyük bir koyun sürüsünün içinde gittik bir
süre. Arkadan bir araba Ferdi’nin yanında gitti bir süre, sürü bitince de bizi
geçtiler. Orhan ve Onur’muş, Ferdi’yi ben sanmışlar karanlıkta, seslenmişler,
bizi karşılamak istemişler.
Eve geldiğimizde ablalarım sofrayı hazırlamış, kapıdaki çeşme başında bizi bekliyorlardı. Bisikletlerimizi avluya aldık. Hem üst baş değişelim, hem misafirin yatacağı yeri seçelim diye eve girdik. Benim yerim çocukluğumda, gençliğimde yattığım çeşmenin hemen üstünde, çeşmenin sesiyle uyuduğum odaydı. Bunun hayalini kurmuştum Eğin’de. Yukarı çıktık, Ferdi o odayı görüp “Ben burada yatabilirim” deyince, bana da zaman zaman yattığım başka bir oda kaldı. Yerleşip, giyeceklerimizi alarak banyo yaptık. İyice kirlenen çamaşırlarımız da makineyi boyladı. Yemek sırasında gelenlerle biraz muhabbet edip uykunun deliksizi için odalarımıza çekildik.
Sabah erken kalkıp babamın,
ağabeyimin, birçok büyüğümün yattığı mezarlığa gittim. Oradan çocukluğumun, ilk
gençliğimin geçtiği Üçdutlar’a, oradan mezarlığın başına gidip Ağın’ı tepeden
izledim. Yolda gördüğüm birkaç kişi bana yabancı, ben onlara yabancıydım. Eve
geldiğimde kahvaltı hazırdı.
Kahvaltı sonrasında benim
çocukluğumu yaşayan büyükleri sordum. İki elin parmaklarından azdı, yaşları 90’ların
üstündeydi. Kaldığım bir günde hepsine ziyarete gittim, ellerini öptüm, hepsi
de tanıdı beni. Ama en az 40 sene önceki durumları aklımda kaldığı için de çok
üzüldüm, hepsi de bakımlı ve şartlarına göre sağlıklı olmalarına rağmen.
Alaatin’in önce üzüm bağına sonra bademliklerine
gittik. Gürhan’ın evinde mola verdik. Ertesi gün yola çıkacağımız için ton
balığı vs. aldık. Akşam da evde fırında pişmiş balık vardı, gırtlağımıza kadar
yedik, nasılsa bir hafta on gün bunları göremeyecektik.
Yaşıtlarım ve tanıdıklarım yemek
sonrasında ziyarete gelmişti, kalabalık olduk, muhabbet ettik. Benim onlardan
öğreneceklerim bitince, beklediğim gibi bu kadar yolu bisikletle nasıl
gelebildiğimizi de merak etmişlerdi, bilgiçlik de olsa anlatmaya çalıştık. Heybelerimizi
yerleştirip odalarımıza çekildik.
Uykuya teslim olmadan, bu tura
birlikte çıkmayı düşündüğüm ama işleri yüzünden katılamayan arkadaşlarım Kuvvet
ile Haşim’in kulaklarını çınlattım. Ağın’ı, ailemi, arkadaşlarımı yıllarca
ağzımdan dinlemişlerdi. Keşke şahsen de görmek ve tanışmak fırsatları olsaydı…
8. Gün AĞIN-MALATYA
114 km Çıkış 1510 metre
Sabahın köründe kalktığımızda
ablalarım kahvaltıyı hazırlamışlardı. Vedalaşıp, saat tam yedide bizi
karşıladıkları evin önünden yola koyulduk. O bir günlük duygularımı burada
anlatmam mümkün olmayacağım için yazmıyorum, zaten turu kesip Ağın’a
yaklaştığımdan beri bunları anlattım, turla doğrudan ilgisi olmadığı halde,
kendimi tutamadan.
Çıkıştaki benzincide lastik
havalarını kontrol edip, göl kenarındaki Alaattin’in bağına girip alabildiğimiz
kadar üzüm aldık. Sonra Türkiye’nin, hatta alanında dünyanın sayılı
köprülerinden olan Karamağara Köprüsü’nü geçip yokuşa vurduk. Yol güzeldi, araç
neredeyse yok denecek kadar azdı. İlk molamızı bir çeşme başında verdik. Sonra
Ağın yolunu kesen Keban, Elazığ – Arapkir -Malatya sapağından direkt karşıya,
Malatya’ya doğru pedal çevirdik. İlk uzun molamızı Deregezen’de verdik. Önceden
ağaçsız, çok ıssız bir yerdi, şimdi yol kenarında yeşillikler ve birkaç dükkânı
olan bir yer olmuş. Etrafta in cin top oynarken, bisikletlerimizin dükkânını kapattığını
söyleyen densizin sözünü dinledik Ferdi’yle gülümseyerek. Hırt, her yerde hırt;
hiç değişmiyor.
Öğlen olmuştu, Arguvan sapağını geçtikten sonra, çeşmesi de olan benzincide mola verdik. Etrafında ağaçlar vardı, bir kısmının altı çimdi. Yemek yedikten sonra istirahata çekildik. Zincir ayarım bozulmuştu, düzeltip yola çıktık.
Niyetimiz Malatya’da kamp kurmaktı. Ferdi’nin arka jantı sorun çıkarıyordu, onu da yaptırmak istiyorduk. Ferdi’nin internetten tanıdığı, hem bisikletçi hem satıcı olan Muko Mustafa Ekici ile temas kurup, gece vakti sevimsiz trafikte sürerek, zorla dükkânı bulduk. Bizi çok iyi karşıladı, jant tamir edildi. Muko, akşam yemeği için de lahmacun ısmarladı, birlikte yedik. Kamp için bizim de yolumuzun üstünde olan parkı önerdi. Daha önce buralara tur düzenlediklerinden, ertesi gün için de Şiro Çayı’nda bir yer önerdi. “Nemrut’tan Adıyaman tarafına inerken 250 basamaklı merdiveni heybeleri ayrı, bisikleti ayrı indirin” diye de uyardı. Elazığ yolunda gidip parkı bulduk.
Büyük bir parktı, alt kısmında insanlar
vardı, biz üst kısımlarda bir yere çadırlarımızı kurduk.
53 km. Çıkış 1165 metre
Sabahın köründe kulağımın dibinde
bir fışırtıyla uyandım. Parkın otomatik sulama sistemi harekete geçmiş, dört
yönden bizi suluyordu. Fıskiyelerin üstünü feçici olarak bir şeylerle kapadık.
Her ikimizin de ocak tüpü bitmişti. Kahvaltıdan sonra Ferdi 5 km. gerideki Malatya’ya gidip, tüp bakmaya gönüllü oldu. O gidince ben çadırları yeni doğan güneşe serdim. Dükkânlar henüz kapalı olduğundan, kullandığımız tüpten bakamamış, bir marketten çakmak gazı tüpü almış beş tane. Ondan kendi tüpümüze aktarma yapabiliyorduk. Tek sakıncası kalorisinin düşük olmasıydı.
Bu rota, deyim yerindeyse hep yokuşlardan ve dağ geçitlerinden oluşuyordu. Farkındaysan bundan çok sık bahsediyorum, çünkü hep bunlar önümüzdeydi.
Bir yokuşun sonuna doğru, kıracın
ortasında, yolun sağında birkaç ağaç ve taş bir bağ evi gördük. Ağaç varsa su
vardır deyip durduk. Gerçekten de hem su hem gölgelik, güzel bir düzlük vardı.
Yaşanan bir yer gibiydi üstelik. Ferdi, yemeğimizi yedikten sonra Türk kahvesi
pişirdi. O arada epeyce yaşlı biri geldi. Burası onunmuş, her gün köyden buraya
gelip meyve ağacı dikip buralara bakıyormuş. Çok konuşkan değildi, kulübenin
yanında bir yere çekildi sonra.
Yol yapımı vardı, hafriyat
kamyonları geçiyordu. Bunları bitirdiğimizde Kubbe Geçidi’ne (1930 m) vardık.
Artık çoğunlukla iniş diye umuyordum.
Muko Mustafa, “Şiro Çayı’nda köprüyü geçin, güzel bir düzlük var. Kampı oraya kurarsınız” demişti. Bunu söylerken, köprüyü geçmeden devam edin demediği için, Ferdi de mutlaka orayı bulacağım diye ısrar etti; buldu da. Çadırları çay yatağına kurmuştuk, ama yer çok genişti ve yerimiz otlak olduğu için su basan bir yer değildi. Gece bir ara yağmur yağdı kısa süreliğine, bu beni teyakkuza geçirdi doğal olarak.
43 km. Çıkış 1375 metre
Kahvaltı sonrasında biraz uykusuz halde
yokuşlara vurdum. Muhtemelen Nemrut’tan sonra geçit, zirve yoktu; git gidebildiğin
yollardı. Ama bugün en zorlusuydu ve bilmediğim bir dağ vardı.
İlk molamızı Tepehan mesire yerinde
verdik. Tepehan yakınındaki bakkaldan yiyecek ihtiyacımızı giderdik, biraz
dinlendik. Yol bir vadiden geçiyordu, arada küçük yerleşimlerg geride bıraktık.
Birini tam geçmiştik ki bir araba önümüzde durdu, sürücüsü indi. Bizi yolda
görmüş, aşure getirmiş. Aşureyi de çok severim hani. Bu da fena değildi. Gerçi
o şartlarda ne olsa beğenirdim. İnsanlar bu topraklarda hep varlar, karşımıza
Anadolu’da daha çok çıkıyor.
Büyüköz’e geldiğimizde iyice
yorulmuştuk, saat daha çok erken olsa da bu köyde konaklayıp dağa yarın çıkmak
iyi olacaktı. Nemrut’un eteğindeki son köy Büyüköz’e girişte sağı gösteren
tabelada Adıyaman 75 km yazıyordu, Nermrut’un etrafından dolanarak vadiden, düz
yoldan gidiyor. Biz ise ucu bile görünmeyen kuru, sevimsiz, kayalık dağa
çıkacaktık. Köy kayaların üzerine kurulmuş, bayır olduğu için de evler
dağınıktı. Böyle yerlerde çadırlık düz bir yer bulmak zor olduğu için tek çare
okul, yoksa cami bahçesine kamp kuruyoruz. Okulla cami yan yanaydı, ya da üst
üste. Okul bahçesi de ancak 15-20 metrekarelik üç beton terastan oluşuyordu.
Ben hemen geceden ıslanan çadırı kuruması için serdim.
Ferdi heybelerine hiç ellememişti. Önce
“Abi gel, biz aşağıdan Adıyaman’a gidelim” dedi. Bu turun üç ayağının sonuncusu
olduğunu, rotamızın da zaten bu olduğunu söyleyerek kabul etmedim teklifini.
Sonra “Bagajlarımı bırakıp gidip geleyim, yarın da sen git gel, sonra aşağıdan
gideriz” dedi bir süre sonra. Bunu da aynı gerekçeyle kabul etmedim. Ben
çadırla uğraşırken “Abi sana iyi turlar” deyip köye aşağı gitti, beni bir
başıma bıraktı.
İki mataram toplam 1,5 litre su
alıyordu, yola göre yiyeceğim de yok denecek kadar azdı. Bekledim biraz, dağdan
da gelen giden yoktu, ıssız bir yerdi burası.
Köyü dolaştım, in yok cin yok.
Evlerin arasından, taşların içinde dolaştım. Evlerin hepsi kapalıydı ve insan
yoktu; korku filmlerindeki gibiydi. Geldim çadırımın olduğu yere. Yiyeceğim azdı,
ama suyumu yedeklemem önemliydi. Köyden pet şişe bulma şansım yoktu. Caminin
etrafına baktım, çeşme yok. Camide mutlaka vardır deyip bir kayanın arkasında
buldum muslukları.
İkinci Dünya Savaşı’nı konu eden
bir kitapta okumuştum. İnsanlar çaresiz kalınca çözüm buluyorlarmış, hatta
icatların bir kısmı da böyleymiş. Benimki de o hesap. O dağda su bulamayacağımı
biliyordum, üstelik yaklaşık 10 km. yolda 1.250 metre tırmanacaktım. Yiyecek
olmasa da su olmazsa olmazımdı. Heybenin dış gözüne koyduğum market poşetleri
vardı, iki de kuruyemiş poşeti. Bunları yaklaşık yarımşar litre doldurarak,
patlarsa diye de ikinci poşete geçirip, heybenin altında ıslanırsa sorun
olmayacak eşyaların olduğu gözlere koydum. Kullanırken de poşetin ucunu delip
matarama doldurarak içecektim.
Ne vardı bu kayanın tepesine anıt
yapcak, git düzlek bir yere, mesela Konya ovasına yapsana ne yapacaksan bre
Nemrut! Kötü bir yol ve bakımsız, tepeye üç km kala ilkel bir otopark bariyeri
gibi bir bariyer. Burası da köy gibi ıssız. Görevli de tesadüfen gördü beni. 25
liraymış. Doğrusu Malatya’da para çekmeye zaman bulamamıştım. Yanımdaki de
neredeyse bu kadardı. Müze kart sordu, yok dedim, bisikletçi lisansı veya dağcı
lisansımın olduğunu söyledim, geçersizmiş. O ara nereden aklıma geldiyse 65 yaş
dedim. Kimliğimi istedi, önce kimliğe sonra yüzüme baktı “70! Helal olsun, git
yolun açık olsun” deyip saygıyla uğurladı. Heykellerin orada çadır kurabilir
miyim dediğimde de “Kurabilirsin, ama kurma. Çok soğuk olur, aşağıda
kafeteryada kalırsın” dedi.
Burası nasıl antik bir yol, bakımsız, ilgisiz, terk edilmiş gibi. Üstelik anıtın UNESCO’nun dünya mirası listesine alındığını biliyordum. Bisikleti iterek, bazen neredeyse sırtlayarak taşların üstünden geçirip anıtın olduğu yere çıktığımda şaşırdım doğrusu. Son derece bakımlı, yürüme yerleri ahşap yol yapılmış, heykeller geçilmesin diye sicimlerle çevrilmişti. 50-60 kişi vardı. Bir rehber de anlatıyordu. Hiç yapmadığım bir şey yaptım, birinden fotoğrafımı çekmesini rica ettim. Bir görevliye yine “Burada kalabilir miyim?” dedim, aynı yanıtı aldım. Anlaşılan Nemrut Bey’le koyun koyuna yatamayacaktık.
Niyetim, burada güneşi batırıp, sabah da doğuşunu izlemekti, ama bulut güneşi kapatmıştı. Şimdi sırada aşağıya inişteki 250 basamaklı merdiven vardı. Ankaralı üç kardeş, ben yardım istemeden, biri sağ gidonu öteki arka bagajı biri de bağlantısı çözülen heybeyi sırtladı, ben de sol gidonu tuttum keyifle aşağıya indik.
Malatya tarafı bakımsız anlaşılan, burası hiç kullanılmıyor, asıl kullanılan yer Adıyaman tarafı. Merdivenlerin sonunda birer odadan oluşan 8-10 yapı vardı, belki hiç kullanılmamış ama bitmiş, kapıları kilitli. Herhalde kafeterya dedikleri yer önceden buradaymış. Daha sonra 1,5 km aşağıda yenisini yapınca burası metruk kalmış. Buraya görevli minibüsler sadece kafeteryadan turistleri getirip bekliyor, sonra da alıp aşağıya indiriyordu. Dağın bu noktasına özel araçlar çıkamıyordu.
Minibüs şoförleri de kamp yeri için
“Burada bile çok soğuk olur, kafeteryanın orası kuytudur orada sana yer
gösterirler” dedi. Ağzıma bir şeyler atıp, aşağıya pedalladım. Bir metrelik
duvarın iki tarafına yapılan ahşap merdiveni bisikletimi sırtlayarak geçtim. “Güvenlik
kulübesinin ardından dolaş, kafeteryanın altında çadır kurabilirsin” dediler. Kafeterya
iki katlı, her katı yaklaşık 500 metrekarelik yeni bir yapıydı. Etrafı dönüp
çok büyük balkon gibi olan yerin altına geldim, zemin çadır kurmak için kötüydü.
Ama alt katın büyük bir girişi vardı henüz kapısı yoktu, oraya girdim. Son
aşamaya gelmiş bir kattı burası, elektrikçilerin atıkları ortalıkta duruyordu.
Binanın orta kısmı yukarıyla geniş bir açıklıkla ve geniş bir merdivenle
bağlantılıydı. Köşede bir yere ortalıktan topladığım koli parçalarını serip,
çadırımı üstüne kurdum.
İçerisi, hem rüzgâr almadığından
hem de muhtemelen yanan kalorifer yüzünden sıcaktı. Ben de çadırımı üst
katmanını örtmeden kurup, neredeyse aç karnına yattım. Hemen de uyumuşum.
Uyandım, üşümüşüm, çadırın üstünü örtüp, içlik giydim. Uykudan yine üşüyerek
uyandım. En son sabaha karşı termal battaniye de uyku tulumumun üstündeydi ve
ben sabaha kadar donmuştum.
75 km. Çıkış 1.150 metre.
Sabah elimde kalan son kırıntıları
çadırı toplamadan yedim. Çadırı toplarken güvenlik görevlisi geldi, “Buraya
kurdun çadırını, eyi de ettin” dedi, sohbet edecek halim yoktu. O da biraz
bekleyip gitti. Yukarı çıkıp tuvalete gittim, yüzümü yıkadım, iki bardak çay
içtim, keyfim yerine geldi. Bu üşüme uyanma, üstüme bir şeyler örtüp bunu
birkaç kere tekrar etmem yüzünden, sabah gün doğumunu buradan seyretme niyetimi
de aklımdan uçurmuştu. Çay bunu anımsattıysa da hava yine kapalıydı.
Kesme taş yoldan keyifle inerken
sapak geldi önüme. Bir yol düz bir yol sağa dönüyordu. Bölgenin çevrimdışı
haritalarını cep telefonumum belleğine yüklemediğim için haritaya bakmam
olanaksızdı. Bir dahaki turlarımda ilk işim, çevrimdışında da görebileceğim
haritaları telefonuma yüklemek olacak. Biraz oyalandım ama biliyordum gelen
giden olmayacağını sabahın köründe. Kendi belleğime güvenerek sağ yola girdim.
Hep ama hep yokuş iniyordum bakımlı kesme taş yolda. Dağ denen de kayalardan
ibaretti.
Bir ören yeri tabelası gördüm ama mesafesini bilmediğim için
aldırmadım. Hem bu saatte büfe filan olmayabilirdi. Sonra Kocahisar tabelası ve
köprüsüne geldim. Tarihi köprüyü çok duymuştum, çok muhteşem görüntüsü vardı. Yeni
yol bu köprünün yanından geçiyordu. Çok biçimsiz bir çıkışa geldim. Kısa
aralarla çok dik ve düz bir yokuştu. Yokuş çok dik olduğu için zorluyor ama
kısa olduğu için çıkılıyordu. Son yokuşu, aç karnına kaslarımı da
hırpalamamak adına yürüyerek çıktım. Yoldan geçen biri camcı
kamyoneti iki araç sürücüsü götürmeyi teklif etti, teşekkür edip savdım
başımdan. Sonra Nemrut dönemi bir yapının yanından geçip artık düzleşen yolda
Kahta’ya girdim.
İlk iş olarak para çekmeye giderken
yoldaki esnafa lokanta sordum. Hepsi de önce geçtiğim lokantayı önerdi. Bir
kelle paça, ardından yarım kelle paça, bir köfte ve piyaz açlığımı ancak
bastırdı. Tatlıya da zorla hayır dedim.
Adıyaman yoluna dönerken köşedeki
kahvenin önündeki kalabalığın arasında, henüz Covid 19 olmadığı için oturdum.
Birkaç çay içtim. Adıyaman Öğretmen Evi’ne telefon ettim. Yer yokmuş.
Bisikletle geliyorum, önereceğiniz bir pansiyon veya otel var mı diye sorunca,
gel bir şey yaparız dedi karşımdaki görevli. Bisiklet, bisikletli sevgisi bir kere
daha bir kapıyı açmıştı.
Yolda onlarca kavun satıcısı vardı.
Bir kamyonetin arkasında durdum. “En küçük kavunu kes nasılsa hepsini
yiyemeyeceğim” deyince, beni kamyonetin arkasına götürdü. Daha önce kestiği bir
kavunu önüme koydu. Muhabbet ettik uzun uzun. Suluklarımı da onun soğuk
termosundan doldurdum. Ben kavunu yerken aralıklarla iki araba durup kavun
aldı. Kavuncu, “Abi ayağın uğurlu geldi hiç peş peşe satış yapmamıştım, zaten
sabahtan beri neredeyse boş bekliyoruz hepimiz” dedi. Ben bunu geçenlerin
gördüğü bisiklete yordum ama bir şey söylemedim.
Adıyaman’a siyasi örgütlenme için 1978
de gelmiştim bir kere. Merak ediyordum, acaba bir yeri anımsayabilecek miyim
diye. Her yer yabancıydı. Öğretmen Evi’nde tahmin ettiğim gibi iyi karşılandım.
Görevli, üç yataklı yeri bir yatak fiyatına ve memur emeklisi fiyatına verdi
bana hiçbir şey sormadan. Küçük girişin geri kalanı lokantaydı. Yan tarafında
büyük bir çay bahçesi vardı. “Bisikleti oraya koy bir şey olmaz” dedi. Ben yine
de dipte bir zula bulup oraya koydum bisikletimi.
Önce banyo, sonra aşağıya inip ertesi
gün için yiyecek aramaya çıktım. Biraz da dolaştım etrafı. Tüp yoktu, artık
sabah sıcak bir şeyler yiyip içemeyecektim. Güneş panelim arka bagajda, telefon
gidonda olduğu için uzun bir uzatma kablosu aldım. Çok büyük, toptancı benzeri
bir yerden yumurta dahil tüm ihtiyaçlarımı giderdim. Dönerken evin alt
sokağındaki künefecide de bir künefe yedim. Yumurtaları öğretmen evinin
altındaki lokantada yemek yerken pişirttim. Çok erken yola çıkacağım için çay
bahçesi kapıları kapalı olabilirdi, sordum. Yukarı kapıyı içerden şöyle
açabilirsin dedi öğretmen evindeki değişen görevli. Sonra çay bahçesinde bir
çay ve maden suyu içtikten sonra, uyku gözümden akarken bir duş daha alıp
yatağıma uzandım.
Sabah erken kahvaltımı odamda yapıp
sıcak bir çayı yola bırakarak indim. Sokaklar boştu, caddeye çıkıp bir süre
gittikten sonra, sağ yanda Hükümet Konağı’nı gördüm sağda. 1978’de buraya
gelmiş, vali yardımcısı arkadaşımı ziyaret etmiştim. Bina aynıydı, hiç
değişmemiş gibiydi. Zaten tek tanıdığım yer de burası oldu Adıyaman’da. Çok
keyifli bir günümdeydim, keyifle pedallıyor, rampaları keyifle çıkıyordum.
Biraz zaman geçsin nasılsa bir köye rastlar çay da içerdim bu keyfimin üstüne.
Suyum bitti, çeşme bakınıyordum, ama yoktu. Bir yokuşu hızla inerken sağda bir
çeşmeyi son anda fark ettim, geçtiğim için de dönmedim. Biraz sonra Şanlıurfa
sapağı vardı. Yolun sağında da bir baraka ve üç kişi oturuyordu. Girdim. Biri
kız iki öğrenci araba bekliyordu. Bir bardak çay söyledim, çok kötüydü,
ikinciyi söylemedim.
Tut ilçesi sapağının hemen solunda
bir köy vardı, yolun kenarındaki okulun yanında da cami. Girdim, camiden su
alırken okul bahçesi duvarının öte tarafında “Gel okuldan al su, hem semaverde
çay demledik içersin” dedi öğretmen.
Bahçede 11 öğrenci oyun
oynuyorlardı. Duvar dibindeki ağacın altında da caminin hocası, bardaklarımıza tüp
gaz ocağının üstündeki demlikten çay koydu. Çocuklar bisikletin etrafını
sardılar. Öğretmen çok sevecen bir üslupla bisikleti ellememelerini söyledi
çocuklara. Ben kalktım ne merak ediyorsanız sorun dedim. Bir bisiklette çocukların
merak edecek şeyi ne çok şey varmış! Sohbet ederken dört çay içmiştim, kalkmak
istedim, bırakmadılar. “Senin için semaver demledik” dedi ikisi birden. Bir
buçuk saat sonra ancak vedalaşabildim.
Yemek molasını Gölbaşı’nda
verecektim. İniş çıkışlı, ama buraya kadar geçtiğim geçitleri düşününce oyun
gibiydi. Vites sorun yaratıyordu, Malatya yolunda küçük tornavidayla iyi sıkamamıştım
anlaşılan. Girişte hemen solda tamir atölyeleri vardı, birinin önünde de 3-4
kişi oturmuş laflıyordu. Selam verip tornavida sordum. İçerden istediğini al
dediler. Sonra lokanta sordum. Tarif ettiler. Otogarın içinden geçip sola
döndüm temiz bir lokantada karnımı doyurdum. Kasadaki ellili yaşlardaki
lokantanın sahibi geldi “Çay içer misin?” dedi, karşıma oturdu. Demokratmış,
seksenli yıllarda kaçıp buraya yerleşmiş. Biraz sohbet ettik, bana dinleneceğim
park yerini tarif etti. Park küçük, ama bakımlıydı. Bir de büfe vardı. Uç
köşeye matımı serdim maden suyu almak için büfeye gittim, dondurma varmış bir
de dondurma aldım. Hava sıcaktı, ağacın gölgesi iyi gelmişti. Bir saat sonra
büfeci kadın gelip bir isteğimin olup olmadığını sordu, teşekkür ettim. Medeniyet
başka bir şeydi. Kadınların sokaklarda bile hiç görünmediği yerlerden, büfe
işleten kadınların olduğu yerlere gelmiştim.
Artık karnımı doyurmuş, dinlenmiş
bir halde yol alıyordum. Su almak için yanında bir çeşme gördüğüm benzinciye
girdim. Marketin önünde ikisi benzinci dört kişi oturuyordu; çağırdılar, taze çay varmış. Sohbet ederken benzinci “Dün
tam bu saatte, uzun saçlı bir bisikletçi daha geçti” dedi. Tarifinden Ferdi
olduğunu anladım. Çağırmışlar gelmemiş, çeşmenin önünde telefonuyla oynamış. Beni
yalnız bıraktığı için kendisini kötü hissedebilirdi, araya zaman da girerse
soğukluk oluşur diye düşündüm. Konum gönderip “Dün aynı saatte seni çaya
çağırmışlar gelmemişsin, güzel çayı ve sohbeti kaçırmışsın” diye mesaj attım.
Hemen cevap yazdı. İyi olmuştu bu rastlantıyı değerlendirmem. Turdan bir ay
sonra, kasım ayında Bartın Bisiklet Festivali’nde, kalabalığın arasında beni
gördüğünde adımı seslenerek yanıma gelmiş, sarılmıştık.
Pazarcık’a girdiğimde hava
kararmıştı. Yemek ve kamp yeri bulmalıydım. Haritalar, çıkışta bir park gösteriyordu.
Sağda bir bisikletçi dükkânı vardı, kapatmak için temizlik yapıyorlardı. Girip
sordum. Kamp yeri için parkı önderdiler, “Dün de bir arkadaş geldi o da orada
kalacaktı, bisikletinin jantı bozulmuştu, bizim öbür dükkâna gönderdik”
dediler. Anlaşılan Ferdi’nin Malatya’da tamir edilen jantı tekrar bozulmuştu. Yol
üstündeki lokantada yemek yiyip, sabah erzakımı alarak parka gittim. Büyük bir
parktı, en ıssız yere çadırımı kurdum, tam yatarken aklıma Malatya’daki
otomatik sulama gelince telefon açıp Ferdi’ye sordum. Sabah tankerle
suluyorlarmış.
123 Km. Çıkış 480 metre
Hava güzel, uykumu almışım, keyfim
tıkırında, düz yolda gidiyorum büyük keyifle; hani becerebilsem türkü
söyleyeceğim. Sabah kahvaltısında sıcak bir şey içmemiştim. Gözüm ilerilerde
köy arıyordu çay içebileceğim.
Narlı’dan durmadan geçtim. Bazen
böyle yapıyorum, keyifle pedallamak daha cazip geliyor anlaşılan.
Türkoğlu sapakta sağ Kahramanmaraş,
sol benim yolumdu. Tam sağ karşıda bir çay bahçesi vardı. Gittim. İçerde kirli
biri, pencerenin önünde tavuk doğruyordu. Girmedim döndüm, zaten müşterisi de
yoktu, çayı olsa bile mutlaka bayattır. Yolumun üzerindeki karşı köşede “Mado
dondurma cafe çay” yazan yeri gördüm. Temiz ve kaliteli döşenmiş bir yerdi.
Beni karşılayana çay sordum, içeriye “Oğlum bize iki çay getir” dedi. Böylece
biz Hasan Bey’le oturduk, sohbete başladık. Meraklıymış hem bisiklete hem
doğaya. Sorular sordu açıklamaya çalıştım. Kibar biriydi, soramıyordu ama
yediklerimi, ocağımı merak ettiğini anladım. Ocak takımını getirdim, üçüncü
güzel çayımı içerken. Sonra dondurma getirtti, yanına da dört parça tatlı
koydurtmuştu. Dondurma sigara paketinin yarısı kadar ve keskin köşeleri vardı.
Çatalı şöyle dokundum, sertti. Bıçakla keserek yedim, hayatımda yediğim en
güzel dondurmaydı. Hasan Bey Mado’nun ortağı olabilirdi. Ardından kahve geldi.
Kalktığımda hesap verme sıkıntısı yaşıyordum, beklediğim gibi ısrarla hayır
dedi. O’nun ısrarı baskın çıktı. Anadolu’nun iyi ve meraklı bir insanı daha.
Bunları tek tek anlatmıyorum, o kadar çoklar ki.
Şekeroba’yı geçip Nurdağ’a iyice
yaklaştığımda otoban kavşağındaki benzincide mola verdim; sıcak su alıp kahve
yaptım. Yol bundan sonra inişli çıkışlıydı, ama geldiğim yola bakınca dümdüz
sayılırdı. Zaten hızım ve molalarım da bunu gösteriyordu. İnsan uzun turlarda
bir süre sonra teknik konularda otomatikleşiyor, pratikleşiyor, kısaca
alışıyor. En olumsuz yol ve hava şartları bile insanı etkilemiyor. O yüzden hep
söylerim, en zoru yola çıkmaya karar vermek ve çıkmak, ikinci günden sonra her
şey kolaylaşıyor.
Bu günden sonra bir günlük yolum
kalmıştı. Selim’le Bayburt civarında haberleşmiştik. Dostların ve evin
sıcaklığını henüz hissetmiyordum, ama yakındı. Bir yokuşun üstünde jandarma
çevirmesi vardı. Herkesi durduruyordu. Ben yavaşladım, “Nereye?” diye sordu
Antakya dedim. “Devam et senin yolun daha uzun” dedi gülümseyerek.
İslahiye’ye girdiğimde öğlen olmuştu
ve hava da çok sıcaktı. Kendimi çok iyi hissetsem de istirahat gerekiyordu. Yol
üstünde yanında market olan lokantaya girdim, yemek de hesap da güzel değildi.
Marketten bir şeyler aldım, park sordum, yandaki sokağın yukarısını tarif
ettiler. Çıktım, pazar yerini geçince bakımlı bir parka geldim, ama gölge
yapacak kadar büyük ağacı yoktu. Hemen girişte iki metre boyunda, koyu
yeşillikli bir bitki vardı, gölgesinde de bir köpek uyuyordu. Matımı sessizce
yanına serdim, ikimiz de sığardık ama o rahatsız oldu, kalktı. Kalması için dil
döktüm, ama ikna olmadı, sakince gitti. Herhalde iyi küfür yemişimdir. Uzandıktan
biraz sonra orta yaşlı biri geldi, “Bir ihtiyacın var mı yemek yedin mi?” diye
sordu. Teşekkür ettim, “İstersen ihtiyacın olduğunda araman için telefonumu bırakayım”
dedi. O güzel insanlardan biri daha. Denir ki “İnsanları sana davranışına göre
değil ihtiyacı olanlara davranışına göre değerlendir.” Bu değerlendirmelerimi
bireysel olmadığı, hiçbirinin beni tanımadığını bildiğim için rahatlıkla
yapıyorum.
Otururken yolun bozukluğunu
unutmuştum anlaşılan, kısa zaman sonra pişman oldum orada kalmadığıma. Neyse ki
bir süre sonra artık bitirilmiş yola ulaştım. Keyfim de yerine geldi. Akşam
yaklaşıyordu, 100 km’yi çoktan devirmiş, artık uygun bir kamp yeri bakıyordum.
Sonra Hassa’ya yaklaştığımı fark ettim. Hızlandım gece olmadan varayım diye.
Yoldan Hassa’ya çıkıştaki 1 km’lik yokuş beklemediğim için sevimsizdi. Girişte dükkânı
kapatan birine sordum, “Park en uygunu, ama yine de sor” dediler. Park çok
büyük, yemyeşil ve bakımlıydı. Hemen girişte bir borudan bilek kalınlığında su
önündeki yalağa akıyordu. Arkasında da bir kulübe önünde banklarda oturanlar
vardı. Selam verip oturdum. Çayımı içerken parkın en sessiz yerini sordum çadır
kurmak için. Burada kuramazsın yasak dediler. Ben bu yasağı dinlemeyeceğimi,
istediğim yere de çadırımı kuracağımı, engel olunursa da bunun ayıbı Hassa’ya
yazılır dedim. Biri güvenlik kulübesinin yanına kurabilir dedi. Telefonlar
edildi aşağıdan güvenlik görevlisi geldi. Biz beraber gittik, güvenlik kulübesinin
üstündeki en uygun yere çadırımı kurdum. Sohbet sırasında anladım ki burası
Suriye sınırıymış, sınırı geçenleri engellemek için karşı çıkmışlar bana. Dört güvenlik
görevlisi vardı, ben de bisikletimi kulübenin önüne park ettim. “Hemen parkın
girişinde dürümcü var, orada bir şeyler yiyebilirsin” dedi biri. Dürüm hem
güzel, hem de çok ucuzdu.
Bu sohbetler sırasında öğrendiğim
bir bilgiyi de satayım şimdi: Padişahın biri ordusuyla sefere çıkmış, askere
yeni katılan acemi erlerin eğitimi için bunları ıslah etmek üzere İslahiye’ye, sonra da kendisi Has ordusuyla
buraya, Hassa’ya yerleşmiş. İsimler buradan geliyormuş.
80 km. Çıkış 335 metre
Son günümdü. Akşamına tekrar kurmayacağım
için sabah çadırımı düzgün toplamam gerekmiyordu, ama alışkanlık ağır bastı. Her
şeyi yerli yerine yerleştirip, belki çay bulurum diye girişteki çay ocağına
gittim. İki kişi daha vardı, onlar sordular çay hazır mı diye, “olmak üzere”
cevabı 15 dakikaymış. Nemrut’tan beri ilk defa sıcak bir şey içerek kahvaltımı
yapıp yola çıktım.
Bir kilometre gitmeden bisikletin
dengesi ufak ufak bozulmaya başladı. Lastik patlamıştı. Kocaman bir deve dikeni
batmış. Yeni lastikle değiştirip yola koyuldum yine keyifle. Kırıkhan’a girdiğimde
biraz dinlenmek ve çay kahve bir şey içmek vardı aklımda. İçerilere girdim
kahve yoktu. Cadde üzerinde kamyonları görmüştüm sıra sıra. Mutlaka kamyoncu
lokantası ve çay ocağı vardır diye bakınınca yolun karşısında ağaçların altında
gördüm aradığımı. Bahçeye girdim, bir soda ve çay içip, kahve sordum. Kahve de
beni olağanüstü şaşırttı; çok güzeldi. Kamyoncular ağzının tadını bilir denir,
doğruymuş.
Epey gittikten ve bir yokuşu
çıktıktan sonra yol kenarındaki ağaçların arkasında uzanıp dinlendim biraz. İyice
yaklaşmıştım. Serinyol’a geldiğimde artık geldim dedim, çeşmesi olan bir
benzinciye girdim. Çay demlemiş personel, bana da ikram ettiler. Selim’i arayıp
konum göndermesini istedim, 13 km yolum vardı. Yola çıktığımda beni şiddetli
bir rüzgâr karşıladı, tam da karşıdan esiyordu. En kötüsü de trafik başlamıştı
ufaktan. Çok ama çok zorlanarak yol alıyordum, neredeyse iki kilometrede bir
nefes nefese kalmış şekilde mola veriyordum. “Artık geldim” psikolojisine erken
girmem iyi olmamıştı. Beni asıl yoran, bu düşünceye erken kapılmamdı. Asi Nehri
yanından pedal çeviriyordum, trafiğin içinde. Köprüyü sola dönüp Eski kente
girdim. Kestirme yol olan ara yola girdiğimde kaydım. Eski sokaklar taştan
döşenmiş, ortasına su gideri için yine taştan açık oluk yapılmıştır Antakya’da.
Taşlar da ıslak olduğu için bisiklet üstünde gitmem olanaksızdı. Elimde sürerek
yürüdüm. Yan yana olan kilise ve camiyi geçip karşı sokağa girince Selim camı
tıklattı.
Bisikleti merdiven boşluğuna koydum. Giyeceklerimin bulunduğu heybeyi alıp içeri girdim. Aytaç’la Selim ellerini hoş geldin diye uzatsa da, durun bir temizleneyim dedim. Gerçekten kan ter içinde kalmıştım, bırak sarılmayı ellerini tutacak vaziyetim yoktu. Olduğu gibi banyoya girdim, çıktığımda mutfaktaydılar, sarıldık. Yandaki evde oturan annenin elini öpüp eve geldik tekrar.
Onlar beni Antakya’da nerelere götürsünler diye konuşurken, “O zaten 15 gündür çok fazla ve yeteri kadar güzel yer gördü. Biz onu Antakya yemekleriyle ağırlayalım” fikrinde karar kılmışlar. Aytaç da “10 gün bir yere gidemezsin” deyip bütün itirazlarımı ve pazarlık etme çabalarını dinlemeksizin kabul etmeyince, “Bu 10 gün boyunca ben kim bilir kaç kilo alacağım” diye düşünmeden edemedim. Antakya’ya vardıktan üç gün sonra tartıldığımda, İstanbul’dan yola çıktığımdan beri 8.5 kilo zayıflamış olduğumu gördüm.
Ben buraya kadar yol boyunca gördüklerimi
anlattım; yediklerim de bana kalsın izninizle.
İstanbul’a dönüş için beni
uğurlamaya Aytaç ile Selim de geldiler. Bu güne kadar en anlayışlı, hatta
olağanüstü bir otobüsle bisiklet taşıma gördüm. Hiç itiraz etmeyen HAS Turizm’in
görevlileriyle birlikte yerleştirdik eşyalarımı. Vedalaşıp ayrıldık.
Anadolu’yu “Hep Kıyıdan Datça Turu”yla
solundan geçmiş, bununla da ortasından aşağıya inmiştim. Niyetim de 2020 de
Hopa – Hakkâri turu idi. Ama pandemi eve mahkûm etti, hayaller seneye kaldı.