İki Tekerle Özgürlük.
Bir film vardı izleyememiştim, adı
“Tanrılar Çıldırmış Olmalı” idi. İsmi çok çarpıcıydı, aklımda kalmış. Bugün
yaşadığımız günler için şöyle dersem yanlış hiç olmaz. İnsanlar çıldırmış
olmalı. Müslümanlar çıldırmış olmalı daha doğru olur sanırım. Vicdanın aklın
kilitlendiği günler yaşıyoruz. Vahşetin kol gezdiği, kanıksandığı, sessiz
kalındığı hatta onaylandığı ve teşvik edildiği bir dönemden geçiyoruz. Sadece komşularımız
ve ülkemiz değil dünya da böyle. Kesilen kafalar, katledilen çocuklar, işgal
edilen esir alınan kentler, sahillere vuran çocuk insan bedenleri, rahatlıkla
dün söylediğinin bugün tersini pişkinlikle haykıran politikacılar. Bunları ve
fazlasını her gün her saat izliyoruz, giderek içimize giriyor yaşıyoruz. En
kötüsü de artık kanıksıyor ve normal karşılamaya başlıyoruz. Bu vahşeti
onaylayan insanlar gösteriler düzenliyor desteklerini belli ediyor taraftar
topluyorlar. Bizler sessiz suskun bakıyor ve izliyoruz. Bu ortamda yeni bir
nesil yetişiyor, nasıl bir nesil olacağını düşünmek bile ürpertiyor.
Siyaseten de zor yıllar zor günler
geçiriyoruz, karanlığa, geriye doğru pupa yelken gidiyoruz. Her geçen gün
karanlığa doğru bir haberle oluşumla karşılaşıyoruz. Benim gibi tercihini
akılla inanç arasında aklıdan yana yapan ve bu doğrultuda daha iyi bir dünya
daha yaşanılır bir ülke için mücadele eden, bunun için de “ben” den önce “biz”
olan öylece de var olmayı becerebilen bir kuşak temsilcileri olarak çok daha
zor. En büyük zorluk da örgütlü bir şey, sonuca götürecek doğrultuda işe
yarayacak bir şey yapamamak. Bu insanı hepten zor durumlarda bırakıyor.
Seçimler filan gibi zamanlarda o günkü şartlara göre en doğru bildiğimiz
doğrultuda aktif çaba harcasak da, günlük yaşamımızda yakın çevremizde bir çaba
içinde girsek de yeterli olmadığını biliyorum. Nesilden nesile taşınan örgütlü
siyasi bir mücadelenin sıcaklığı ve köklü değişiklikler bırakan değişimler
sağlaması olası değil. Kişisel çabalarımız da kendini tatmin etmekten öteye
gidemiyor. Sosyal medyada koltuğa yayılıp okunan bir yazıya bir satır da
açıklama getirip takipçilerine paylaşmak kendini tatminden öte ne kadar işe
yarıyor? “ben bilirim”den öteye gitmiyor. Üstelik de takipçilerin de senin gibi
düşünenler. Bazı arkadaşlarım olaylara yönelik kısa da olsa kendi yorumlarını yazmaları
olaylara açılım açısından yararlı ve doğru olsa da bir siyasi çatı altında bir
hedefe doğru verilen mücadele olmayınca sonuç çok da değişmiyor. Zinciri çıkmış
bisiklet gibi, çevir babam çevir boşa.
Bunları niye yazıyorum? Niye bir
bisiklet tur notlarının başına da üstelik kitaplar dolusu yazılan ve
yazılabilecek bir konuyu bir paragrafta anlatmaya çalışıyorum. Amacım siyasi bir
ayar vermek eleştirmek de hiç değil. Amacım zor zamanlarda birey olarak da
insanın günlük yaşamı dışında, kendine biçilenlerden başka yeni bir açılımla
klasik alışkanlıklardan sıkıntılardan kurtulma yollarının olabileceğini
söylemek, deneyimimi paylaşmak.
Bir laf var çok sevdiğim. Doğadan
uzaklaşanın kalbi katılaşır. Bu doğru bulduğum bir söz. Evet, sağlığımızın
şartlarımızın elverdiği oranda doğada olmaya çalışmak insanı rahatlatıyor,
insanın katılığını bakışındaki sertliği alıyor. Şimdi bana karşı çıkıyor belki
de küçümsüyorsun. Karşı çık ama denemende yarar var. Bir Eğe kasabası veya köyünün
sakinleştirici etkisi biraz da bu. Oradaki yaşamın daha çok doğa içinde olması
ve bunu sonucu da insanların daha sakin yaşamaları. Eh Eğe kasabasına gitmiyor
gidemiyorsam da bunu başka yollarla sağlamaya çalışmak da çok zor değil.
Notlarım seni sıkabilir. Sıksın.
Yine de oku bence, hatta kendini benim yerime koyarak okumaya çalış. 80-90 km
pedal çevirip, akşam bir kuytuda toz toprak içinde belki çamurda çantaları
boşaltıp çadır kurup, yerleştirip, yemek pişirip yattıktan sonra sabah tüm
bunları mutlaka bir düzen içinde tekrar toplarken bir de yağmura yakalanıp,
önündeki yokuşa yönelmenin hiç de imkânsız olmayacağını hatta alışınca nasıl
bir keyif olabileceğini düşün. Bitmeyen bir yokuşu, her dönemeçte artık yokuş
bitiyor diye beklerken döndüğünde bir yokuş daha çıkınca ve bu böyle defalarca
sen kan ter içinde kalarak sürerken yokuş bittiğinde soluklanıp içtiğin suyun
tadı, rüzgârın terli yüzünde yaptığı okşamayı, kuş seslerini toprak kokusunu
daha farklı seveceksin. Soluk soluğa pedallarken yolda ezilen bir yeşil kertenkeleyi
görüp acaba yaşıyor mu diye merak edecek belki de durup bakacaksın. Ne bileyim
ben belki sen de zehri kapar 3 kuruş verip iki teker edinirsin. Bilesin ki iki
teker üstündeyken aklında evirip çevirdiğin belki de bir yere sığdıramadığın
aklından da atamadığın düşünceleri bir yana bırakmak zorunda kalacaksın. Mecbur
kalacaksın çünkü o incecik iki teker senin tüm duyu organlarını esir alıp harekete
geçirecek, alışkanlıklarını değiştirecek. Evde telefon uzun süre çalmayınca
üzülüyorken, iki haftalık tur boyunca telefonunun hiç çalmaması bırak üzmeyi
hiç aklıma dahi getirmeyecek.
Yedi sene önce Marmara’yı kuzeyden
gidip Kazdağları’nı geçerek Eğe ‘ye gidişimizdeki notlarımda: “Bir de
Marmara’yı güneyinden geçip Yine Kazdağları’nı bu sefer daha doğudan geçmeyi
düşündüğümü yazmıştım. Yıllar geçti, birçok yere turladığım halde arkadaş
bulamayınca burası öylece kaldı gitti. Yol arkadaşları bulunca bu yıl bu
isteğim de gerçekleşti. Bu yazıda bu turun notlarını okuyacaksın, tabi, sabır
edersen. Biliyorsun ben doğa yürüyüşleri, dağ tırmanışları, pisiklet anılarımı
yazarken çenem düşüyor. İstanbul’da sabah yaptığım bir işi akşam unuturken bu
gezilerde her şey aklımda kalıyor. Ne kadar kısaltmaya çalışsam da uzattıkça
uzatıyorum. Kimse de bunu yüzüme vurmuyor.
Delikanlılığımda otobüs yolculuklarında
çok sinirlendiğim sorular vardı. Bunlar “memleket neresi?” ve “askerliği nerede
yaptın” sorularıydı. Bu soruların ardından anlamsız bilinen muhabbetler gelirdi.
Yıllar geçip yaşamda oldukça yol aldıktan sonra şimdi de özelikle pisiklet yolculuklarımda
mola verdiğimiz yerlerde “yaşın kaç?” sorusu yine beni sinirlendiriyor.
Ardından da yine klasik laflar oluyor. Biraz şaşkınlık ardından “göstermiyorsun”,
gibi sözler geliyor. Benden epeyce daha az yaşamış ama benim birkaç yaş daha
ilerimde görünen adama şunu söyleyemiyorum. Söyleyemiyorum ve sinirleniyorum,
bazen de bu sinirliğimi belli ediyor insanları kırıyorum istemeden.
Şu yanıtı, muhtemelen
anlaşılmayacağım için veremiyorum.
Ben her canlı gibi yaşamaya
çalışıyorum, böyle de yapmaya çabaladım yaşamım boyunca. Sokaktaki köpek gibi,
dağdaki kurt, denizdeki balık, havadaki kuş gibi hareket etmeye çalıştım,
olabildiğince sağlıklı doğal beslenmeye çalıştım. Çoğunlukla dayatılan,
öğretilen yaşam biçimleri ve davranışlar yerine kendi ihtiyacım olanı yapmaya
çalıştım. Şimdi de buna devam ediyorum. Beslenmem için gereken yiyecek alacak
paramı kazanmama ve bunu da hep becerememe rağmen yan gelip yatmadım,
yatmıyorum. Karnını doyurmak için koşuşturan, uçan yüzen her öğününde bunun
için çaba harcayan her canlı gibi, o öğün yiyeceğimi avlayacakmış, bulacakmış
gibi ben de hareket ettim. Ya işe koştum ya boşa ya da spora. Bu da bana
mutluluk verdi. Bunun, karizma denilen aptalca ağır adamlık özellikleri
edinmemi de yok eden bir davranış olduğunu biliyorum, bundan dolayı da mutluyum.
Şimdi de her öğün yiyeceğimizi, para yerine bizzat yiyeceğin kendisini, diğer
canlılar gibi kendi çabamızla edinmek zorunda kalsaydık bu gün de aç kalmazdım
sanırım. Ben normal yaşımdayım her şeyimle. Sen ise böyle yapmamışsın. Tüketmişsin
makineyi. Ben ne yapayım. Bir yandan makineyi tüketmişsin bir yandan da
mutluluğu kaybetmiş kalıplar içinde yaşıyorsun. Suratın asık, muhtemelen mutlu
olmayı mutluluğu aramayı da bırakalı çok olmuştur.
Bu dediklerim sadece gittiğimiz
kırsaldaki insanlarda geçerli değil, kentte de aynı, hatta daha hareketsiz bir
yaşam var. Bir de yaşanan yıllar çoğalıp, emeklilik denilen illet de boğazına
yapışmışsa çekiliyor kenara. Kahve kültürü varsa, işe gider gibi kahveye gidip
aynı saatte de işten gelir gibi eve dönüyor. Bu yoksa eşinin dizlerinin dibinde
ona yaşamı dar etmekle meşgul oluyor. Hele bir de geçmişinde politika ile
uğraşmışsa, memleketi kurtarmak için iki tek atmaya da gerek duymadan en derin
tahlilleri sıralayıveriyor peş peşe sosyal medyada.
Bu lafları ne kırsalda çoğunlukla
köylerde rastladığım insanlara ne de kentlerde konuştuklarıma diyemiyorum. Ama
neredeyse uğradığımız her yerleşim yerinde bu konuda bir şeyler konuşuluyor.
Konu çok zor iş taa oralardan buraya kadar ile başlayıp ilerlemiş yaşa geliyor.
İçlerinden şöyle dediklerini işitir gibi oluyorum çoğunlukla. Ben kendime
eziyet etmem. Bu davranışları sadece fiziki çabanın yadırganması değil. Bir de
öğretilmiş alışılmış davranış dışında bir şey görmeleri yatıyor. Yaşını başını
almış birinin köşesinde oturmak varken üstelik de bir bisikletle dağ bayır dolaşması
çok yadırganıyor. Çünkü alışılmışın öğretilmişin dışına çıkılıyor.
Bu konu gerçekte buraya
sığdırılamayacak kadar geniş bir konu, zaman ayarlayalım oturup konuşalım
istersen, uzun uzun. Ben iyice uzatmadan konuya, pedallamaya geleyim.
Bu sene gittiğim İğneada turunda,
14 kişiden biri de Özgür Akar’dı. Girişken genç bir arkadaş. O’nun ilk uzun turuydu.
İyi bir tur arkadaşıydı. Döner dönmez de anılarını yazdı fotoğrafladı. Eylül
başında da Marmara-Eğe arasında bir tur düzeleme planına başladı. Ben de Kazdağları
turunu önerdim. Onun aklından geçene de uyuyormuş zaten. Böylece Özgür’ün
önderliğinde tur ekibi, güzergâhı vs oluşmaya başladı.
Tur benim için yaklaşık 1000 km
olacaktı. Bunu yarısı bir hafta boyunca arkadaşlarımla Edremit’e kadar, sonra
yolda kimseyi bulmazsam, Altınoluk, Bayramiç, Çanakkale üzerinden turu yalnız tamamlayacaktım.
Bakalım turu tam olarak bitirebilecek miyim?
Tur için baştan kabaca bir rota
belirlenip plan yapılıyor. Ama yola çıkıldığında bu plana çoğunlukla uyulmuyor.
Yol değiştiriliyor, daha güzel bir yer bulunca o gün çok da yol alınmadığı
halde çok güzel bir yere rastlayınca hemencecik dere kenarına kamp kuruluyor.
Aksamalar ise genellikle hava şartlarından oluyor. Toprak veya araç trafiğinin
yoğun olduğu yollarda yağmur çok keyif vermiyor doğrusu. Yolun yokuşları ve
bozukluğu genellikle planımızı etkilemiyor. Lastik patlaması en sık
rastladığımız aksilikse, en seyreği ise kaza yapmak oluyor.
Özgür ve benden başka bu yaz
yaptığımız Kapıdağı turundan tanıdığım Ozan Çetin talip oldu tura. Böylece
Vatsap grubunda yazışarak hazırlığa başladık. Kurban bayramı tatili 9 gün
yapılmış, arkadaşlarım da bu tatilden faydalanacaklardı. Bayram sonrasındaki
pazartesi işbaşı yapacaklardı, sekizinci gün cumartesi dönmek üzere Akçay’dan
dönüş biletlerini aldılar. Yalova’dan başlayacağımız tur, Biğa’ya kadar tümüyle
Marmara kıyısından, Yenice Akçakoyun Köyünden sonra Kazdağları’nı zirvedeki Dalak
suyu ve yangın kulesinden geçip Edremit’e inecektik. Arkadaşlarım burada
ayrılacakları için ikinci haftam yolda kimseyi bulamazsam yalnız geçecekti.
Buna göre de malzemeler, giysi bunları koyacak eksik olan çantalar gerekliydi.
Çok da zaman alan ve oldukça da pahalı olan bu malzemeleri toplarken bir yandan
da yiyeceklerimi de hazırlamaya başladım. Kısa dağcılık deneyimimin etkisiyle
anlaşılan her akşam için bir ton balığı da dahil olmak üzere yiyecek stoklamaya
başladım. Sonra bir baktım benim heybe yerden kalkmıyor. Bu aklımı başıma
getirdi. Dağda yiyeceğini yanına almak zorundaydın, pisiklette böyle değildi,
mutlaka birkaç saat içerisinde büyük küçük bir yerleşim yerine gidebiliyordun.
Atıştırmalık dışında yiyecek taşımaya gerek de yoktu. Bunu bildiğim halde yaptığıma
göre muhtemelen dağları özlemiştim. İlk fırsatta bir dağa tırmanmak elzem oldu
artık.
Takım taklavat, arka heybe ön bagaj
heybe çadır mat filan derken sular hariç tarttım 18.5 kilo yüküm olmuştu, 15
gün boyunca taşıyacağım. Buna bir de 2 kilo su eklemek lazım.
Bu arada Özgür de Yenikapı Yalova
feribot biletlerimizi almıştı saat 09.45 e.
Önce Evden saat altı gibi çıkar,
Yenikapı’ya kadar 55 km yi pedallarım diye düşündüm. O yüzden de Özgür’e çok
erken saate bilet almamasını önermiştim. Yüklü şekilde antrenmana başlayınca
ardından da Özgür tur güzergâhının haritasını ve yükseklik değerlerini
gönderince bundan vazgeçtim, ilk gün çok dik yokuşlar vardı. Sabah vücudum daha
soğukken Büyükçekmece çıkışındaki Devebağırtan yokuşunu çıkmak hiç doğru
değildi.
Son kontroller son antrenmanlar ve
tur yaklaşınca heyecan da artıyor doğrusu ya, çocuk gibi oluyor insan. Keyifli
heyecanlı. Bunun kaçıncı turum olduğunu dahi unuttuğum, daha geçen ay bir tura
gittiğim halde dersin ki ilk defa böyle bir iş yapıyorum. Her zaman olduğu gibi
evdeki son gece çok az uyuyabildim. Özgür saat 08.30 da iskelede buluşmamızı
istemişti. Eh önderimiz o ise uyacaktık, çok erken bir saat olsa da. Akşamdan
pisikleti arabaya yükledim. Sabah kalkınca arabaya atlayıp Yavuz’un evi
Bakırköy’e gidip onu aldım. Yavuz beni Yenikapı feribot iskelesine bıraktığında
08.25 idi.
İçeri girdiğimde Özgür gelmişti.
Sarıldıktan hemen sonra bagajları kontrol ettik. Özgür’ün bana aldığı lastikli
bağlama ağı çok gevşek kaldığı için ince bir dağcı ipiyle arka bagajı bağladık.
Feribot saatine yakın Ozan geldi. Hiç sorunsuz bisikletleri feribota
yerleştirdik. Yukarı çıkıp kahvaltımızı yaptık. Muhabbetle birlikte Yalova çok
yakına geldi. İnip sağdan deniz kenarından üstelik de maviye boyanmış bir
bisiklet yolundan pedallamaya başladık. 5-10 dakika sonra ağaçların altındaki
çay ocağında yol sormak için ve çay için mola verdik. Bisiklet yolunu devam
edin ışıklardan sağa dönün bu sizi kıyıdan götürür dedi kahve komşularımız.
Bisiklet yolu bitti asfalta çıktık
epey sonra ışıklardan sağa dönünce yol biraz bozulsa da araç trafiği azaldı.
Yolun ara yol ve bozuk olması yokuşların da dik ve çok olduğu anlamına geliyor.
Şehirlerarası yollar belli bir meyille yapılıyor, yükseklikleri kırpıp
çukurları dolduruyorlar, yokuşları dolandırarak meyili azaltıyorlar. Ara yollarda
köy yollarında bu olmuyor. Eskiden kullanılan yol, belki de katır eşek yolundan
bir dozer geçirerek düzeltiyorlar, sonra burayı stabilize ve en son da asfalt
yapıyorlar. Böyle olunca da yol kısa olsa da yokuşlar dik oluyor. Araç yoğunluğu
yerine bu yokuşları kesinlikle tercih ettiğimiz hemen söylemeliyim. Bir de bu
yollar ne kadar kötü olursa bizi daha bakir köylere sıcak içten insanlara
götürüyor.
Bu yolun başı hem araç yoğunluğu
fazlaydı hem de yakında bir köyden geçmedik. Koru’ya da girmedik. Çınarcık
sapağındaki yol kenarında koltukların pufların sandalyelerin olduğu bir kahve
lokanta kırması bir yerde mola verdik. Soda çay molası, Ozan için kahve molası.
Parayı Özgür ödemiş, çok da pahalıymış.
Beni en korkutan ve sevmediğim yol
olayıyla yüz yüze geldik bir dönemecin ardında. Yola zift ve üstüne mıcır
döşemişlerdi. Daha yeniydi, muhtemelen ileride bu ekibe rastlayacaktık. Bu
mıcır sürüşümüzü çok kötü etkilediği gibi bir de karşıdan gelen araçların savurduğu
taşlar bize çarpabilirdi, Çarpsa da yüzümüze gelirse sakatlık çıkarabilirdi.
Araç geçerken kafamızı sağa çeviriyorduk zorunlu olarak.
Kocadere Şenköy derken yolda
Özgür’ün arka lastik patladı. Kapıdağı turunda 6 kere patlamış tüm çabamıza
rağmen patlamasına neden olan nesneyi bulamamıştık. Sert bir şeye basınca çıkıp
iç lastiği patlatıyor sonra dış lastiğin içine gizlendiği için de bulamıyorduk.
Özgür bunu hallettiğini söylemişti Anlaşılan halledememiş. Belki de yeni bir
nesnedir desek de kuşkulandık. Ben de Özgür’e bu lastiği atıp yenisin almadığı
için sitem edip üzdüm. Lastiği değiştirip devam ettik, bir süre sonra yine
inmeye başladı lastik. Bir benzincide fazla hava basalım dedik pompa bozukmuş.
O arada birkaç kilometre sonra varacağımız Esenköy’de bisikletçi ve yemek
yiyebileceğimiz temiz bir yer sorduk. Çok acıkmıştık, gücümüzü kaybetmemek için
protein ve karbonhidrat almak zorundaydık ve midemizin bozuk bir şey yiyerek de
bozulmaması gerekiyordu. Köyde iyi bir lokanta yanında bir de bisikletçi varmış
ne güzel.
Esenköy güzel bir yerleşim yeri.
Kıyı boyu uzanmış, oldukça da gelişkin şirin bir yer. Önce bisikletçiye gittik,
dış lastik yokmuş, Gemlik’te bulursunuz, Pazar günü de açık dedi.
Hemen yakınındaki aşçının da kadın
olduğu bize önerilen şirin bir lokantada tas kebabı yedik, taskebabı yerine bol
kepçe taskebabı desem daha doğru olur. Çok da lezzetli ve ucuzdu.
Ardından yandaki ağaç altındaki
çoğunluğunu kadınların oturduğu çay bahçesine oturduk. Garson genç ve çok
farklı biriydi. Temiz güler yüzlü, sempatik
konuşkan. Yurdum insanına hiç benzemiyordu. Sonra öğrendik Hollanda’da büyümüş.
Her neyse yaptığı kahve çok kötüydü ama.
Biz Kahvede otururken yola mıcır
döken karayolu ekibi ileriye doğru geçti.
Lastik ilk patladığında Ozan’ın
daha önce söylediği bir lastikçide içine lastik sıvatalım sözünden de
esinlenerek, bir yedek iç lastiği boydan boya yarıdan kesip, dış lastiğin içine
zırh gibi geçirelim fikri çıktı. Hemen de kahvede uyguladık. Böylece
bulamadığımız nesne bu aradaki lastiği delecek esas lastiğe ulaşamayacaktı. Başarılı
olduğumuzu da anlayacaktık.
Bizi hemen iyi bir yokuş bekliyormuş,
ama sonra daha düzmüş. Zaten genellikle yerleşim yerleri sonrasında yokuş
oluyor kıyı şeridinde, girerken de bunun tersi yokuş iniyorduk.
Yolumuzun üzerindeki belki de ilk
gece mola yerimiz Kumla’da kadim dostum Kemal Kızıltoprak’ın yeni tuttuğu deniz
kenarındaki evinde olacaktı. Onu aradım orada mı diye. Evdeymiş, bizi
bekleyecekti, ne güzel.
Artık Armutlu’ya kadar inişli
çıkışlı güzel ve oldukça ıssız yol bizi bekliyordu. Tek korkumuz Özgür’ün
lastiğinin çok sık patlaması ve vücudumuzun soğuması. Biraz da merak içinde
Esenköy’den yola koyulduk.
Kısa süre sonra yol ekibine
rastladık. Yine zift ve mıcır döşüyorlardı, neyse ki bu önceki kadar uzun
sürmedi. Kısa süre sonra kurtulduk.
Yalova’dan sonra ikinci uzun
molamızı Armutlu’da verdik. Dere kenarında belediye çay bahçesinde. Karşıdaki
fırından taze kraker aldım, çayın yanında iyi gitti doğrusu.
Özgür’ün lastik sorununu
halletmiştik ve bu bizi mutlu etmişti. Bugün çok az yol almıştık. Keyifle iki
gece konaklayarak geçelim diye Kazdağları geçişi için 3 gün düşünmüştük. Böyle
gidersek buna zaman ayırmayacak belki de bir günde bu güzel tarihi dağı
geçecektik pek de tadını çıkarmadan. O nedenle biraz daha tempomuz artmalıydı.
Fıstıklı Kapaklı, Narlı, Karacaali derken akşam oldu. Bana göre
Kumla’ya çok yolumuz vardı Ozan’a göre ise çok az kalmıştı.
Kemal’i aradım Büyükkumla’dan girin
sahilden Küçükkumla’ya kadar gelin, dedi. Farlarımızı ve arka sinyallerimizi yakmıştık,
hava iyi ama biz ilk günün de etkisiyle yorulmuştuk. Vücutlarımız henüz bu
tempodaki güç harcamaya alışmamıştı. Üçüncü ve dördüncü günden sonra her şey
normale dönecekti ama bugün henüz o gün değildi.
Doğrusu ya biraz da gerilmiştik,
gece sürüşü araç az da olsa çok keyifsizdi. Önümüzdeki dik yokuştan sonra artık
yokuş yoktu (güya) ama bir yokuş daha çıkıyordu. Birbirimizi yokuş başlarında
beklememiz gerekiyordu.
Özgür’le bir tepe üstünde beklerken
bizi geçen bir araba gitti ileriden geri dönüp yanımızda durdu, yardım
edeceğimiz bir şey var mı diye sordu. Teşekkür ettik, tekrar dönerek yoluna
gitti. Özgür akşam bu yaşlı çifti Küçükkumla’da çay bahçesinde görmüş. Böyle
şeyler insana insan olduğunu hatırlatıyor, içini ısıtıyor.
Bir ara Özgür öndeydi, ben
Büyükkumla tabelasını gördüm ama devam ettim arkadan Ozan da görmüş seslendi,
ben de Özgür’e yetişip uyardım döndük. Büyükkumla’ya sahilden girip devam
etmezsek ileride yokuşlar olduğunu daha önce araçla Gemlik tarafından geldiğim
için tahmin ediyordum.
Büyükkumla sahilden insanların
içinden uzun bir sürüşten sonra Küçükkumla çıkışına yakın Kemal’i gördük. Bizi
bekliyordu, her zamanki rahat tebessümüyle. Kumsalın kenarındaki küçük ama çok
şirin bir o kadar da sıcak döşenmiş evinin merdiven boşluğuna bisikletleri
bıraktıktan sonra, soyunup dökünüp yemek yemeye pideciye gittik.
Eve döndüğümüzde Ozan kumsalın
üstündeki balkonu görünce burada bira içilir deyip gidip bira getirdi. Ben
Kemal’in yaptığı rakıdan bir tek içtim. Onları kovalayıp, balkona matımı serip
yattım.
Sabah gidip kahvaltı yaptık. Eve dönüp
hazırlanırken Kemal bize bakarken “size yazık lan” dedi bütün içtenliğiyle. Çok
da etkilendik, yol boyu da bu sözü zaman zaman yineledik zaten. Kemal bir kıyak
yapıp Kazdağlarında Akçakoyun köyünde konaklayacağımız dostumuz Kemal Arıkan’a
1.5 litrelik pet şişede rakı koydu, bunu da taşımayı Özgür üstendi, benim de
teşvikimle.
Küçükkumla çıkışındaki kısa ama dik
yokuşu daha yeni yola çıktığımız vücutlarımız da soğuk olduğu için elde
yürüyerek çıktık.
15 gündür Eğe ve Marmara’da
pedallayan yine turda tanıdığım Ferdi Kızıl, Gemlik’te bize katılmak üzere
Otobüsle Kütahya’dan gelecekti. Onunla buluşacaktık, bir süre veya tur boyunca
bize katılacaktı.
Kemal bize sahilden gidecek yolu
ayrıntılı ve önemli bulduğu için defalarca Gemlik’te sanayi sitesini geçtikten
sonra Kurşunlu’ya döneceksiniz dedi.
Yola çıktıktan sonra Özgür Ferdi’yle
görüştü, Gemlik’e gelmiş, bizi sahilde kahvaltı yapacağı bir yerde bekleyecekti.
Gemlik’e girince aradık Ferdi’yi defalarca cebini açmadı, sahilden kentin
sonuna kadar gittik göremedik. Biz yolumuza devam etme kararı verdiğimiz sırada
temas kurabildik. Yolda yokuşun bitiminde bekleyecektik.
Kent çıkışındaki yokuşun daha
ortalarında yol kenarındaki incir ağacını görünce hemen durdum. İyi bir enerji
kaynağı incir. Vücudu da soğutmamak lazımdı, hemen yokuşu tırmanacaktık. Çok
durmadan ben yola çıkarken Ferdi arkadan arkadaşlara yetişti. Yukarıda
jandarmanın önündeki durakta bekledim. Ferdiyle selamlaştıktan sonra yola
koyulduk.
Kemal’in tarifi üzerine Kurşunlu’ya
döndük. Artık yeniden ara ve güzel yollara girmiştik. Gemlik’ten buraya kadar
yol güzel ama araç çoktu.
Yol ağaçlı bir yol. Çoğu zeytin ve
arada da incir ağaçları vardı. Bu da bizim ikide bir durmamız demekti. Ben önde
20 km ortalama hızla giderken Özgür biraz hızlanmamız uyarısı yaptı nedense?
Düz bir yolda tur için ideal hız budur zaten. Ben işaret edince Özgür öne
geçti, bir 5-10 dakika 22 km hızla gitti sonra yine düştü 19 km ye. Gençlik
işte.
Kurşunlu deniz kenarında uzanmış
bir yerleşim. Nedense deniz kenarına boydan boya duvar örmüşler 2-3 metre
yüksekliğinde. Böyle bir duvarın üstünde çay ocağında durduk, sodamızı çayımız
içtik, yorgunluk attık, Mudanya’ya doğru yollandık.
Öğlenleri çok ağır yememek lazımdı
ama bir yandan da kasların erimemesi için de protein almak lazımdı ve enerji
için karbonhidrat. Bu nedenle öğlenleri fazla olmamak kaydıyla tam buğday
ekmeği ve etli bir şeyler yemeyi tercih ediyorduk. Para nedeniyle de bunu olabildiğince
ucuza halletmeliydik.
Özgür önde girdi Mudanya’ya. Deniz
kenarında oldukça gösterişli bir kebapçının önünde durdu. Astıkları tablodaki
fiyat etiketinde yemeklerin karşılarındaki rakamları silmişlerdi. Yani bize
uygun değildi. Kenarda bir yerde lokanta bulalım diye Özgür önden pedalladı.
Sol tarafımız siteler, sağ tarafımız plajdı. Burada lokanta bulunmazdı, ama
Özgür düz yolda pedallıyordu. Yaklaşık 2 km gittik burada bulamayız arkalara geçtiğimiz
merkeze girmek lazım dedim. Özgür biraz da tepkiyle dönerken ben dönmüştüm
bile. Bir ara arkama baktım kalabalıktan göremedim arkadaşlarımı, biraz da aç
karnına 4 km pedallamanın getirdiği tepkiyle durmadım, ileride merkezde ara
sokağa girince bir sürü lokanta vardı zaten. Hemen birine oturdum, tas kebabı
söyledim (13 tl), vatsaptan fotoğrafını çektim ve konumumu gönderdim, gelsinler
diye. Görmediler. Yemeğimi yedikten epey
sonra haberleşebildik. Kumyaka’dalarmış. Ferdi çıkışta uygun bir yerde yemek
pişirmek için durup bizi beklemek üzere gitmiş.
Ben de sahile Kumyaka’ya doğru
pedalladım. Pazar yerinin kalabalığından kurtulup araç trafiğinde giderken soldan
ikisi birden bağırdılar. Bir balıkçının önünde durup yanlarına gittim, onlar da
yemeklerini bitirmiş çay içiyorlardı. Özgür’le birbirimize sitem alışverişinden
sonra yola koyulduk.
Mudanya çıkışında bir yokuş varmış,
hep söylediler rastladıklarımız. Gerçekte bir yokuş vardı ama arada sırada çok
dikleşmesinin dışında bizim gördüğümüz ve göreceğimiz bazı yokuşların yanında
ciddiye alınmayabilirdi.
Ferdi ağaçlı bir yerde yemeğini
yemiş bizi bekliyordu, ben selam verip geçtim soğumayayım diye, yokuş bitiminde
bir düğün salonun dağılmış yoğun araç trafiği vardı, bunları geçip düzde
durdum. Özgür nefes nefese gelip “ben bu yokuşa dalak patlatan adını koydum”
dedi. Anlaşılan tempo ayarlayamamış, yorulmuştu.
Yokuş da bitmişti ya keyifle
pedallayıp denize tepeden bakan bir sırtta duvarına üstüne oturup uzun uzun Marmara’yı
seyrettik keyifle muhabbet ederken. Ve tabii arkadaşlarımızı fotoğraflar
çektiler. Ben anasaygımdan bu işten uzak durdum hep yaptığım gibi.
Sonraki durağımız Zeytinbağı idi, Sonra
Esence. Esence’den sonra artık akşam olmuş oldukça da yorulmuştuk.
Marmara kıyılarsındaki köyler hep
bir koya veya denize açılan bir dere yatağına kurulmuştu. Bu nedenle her köye
girerken ve çıkarken oldukça dik yokuşlar tırmanıyorduk. Yine kamp yerimiz
Eğerce’ye geldiğimizde de böyle oldu. Gece konaklayacağımız yere tepeden bakıp
neredeyse çadırlarımızı kuracağımız yeri de belirleyip köye indik.
Eğerce küçük bir köy. Belli ki az
da olsa gelirlerini turizmden çıkarıyorlar.
Uzun ve geniş bir kumsal uzanıyordu köyün önünde. Böyle küçük yerlerde
gidip bir yere çadır kurduğumuz zaman orada yaşayanlar alınıyorlar bazen de
tepki gösteriyorlardı. Galiba biraz da “adam yerine koyulmadıklarını”
düşünüyorlardı belki de. Rastladığım ilk köylüye sordum nereye çadır kuralım
diye. O da ilerideki kahvede muhtar oturuyor o daha iyi bilir dedi. 4 kişi
vardı zaten kahvede biri muhtarmış, istediğiniz yere kurun dedi memnunlukla
muhtar. Kumların ortasında bir vaha gibi 3-400 metrekarelik bodur ağacın
altında çadırlar vardı, orayı gösterip burası sabah gölge olur, onlar birazdan
gidecekler orada daha rahat edersiniz dedi hemen önümüzdeki vahayı gösterirken.
Vahanın kenarında da plastikten çocuk oyun bahçesi vardı.
Hemen kahveye oturup soda ve
çayımızı içerken sohbet ettik muhtar ve köylülerle. Burası İstanbul’un tam
karşısıymış, gece veya sisi olmayan havalarda görünürmüş. Biz köy hakkında
bilgi aldık az da olsa, köylüler de meraklarını giderdiler her zaman olduğu
gibi. Ve yine gıpta ettiklerini de bir biçimde belirttiler.
Ağaçların altındakiler daha gidecek
gibi görünmüyorlardı, karanlık olmadan yerleşmek için çocuk bahçesinin önüne
çadırımızı kurduk. Ocaklarımızı yakıp çorbamızı makarnamızı pişirip ton
balıklarımızı üstüne serip akşam yemeğimiz yedik. Kahvenin yanındaki tekel
bayii bira dostu arkadaşlarımız için bir keyifti doğrusu.
Her köyde olan burada da kulaklarımızdaydı
sabah daha gün aydınlanmadan. Sahile koyulan hoparlörlerden çıkan yüksek
volümlü ezan sesi artık kalkmamızı söylüyordu. Akşam birayı biraz fazla kaçıran
arkadaşlar uyanmakta zorluk çekiyorlardı doğal olarak.
Sabahın o saatinde kahvesi gelip
çayı demlemişti. Herkes daha uyurken tuvalet ihtiyacımı giderip taze demli sıcak
çayı içerek güne başlamak için büyük keyifti. Kahvaltı sonrası yola koyulmak
üzereyken külüstür arabasıyla gelen seyyar satıcı ile kısa bir siyasi atışmadan
sonra yola koyulduk.
Haritalarımızda ve söylenenler
bundan sonra artık yolumuz oldukça düz ve dere-göl kenarlarından gideceğimizi
gösteriyordu. Zaten baştan aldığımız kararla dik de olsa hep deniz kenarı
yollarını tercih ediyorduk.
Hava kapalı da olsa yağış yoktu,
keyifle sohbet ede ede boş düz ve yeşil bir yolda pedallıyorduk 4 kişi.
Hafif bir yokuştan sonra Mesudiye
köyü sahilinde yol üstünde bir bakkalda bir şeyler almak ve soluklanmak için
durduk.
Bakkal güler yüzle karşıladı bizi,
kapının önünde sodalarımız içip sohbet ederken yolun karşısında sergilediği
kavunları gösterip, size iyi gelir ikram edeyim dedi. Oraya çöküp bakkalla
sohbet ederek çok da güzel bir kavunu midemize indirmemiz günümüzün
güzelliklerinden biriydi.
Yol boyu domates tarlaları vardı bir
kısmı verim düşük olduğu için terk edilmişti, insanı üzüyordu. Yine hep
rastladığımız yol boyu, incirler bizi çekiyordu. Bu gidişle birimiz bağırsaklarını
bozacaktı ya.
Yol güzergâh haritamızda da Ekinli
köyünden sonra denize akan bir dere boyunca kıyıdan 8-10 km içeriye doğru gidip
köprüyü geçip tekrar denize doğru gelmemiz gerekiyordu. Kıyıdan karşıya köprü
yoktu geçmek de olanaksızdı.
Pedalladık dere kenarından güzel
yolda yine gördüğümüz çeşme başında su içip soluklanarak. Bu çeşmelerin
bazılarının çevresi de çok keyifli oluyordu, hem manzara hem doğal bitki
örtüsünün bize sunduğu atıştırmalık bakımından. Bu mola da bunlardan biriydi
Hayırlar köyüne geldik, üç yol
ağzındaki büyük bir kahvede durduk. Çayımızı içerken, az önce beni arayan
Peyami ile konuştum, merak etmişti. Burada da sahil yolunu sorduk. Çünkü
Eğerce’de de sahil yolunun çok kötü olduğunu söylüyorlardı. Köylüler ikiye
ayrılsalar da yolu biraz da bilenler oradan gitmememiz gerektiğini tembihliyorlar,
Karacabey üzerinden gitmemizi öneriyorlardı. Bizim için yolun bozukluğu hiç
önemli olmasa da son güzelliğimiz olan Kazdağları keyfimiz ötelenebilirdi. Ferdi
de 16 gündür yollardaydı. Bizimle devam etme konusunda kararsız da Bandırma’dan
artık Çorlu’daki evine dönme hevesi hissediliyordu. Karacabey üzerinden gitmeye
karar verip kalktık.
Yol güzeldi, araç trafiği çok azdı.
Bu tür yerlerde keyifli, neredeyse bizi bekleyen köylüler yoktu. Nefes kesen
dik yokuşlar olmadan tatlı meyilli yollarda hep pedallamak da güzeldi tabii.
Karacabey’den sonra Bursa Çanakkale
yoluna girdik Yakında terk edilmiş bir benzinlikte toplandık arkadaşlarım
fotoğraf çektiler. Bu kısa moladan sonra artık sadece yolun güzelliği vardı,
çevre sahil gibi hiç değildi. Ferdi önden çıktı ben en arkada Ozan benim önümde
Özgür de O’nu önünde yola koyulduk. Bir süre sonra Ferdi hız yapmaya başladı,
turda enerjinin dikkatli kullanılması gerekiyordu, daha önümüzde 5 gün vardı
pedallayacağımız ve bir dağ geçecektik. Anlaşılan Ferdi biraz bize 15 gündür
yorulmadığını ve ustalığını gösteriyordu. Yaklaşık 25-30 km yüksek tempoda
artık nefes nefese sadece pedal çevirip yolla boğuşarak gidiyorduk. Önümüzde
uzun bir yokuş vardı, ekibi soluklandırmak öncünün yanlışını hatırlatmak
lazımdı. Uzun yokuşun altında hızlanarak en öne geçip yokuş sonundaki ağaçlıklı
benzinciye girdim. Arkadaşlar da peşimden girdiler. Bir de çeşme vardı
benzincide. Sodamızı çayımız içip uzun bir dinlenme sırasında Ferdi Bandırma’dan
feribotla Tekirdağ’a geçeceğini artık dönmek istediğini söyledi. Birlikte olmak
keyifliydi ama evini özlemişti ve yalnız pedalladığı için de ruhen de
yorulmuştu anlaşılan. Bandırma’da Ozan bize İskender ısmarlayacağını
söyledikten sonra yola çıktık.
Bandırma girişinde Ozan’ın lastiği
patladı, onardık. Çok yoğun trafik vardı, hiç istemeden Gönen sapağını geçip
şehrin içine doğru indik. Trafikte arada sıkıştığım için ekipten koptum. İskeleye
yakın bir yerde durdum, Ozan oldukları yeri söyledi telefonla sahile indim.
İskenderimizi yedik.
Bandırma’ya erken geldiğimiz halde
çok zaman kaybetmiştik, niyetimiz buradan çıkıp 35-40 km sonra kamp kurmaktı.
Ama hava da kararmaya başlamıştı. Kötü bir seçimdi turda trafikte kent içine
girip zaman kaybetmek. Üstelik de ceplerimizden otuzar lira para çıkmıştı.
Özgür Gönen çıkış yolunu sormuştu.
Yine feribot iskelesinden çıkıştaki o dik yokuşa vurduk. Yol konusunda Özgür’le
anlaşamasak da Özgür önde olduğundan ona onun peşinden gidip sapakta Ferdi ile
vedalaştık O Erdek’ten geçecekti feribotla.
Kentten çıkıp Bursa Çanakkale
yoluna girdiğimizde hava kararmıştı. Yol kenarındaki bir büfeye kamp yeri
sordum bilmiyordu. Trafik çok yoğundu, yol kenarında kamp yapmak keyifsiz
olurdu. İki benzinci varmış. 2 km sonraki Petrol Ofisine girdik, adam çok
ilgilendi ama kalacak yer yoktu, çimleri de o gün ilaçlamışlar tehlikeli olur
dedi. 5 km sonraki benzincinin yanında otopark da var orada rahat kalırsınız
dedi. Gerçekten de öyleydi. Ama
otoparkın altı iri çakıl olduğu için çadır kurmak için uygun değildi, kursak da
yatamazdık. Sorumlu elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışırken, otoparka
geldiğimde, Özgür benzincinin arkasındaki tarlaya gitmiş bizi çağırıyordu. Gerçekten
de zemini çok uygun bir yerdi. Hemen çadırları kurduk kafa lambalarımızın ve
benzinciden gelen ışığın altında
Benzincilerde kamp kurmak tuvalet,
su ve atıştırmalık bir şeyler almak için iyi oluyordu.
Ben su almaya markete giderken Ozan
da geldi yakında bira satan bir yer var mı diye. 4.5 km yukarıdaki köyde varmış.
Sabah erken yola çıkmak üzere
yemekten sonra ben yatmaya çekildiğimde Ozan ve Özgür biralarını içiyorlardı.
Sabah kalktığımda yol arkadaşlarım uyuyorlardı. Tıraş makinemi alıp benzincide
tıraş oldum, sonra gece ekibinin sabah gelenler için hazırladığı çaya ortak
oldum. Hepsi genç olan görevlilerle ahbap olmuştuk zaten, sabah gelenlerle de
bu sayıyı çoğalttık. Kamp yerine döndüğümde Özgür kalkmıştı. Çadırımız
topladık, bisikletlere yerleştirdik. Ocakta kaynattığım suyla yaptığım sabah
çorbasını içip benzinciye indik. Sabah ekibiyle sohbet edip çaylarımızı
tazeledik. Yol için de Gönen üstünden mi yoksa Biga üstünden mi gitme konusunda
değişik görüşler olduğu için tekrar soruşturduk. O bölgede avcılık da yapan bir
şoför kesinlikle Gönen üzerinden gitmememiz gerektiğini, Gönen’den sonra
yapılan barajın yolu çok kötü yaptığını söyleyince, bizim için çok da bir şey
değiştirmeyeceği için Biga-Çan yolu üzerinden gitmeye karar verip yola
koyulduk.
Bundan sonra öncü ben olacaktım. Yolumuz
Biga’ya kadar Bursa Çanakkale yolu olduğu için geniş ve düzdü. Yol da yeni
yapıldığından emniyet şeridi geniş ve temizdi. Bir uzun yokuşun sonuna doğru
yol kenarındaki incirler yine durmamıza neden oldu. Her yokuşun olduğu gibi bu
yokuşun da bir inişi vardı ve yol çok güzeldi. Yokuş aşağı benim MTB ile ve
yaklaşık 20 kilo yükle ilk defa saatte 62 km hıza ulaştım.
Tempolu ve sık aralarla kısa su
molalarıyla gidiyorduk. Bu bizi yormuyor ama iyi de yol gitmemizi sağlıyordu.
Sağda gördüğümüz yeşillikler içindeki benzinciye girip ilk uzun molamızı
verdik. Sodamızı çayımız içerken yan masalardakilerin de meraklarını gidermek
zorunda kaldığımızı söylememe gerek yok.
Yol boyu benzincilerde olan masaj
aletlerinden burada da vardı. Özgür masaj koltuğuna oturdu, ben de onu izledim.
Hep yadırgadığım bu koltuğa kalkınca ilk defa ben de oturdum. Zaten çaycının
verdiği para üstü 1 liranın teki bir tuhaftı, Özgür’le şüphelenmiştik, onu
attım.
Toparlanıp kalktık yola çıkmak
üzereyken Ozan’ın lastiğinin yine patladığını fark ettik. Tam yola
hazırlanmışken sevimsiz bir şeydi ama çare de yoktu. Tamiri yapıp yola revan
olduk tekrar.
Yol bazı yerde upuzun şerit gibi
uzanıyor. Buralarda şöyle düşünüyorum. Gördüğüm bu düz yolun sonuna kadar
mesafe kaç kilometredir? Km saatime bakıyorum genellikle de tutturuyordum.
Biga’ya kadar ufak molalarla pedalladık,
öğlen yemeğini burada yiyecektik. Ozan’ın lastiği arkada bir daha patladığı
için gelmemişti. Biga-Çan-Çanakkale yol kavşağında sağdaki kebapçıya girdik.
Özgür’le 600 gram et söyledik, et gelene kadar salatayı götürdük bir tane daha
söyledik. Etler geldiğinde birer parça da sucuk vardı. Özgür kaşla göz arasında
benim işlenmiş et yemediğimiz de bilmediği için bana da söylemiş.
Karnımızı doyurup lavabodan sonra
kapı önüne çıktım. Kenarda çoraplarımı çıkarıp, 1,5 litrelik suyla ayaklarımı
yıkadım, ayaklarım iyice yumuşamıştı, onları da güneşlendirdim iyice. Bu arada
Özgür mescitte uykuya yattı. Ozan da bu arada geldi.
Eski arkadaşım Bahri Demirkan’ın
bir zamanlar Biga’da hastanede doktorluk yaptığını duymuştum. Kumla’da Kemal’e
sormuştum bilmediğini söylemişti. Eski bir dostla buluşmak, kısa kahve ziyareti
iyi olurdu ama emin olmadığım için durmadık.
Çayımızı kahvemizi içip sapaktan
Çan yoluna dönüp devam ettik. Biga-Çan arası yol ilginç şekilde çok yeni ve şehirlerarası
yollar kadar genişti. İkişer şeritli gidiş geliş yanında emniyet şeridi de bir
yol kadar kadardı. Yine belli sık aralıklarla kısa su molası verip keyifle
yemyeşil doğa içerisindeki yolda pedalladık. Hiç köy içinden geçmediğimiz bir
çeşmede mola verip dinlendik, suluklarımızı doldurduk.
Öncü bendim, yol kenarında güzel
bir yer görürsem dururuz, bulunmazsa da Çan’da durmayalım ileride bir köyde
durup akşam nevalemizi alırız diye düşündüm. Gerçi yanımızda ton balığı ve az
da olsa makarna vardı, bu da bize akşam yeterdi.
Çan’da durmadan geçip kent
çıkışındaki yokuşa vurduk. Hep tempolu gelmiş, yokuşlarda da yokuşa göre çok
yavaş tempoyla çok pedal çevirerek vücudu yormadan çıkıyorduk. Burada da öyle
yaptım. Ama yokuş bitmiyordu ve sanki giderek de dikleşiyordu. İnat edip yokuşu
bitirelim dediysem de son hafif dönemeçte sağa doğru yokuşun hala devam ettiğini
görünce durdum. Arkadaşlarım da bu yokuşu beklemiyorlarmış, bize sürpriz oldu
epeyce yormuştu bizi.
Artık niyetimiz Yenice’de kamp
kurmaktı. Kalkım üzerinden Akaçakoyun’a erken varıp Kemal’in vaadi olan
kaplıcaya girip ağaçlar altında demlenmek için zaman kazanmaktı. Bir yandan da
yolu merak ediyordum. Düz ise sorun yok ama çok dik yokuşlar varsa zorlanmanın
da gereği yoktu.
Yenice’ye 15 km kala yokuş başladı
ve oldukça da dikti, öyle görünüyordu ki bu yokuş devam edebilir. 3-4 km
çıktıktan sonra sağdaki çeşmede mola verdik. Bu arada hiç köye rastlamamıştık.
Buralara çok yağmur yağmış, Kemal de bir gün önce bana söylemişti. Çeşme
başında oturacak yerler vardı, dinlendik biraz. Özgür bu gün 22 km ortalama
hızla 103 km yol geldiğimizi söyledi. Mesafe normal de hız biraz fazla, gerçi
yol çok uygundu.
Özgür’ün midesi bulanıyordu ve
kendini halsiz hissediyordu. Zehirlenmiş olabilirdi. Ama durumundan çok ciddi
bir durum olmadığı da anlaşılıyordu.
Dinlenirken buralarda kamp kurmaya
karar verdik. Çeşme çevresinde düz yer yoktu. Özgür’le Ozan önden yer bakmaya
gitti, ben suluğumu doldurup bisiklete yokuşta binerken taytım seleye takıldı
toparlayamadım yıkıldım. Dizimde hafif kanama vardı. Özgür az yukarıda orman
içine giren ormancıların eskiden açtığı yola girip bakmış, ben de girip baktım.
100 metre sonra hem yer düzgün hem de yerlerde çam yaprakları olduğu için çamur
değildi, bu da bizi çok rahatlatırdı. Döndüm, Özgür benim dizimin pansumanını
yaptıktan sonra ormanın içine çekildik.
Yerin durumundan dolayı epeyce aralıklı
tek sıra halinde dizildik. Ozan en ileride kalmak istemedi, onun yerine ben
geçtim, Özgürün çadırı ortadaydı.
Akşam ne yiyeceğimiz konuşmadan
Özgür halsizliğinin etkisiyle çadırına çekildi. Biz de zaten kendimiz çok aç
hissetmiyorduk, çerez atıştırıyorduk arada. Ben de çekildim.
Ozan’ın ışığının dolandığını
görünce kalkıp yanına gittim. Böyle ıssız bir yerde üstelik de çadırda yatmaya
alışık olmadığı için yadırgamıştı. Bir de çadır kurduğu yerde iki bal peteği
gördüğünü, onları aşağıya atığını söylüyordu. Böyle durumlarda lafın çok işe
yaramadığını bildiğim halde yine de rahatlatmaya çalıştım.
Gece yağmur başladı, kesildi,
sabaha karşı tekrar başladı. Uykum hafif çadıra vuran yağmur seslerinden ve en
sevdiğim doğada yapayalnız kalmanın benim üzerimdeki güzel etkisinden keyifle
uyanıyor, fermuarı aralayıp dışarıyı gözleyip kokuyu içime çekiyor, çevreyi
dinleyip tekrar çekilip uyuyordum.
Sabah kalkma saatimizde şans eseri
yağmur durmuştu. Çevre çok güzeldi. Çadırları toplayıp bizim demir atlara
yükledik. Hiçbir yerimiz çamur olmamıştı, iyi yer seçmiştik. Özgür’ün
halsizliği devam ediyordu, o önden gitti, Ozan daha kalkmamıştı ben onu
bekledim, birlikte yola çıktık.
Yokuş 3-4 km daha devam ediyordu. 2
yerde çeşmede kısa mola verip su içip böğürtlen yedim. Daha sonra yol düzeldi.
Özgür önden gidip Yenice’de bir eczaneden ilaç alacaktı. Biz arkadan
gelecektik. 4-5 km sonra benim lastik de patladı. Söküp yeni lastik takarken
Ozan geldi, birlikte pedalladık boş yolda laflayarak. Özgür Yenice’de börekçide
bizi bekliyormuş.
Yenice’ye girişte önce yan yola
girdik hatamızı anlayınca geri dönüp doğru yola girdik. Bisikletle geri gitmek
hiç de keyifli bir şey değil. Bu 2 km de olsa böyle.
Börekler güzeldi, çay güzeldi,
servis de iyiydi. Özgür hastaneye gitmek istemedi eczaneye gitti, ağrı kesici
ve vitamin alıp döndü.
Kemal aradı, Kalkım’a kadar eski
yoldan, minibüs yolundan gelin 7 km uzundur ama düzdür. Yeni yol kısa ama çok
diktir diye uyardı, ben de arkadaşlarıma aktardım. Kapıya çıktığımızda iki
yaşlıya Kalkım yolunu sordum yön gösterdiler. Özgür de eski yol mu yeni yol mu
diye sordu. Onlar da sakın eski yoldan gitmeyin 25 km uzun, yeni yol başta
biraz yokuş ama çok değil sonra hep aşağıya Kalkım’a kadar gidersiniz dediler.
Ses çıkarmadım.
Sapakta bir araç sürücüsüne
sordular yeni yolu ve yeni yola girdik. Bitmez bir yokuşmuş, birkaç kere
yürüyerek çıkmak zorunda kaldık. Tepedeki çeşmede ter içinde mola verip
çeşmeden su içip ihtiyaç giderdik. Yola çıktığımızda 10 yıldır kullandığım
termal suluğumu çeşme başında bıraktığımı anımsadım ama epey gitmiştik
arkadaşlarımdan kopmayayım diye dönmedim.
Biz bu zor ve uzun yokuşun
bittiğini, artık hep iniş sanırken peş peşe dik yokuşlar bizi bekliyordu.
Köylüye sormamak lazımdı, hele ki hiç araç kullanmamış köylüye. En sonunda
artık inişlere başladı. Bu yollar hep yemyeşil doğa içerisinde zaman zaman
tepelerden diğer dağların güzelliklerini gördüğümüz bol çeşmeli kuşlu böcekli
tam doğa içi yollardı. Zaten buralar Kazdağlarıydı.
Namzgah ve Ahiler köyünü direkt
geçtik molamızı Hamdibey’de verecektik. Hamdibey girişinde bekledim. Arkadaşlarım
yanlarında bir motosikletliyle birlikte geldiler. Motorcu genç buralıymış. Bizi
yolun kenarındaki 2 kahveden birine kahveye götürdü. İnsanlar çok yabaniydi.
İlk defa rastlıyordum. Bırakın sohbet etmeyi hiç de dostane bakmıyorlardı üstelik.
Çayımız içip yola koyulduk, motorlu
arkadaş arkadan gelip Kalkım’da bize yemek yiyeceğimiz ve kendisinin ısmarlamak
istediği iyi bir yere götürecekti.
Hemen sonraki Reşadiye’den geçerken,
Hamdibey’in tam tersine, durmadığımız halde yol kenarındaki biri bir teyze
olmak üzere dinlenme, bir şeyler içme daveti ve iyi yolculuk dilekleri aldık.
Yan yana iki köy ne kadar farklıydı.
Kalkım’da garsonun ve aşçının bayan
olduğu bir lokantada yemek yedikten sonra Kemal’i arayacaktım. Yemeğimiz yerken
Özgür’ün halsizliğinin devam ettiğini söylemesiyle, bir gün sonra Kazdağlarını
geçemeyeceği varsayımıyla, Oradan Akçakoyun’a uğramadan ve tabii ertesi gün
Kazdağı orman içi yollardan konaklayarak zirveden geçmeyi de daha sonraya
erteleyerek Edremit üzerinden her ikisinin de yakınlarının olduğu Akçay’a
gitmeye karar verdiler. Yolumuz bu turda burada ayrılıyordu. Ben artık yalnız
pedallayacaktım. Bu kararda, motosikletli gencin de orada sorduğumuz insanların
da Kaklım Edremit arası yolun düz olduğu, biri uzunca biri daha kısa iki yokuş
dışında düz olduğu zaten yarıdan çoğunun Edremit’e kadar bayır aşağı olduğu
bilgisi vermeleri etkili oldu. Vücudu dirençsiz kalan Özgür’ün çok fazla
yorulması doğru değildi.
Ben kasaptan akşam için et alırken
Kemal geldi, arkadaşlarımla tanıştı, O da Edremit yolunu önce anlatılanlar gibi
olduğunu teyit etti. Onları birlikte yolcu ettik.
Köy 6 km idi. Bisikleti Kemal’in
getirdiği kamyonetin arkasına attık, Akçakoyun’daki 30 sene önce de girdiğim,
ağaçlarının altında Kemal’le rakı içtiğimiz kaplıcaya geldik.
Kaplıcayı işleten Kemal’in dostu
bana bir oda hazırladı. Kemal evinden havlu filan getirmişti. Girdim. Önce ben
yıkandım terimi attım sonra bisiklet giysilerimi yıkadım. Suyu boşaltıp tekrar
doldurarak içinde girdim. 45 dakika sonra çıktığımda ayaklarım yere basmıyordu sanki
öylesine hafiflemiştim.
Arabaya binip daha kaplıcadan
çıkmadan bir sürpriz beni bekliyordu. Eski dostumuz Emin Turan sevgilisiyle
Yenice’ye bir otele gelmiş, duyunca da buraya gelmişti. Kemal’in köyün
dışındaki tümüyle Kazdağlarına bakan evine geldiğimizde, bacanağı Kemal’in
yapıp gönderdiği 1.5 litrelik rakıyı dolaba koyduk. Günün ikinci sürprizi de
telefondan Özgür’le Ozan’dandı. Kalkım Edremit arasında yol düzgün, iki tane yokuş
var biri uzun bir kısa ama çok değil demişti her sorduğumuz. Hiç de öyle
değilmiş, çok dik ve uzun iki yokuş varmış, biri 8 km olmak üzere. Bir söz
bulduk böylece. Bisiklet kullanmayana yol sor yokuş sorma.
Akşam mangalı yaktık 3 eski kadim
dost ve yeni tanıştığımız Cangül’le keyifli bir akşam geçirdik. Arada keşke
arkadaşlarımı da bırakmasam getirseydim dedim ama nafile, onla da akrabalarını
evinde aynı mutluluğu tadıyorlarmış zaten.
Nasıl bir uyku çektiğimi söylememe
gerek var mı?
Yalnız kaldığım için Kazdağlarını geçmemeye
karar vermiştim. Issız yerlerde bir kaza anında müdahale şansı olmadığı için riske
girmeye gerek yoktu. Bu geçişi aynı ekibi toparlanabilirsek doğanın yeni
uyandığı nisan ayında gerçekleştirecektik.
Akçakoyun köyü çevresi Kazdağlarıyla
çevrili geniş bir düzlüğe kurulmuş oldukça da büyük bir köy. Kenarından nehir
ve dereler geçiyor. Tarımcılık yaygın. Kemal’in, benim de kazmasına yardım
ettiğim 25 sene önce köye ilk defa deneme için ektiği çilek çok yaygın olarak yetiştiriliyor.
Köyde iki gün kaldım. Sabah yürüyüşe çıkıp, bir veya iki kere kahveye gidip
kahve içerek ve bir gün de arabayla Emin ve Cangül’ün de katılmasıyla Dalak
suyuna çıkarak geçirdik.
Sabah çok erken çıkmaya karar
verdiğim halde Emin ve Cangül sabah geleceklerini söyleyince onları bekledim.
Kahvaltıdan sonra vedalaşıp ayrıldık. Kemal da arabayla Burhaniye’ye Pirim’lere
gelecek, akşam orada buluşacaktık.
Eminler sebze ve çilek almak için
oyalanırken ben yola çıktım. Daha sonra Kalkım’a varmadan selamlaşarak beni
geçtiler.
Kalkım’da durmadım. Yol ufak iniş
çıkışlarla ve yemyeşil bir doğada siyah bir şerit gibi devam ediyordu.
Keyifliydi, hava güzeldi, zaman zaman bir dere kenarında gidiyordum. Çok da dik
olmayan bir yokuşu çıkarken sanırım bu dedikleri yokuşlardan biri olsa gerek
diye düşündüm.
“… Bre Vasili sen bu çorbacılardan
insanlara bir iyilik dokunduğunu hiç duydun gördün mü, daha değiş tokuşun
kokusunu almadan, hepimiz uykudayken, yuvadan pırrr, kimsenin ruhu duymadan uçup
gitmediler mi? Onlar, yaşadıkları sürece, bir kuytuda bitmiş som mavi çiçeğe
dokunmaya kıyamadan, gözleriyle olsun bir kezcik hiç okşamışlar mıdır,
iliklerine kadar sevinçten titreyip, iliklerine kadar bir mavi sevince
kesmişler midir? Bir yağmur yeli sonrası, inen iri damlalar dünyayı toprak kokusuna
boğmuşken, içleri pır pırr ederek, derin derin bu dünyanın güzel kokusunu
ciğerlerinin köküne kadar içlerine çekmiş, şu dünyaya, doğacak güne, toprağı
yaran filize, açtı açacak tomurcuğa, bir çocuğun kapıp koyverdiği gülüşüne
hayran kalmış, yaşama bir kez minnet duymuş, çok şükür dünyaya gelişimize,
demişler midir?...”
Şimdi yukarıdaki satırları okurken
nereden çıktı diyeceksin. Bazı ilginç rastlantılar oluyor. Bu notları yazmaya
başladığımda Yaşar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana kitabına başlamıştım.
Doğrusu içeriğini de bilmiyordum. Hepimizin bildiğimiz ama sadece bir tarihi bilgi
olarak aklımızda olan şekliye herhangi bir tarihi olayı mübadeleyi anlatıyordu.
Okumaya başladığımda bu topraklarda yaşanan bir acıyı ilk defa hissetmeye
başladım. Biraz da utandım doğrusu. Bildiğimiz mübadele sadece değiş tokuştu.
Bizdeki Rumlar Yunanistan’a oradaki Türkler de buraya göç ettirilmişlerdi.
Ayrıntısına girmeyince sıradan bir olay gibi. Ama kitabı okumaya başladığımda
binlerce yıl bu topraklarda yaşamış insanların onların hiç fikri de alınmadan,
bir ay içinde ve bir gün pat diye, her şeylerini maddi manevi her şeylerini
bırakarak terk etmek zorunda bırakılmalarını ve çektikleri acıyı duyumsadım. Yaşar
Kemal bunları anlatıyordu kitabında. Ben Kazdağlarında pedalladığım yerlerdeki
notlarımı yazarken geçtiğim bu topraklarda acı çeken insanların acı hikâyelerini
okumam denk geldi. Evet, o insanlar bu ve civar köylerden, Ege’nin kıyıya yakın
adalarından göç ettirilmişlerdi. Ben de bunu paylaşmak istedim.
Geleyim yine pedallamaya. Çok güzel
doğada pedallarken insan hem hız yapmak istemiyor hem de durmak istemiyor. Bir
mola yeri olursa üstü ağaçlarla kaplı o zaman durmak da elzem oluyor, zaten o
yerin tam en güzel yerinde de gürül gürül akan bir çeşme oluyor çoğunlukla, gel
de durma.
İki su soluklanma kısa molasından
sonra karşımda ağaçların arasından dağlar yükseklerde görünmeye başladı,
anlaşılan yokuşlara geliyordum. Önümde karayollarının %10 tabelasını görünce bu
kesinleşti zaten. Bu meyil ölçülerini
yokuşun başıyla sonu arasındaki ortalama meyil olarak alıyorlar. Örneğin bu
yokuş toplam 8 km, bunu bir kısmı düze yakın veya az yokuş, bazı yerler 17-18
derece dik, tüm bunların ortalaması oluyor %10. İşine gelirse
Yokuşa ilk giriş oldukça dikti.
Kendimi zorlamamaya çalışmama rağmen ilk çeşmeye kadar epey terledim. İlk
çeşmede su içip yüzümü yıkadıktan arabayla geçenlerin çoğunun selamlarına karşılık
verdikten sonra biraz yürüdüm, sonra pedalladım, giderek dikleşti, inmeyi
düşünürken yukarıda çeşmeyi görünce oraya kadar da pedalladım. Elimi yüzümü
yıkayıp su içip yokuş yaklaşık 17 derecelerde olduğu için yine yürüyerek yola
koyuldum, hemen ardından bir araç önce arkamdan geldi, sonra yanıma geldiğinde
Kemal’i gördüm, kuzeniyle gelmişti. Durup kısa sohbetten sonra yollarımıza
koyulduk. Bu yokuş böyle 8 km boyunca deva etti. Sonra bitti. Bir ders de
edinmiştim. Bisiklet kullanmayana yol sorup yokuş sormamak lazımdı. Bir süre
inişten sonra çok büyük ağaçlıklı bir kamp yerinden geçip sonra tekrar yokuş
çıktım, zirveye çıktığım belli olmuştu, artık önümde dağlar değil uzaklarda ve
çok aşağılarda deniz görünüyordu.
İnişin ortalarında bir çeşmede
durup uzun soluklandım. Özgür ve Cevat aramıştı, onları aradım. Özgür’le Ozan otobüsü kaçırmışlardı, bayram
dönüşü olduğu için bilet bulmak da çok zordu ve yol arkadaşlarım da bu zorluğu
doyasıya yaşıyorlardı anlaşılan. Ve yaşamışlar da.
Acıkmıştım. Edremit’te sulu yemek
yiyebileceğim bir yer aradım. Bayram tatili son günleri ve cumartesi olduğu
için birçok yer kapalıydı. Beyoğlu lokantası tabelasını görünce önünde durdum.
Doğru bir seçim yapmıştım. Yemek güzel ve hesaplıydı, zaten ünlü bir yermiş.
Bahise’yi arayarak evlerini sordum.
İki yıl önce Ayvalık taraftan arabayla evlerine gitmiştim, buradan bilmiyordum.
Yolun sol tarafında şehitlik var, onu geçince benzinlikten sağa gireceksin
dedi. Ben Edremit-Burhaniye arasını 3-5 km sanıyordum nedense. Yola koyuldum,
yol bitmek bitmiyor, pedalla pedalla düz yol olduğu halde bitmiyor. Beklentiyi
yakına aldığım için bunu hakketmiştim. Yaklaşık 25 km sonra solda şehitlik
değil şehitler anıtını ve sağda da yola çıkıp beni bekleyen Kemal’i gördüm.
Ter içindeydim. Bahise
üstümdekileri ve bagajdaki kirlileri alıp çamaşır makinesine götürürken banyoya
girdim.
Akşam Nurettin, Bahise ve Kemal’le
balkonda yedik yemeğimizi, yemekten çok muhabbet ettik desem daha doğru olur,
çok zaman olmuştu görüşmeyeli, özlemiştik, konuşacaklarımız birikmişti.
Sabah kahvaltıdan sonra, vedalaşıp
sahilden Ören üzerinden Zeytinli’ye Yalçın abiye doğru pedal çevirdim. Zeytinli
sapağını geçirmiştim, Akçay’dan geri döndüm. Yalçın Abinin evine gittim. Koah
hastalığına yakalanmış, halsizdi, tedavi için İstanbul’a gelecekti. Uzun
kalamadım, yemek yiyip kahve içtikten sonra vedalaşıp ayrıldım. Daha önce
Kazdağlarını geçip Küçükkuyu taraftan pedalladığım Altınoluk’a doğru ters yönde
pedalladım.
Altınoluk girişinde Hasan abinin
evine uğradım, evde yoklardı. Telefonları da bendeki eski kullanmadıkları
telefon olunca göremedim. Bisiklet
arkadaşım Miraç’ın az ilerideki Mavi Kum apart otel pansiyonuna yöneldim. Miraç
beni yolda karşıladı.
Hal bilen adamın hali başka oluyor.
Bana elini uzatmadan çok doğal ve sıcak bir hareketle bisikletime uzandı,
bisikletimi kendi bisikletine kilitledi, sonra bana uzandı öpüştük. Her yerde
karşılaştığım gibi şaşkınlıkla değil sanki demin gittiğim bakkaldan
geliyormuşum gibi davranıyordu, bir turcu olarak. Alacaklarımı aldıktan sonra,
sodamı çayımı ısmarladı, ardından otelinde kaldığı daireye çıkarak duşa girdim.
Akşam odasında balık rakı ve uzun
yol muhabbetleriyle ve tabii bisiklet ve memleket meselelerini konuşmakla
geçti. Sabah denize gittik.
Miraç’la birlikte iyi zaman
geçiriyorduk ama benim yola çıkmam gerekiyordu, daha en az 4 günlük yolum
vardı. Hava bozmuştu. Yağmur yağıyordu. Güzergâhım, Bayramiç-
Çanakkale-Tekirdağ üzerinden İstanbul’du. Bu yöndeki en zor ve kötü yer de
Küçükkuyu Ayvacık arasındaki hep dönemeç olan 15 km lik yokuştu. Bu yokuşta hiç
emniyet şeridi yoktu ve hep keskin virajlar olduğundan araçlar biri birlerini
geçemiyor konvoy halinde gidiyorlardı. Ben bu riskli yokuş yerine sahilden
Gülpınar üzerinden gidecektim. Yıllar Önce İbrahim’le Ezine’de buluşacaktık. İbrahim
Altınoluk’tan, ben ters yönden gelecektim. İbrahim’e o yokuşu ne yapı yapıp
bisikletiyle çıkmamasını söylemiştim. O da öyle yapmış Ezine’ye kadar otobüsle
gelmişti.
Akşam hava düzeldi. Ertesi gün öğlenden
sonra Çanakkale taraf şiddetli rüzgâr ve yağmur gösteriyordu meteoroloji
tahminleri. Tırsıp otobüsle dönmek de istemiyordum. Akşam Miraç’la otogara
gidip otobüs baktık Ezine’ye kadar, yer vardı ama bisiklet için mırın kırın
ediyorlar, otobüs geldiğinde bagajın durumuna göre filan diyorlardı.
Sabah Miraç’la denize
gitmedim. Bir gün önce bisikletimin
bozuk tozlu yollarda gelmekten dolayı gereken temizlik ve bakımlarını yapmıştık.
Miraç denizden döndüğünde ben bisiklet kıyafetlerimi giymiş gitmeye hazırdım. Ona
sürpriz olmuştu. Kahvaltı yapıp vedalaştık, yola koyuldum. Benzincilerde
Küçükkuyu’da kamyon otobüs bakacaktım yokuşu çıkmak için.
Kamyonlar kasalı geçiyorlardı çoğu
market kamyonuydu. Otobüs zaten hiç yoktu. Yokuşun başında 5 dakika bekledim.
Gülpınar yolundan gidersem akşama Bayramiç’e yetişemez hatta öğlen başlayacak
yağmur ve fırtınaya yakalanırım.
Kendimi yokuşa vurduğumda trafik
çok azdı. İyi gidiyordum. İlk soluklanma su molasından sonra trafik de zaman
geçtiği için yoğunlaşmaya başladı ve giderek arttı.
Daha yokuşun başlarında sağda küçük
bir köy ve ona giden yol gördüm. Benim kafam çağrışım yapmada ve uyarmada
ustadır. Arkadaşım Hamdi Olgunsoy’un burada bir evi vardı, tarifi aklımda
kaldığına göre bu köy olmalıydı. Zamanım olsa ne de güzel olurdu onları
ziyarete gitmek, karşılıklı birer kahve içmek. Böylece Biga’dan sonra ikinci
kere dost kahvesini ıskalıyordum.
Tümü dönemeç olan yokuşta bazı
yerlerde yol o kadar dardı ki kenar şerit çizgisi dahi çizilememişti. En kötüsü
de, karşıdan ve arkadan gelen araçlara aynı anda denk gelmemdi. Daha önceki
deneyimlerimden edinmiştim, arkadan gelen araçlar kadar önden gelen araçlara da
dikkat etmek gerekiyordu. Aynı anda arkadan da araç geliyorsa emniyet şeridi de
yoksa ya yoldan çıkmak ya da yolu ortalamak, arkadan gelenin seni
sıkıştırmasının önüne geçmek gerekiyordu. Yokuş boyu 3 kere böyle oldu. İlkinde
arkadan gelen TIR bitmek bilmiyordu, benim de yolum yoktu, gittikçe de damperin
tekerleri bana yaklaşıyordu, gidecek yerim de yoktu. Durabileceğim yer de kenardaki
70-80 santimlik dik şevdi. Ben durmayı düşünürken tekerler de bitti. İkincisinde
yolda yerim vardı, üçüncüsünde yine kenarda yer yoktu, sıkışmamak için yolu ortaladım,
arkadan gelen araçlar karşıdan gelen araçlar geçene kadar arkamda kuyruk
oldular. Bir bisikletlinin de yolda sağ şeritte aynı derecede hakkının olduğunu
bilmeleri de gerekiyordu zaten. Bu sıkıntılardan yokuşun dikliğini hiç
anlamadan 4 soluklanma su molasıyla araçların arasında bitirdim. Sonra bir
inişin ardından ufak bir yokuştan sonra bir çay ocağında kısa soda çay molasıyla
Miraç’a bilgi verip yola koyuldum.
Ayvacık’tan sonra yol çok keyifliydi.
Gidiş gelişli ikişer şeritli yeni yapılmış bir yol, emniyet şeridi de bir şerit
kadar geniş. Hava güzeldi, güneşli sıcaklık da bunlar kadar uygundu. Taa
uzaklarda Çanakkale taraflarında kara bulutlar görünüyordu ama ne gam. Bu
güzelliğin tadını çıkarmak varken.
Uzun turda kafa nefesle kaslarla
arasındaki uyumu sağlıyordu. Otomatiğe bağlamış bir tempoda pedallıyordum,
çoğunlukla sağ tarafımda veya karşımdaki işlenmiş yerlere, uzakta görünen
köylere, köy yollarına, yakındaki ağaçlar ve onların üstündeki kuşlar, her şey
çok güzeldi.
Ben böyle giderken yolun sol
tarafında bir hareketlenme oldu, kafamı çevirdim bir bisikletli, o da turcu el
sallıyor, heyecanlandım doğrusu ben de el salladım. Elini yumruk yapıp başparmağını
yukarı kaldırarak zafer işareti yaptı ben de yaptım. Çok keyif almıştım benim
gibi birini görmekten, gülümsemem kulaklarıma varmıştı eminim. 5 dakika geçmedi
bir turcu daha el salladı karşıdan yine ellerimiz salladık karşılıklı. Ben sağ
tarafın güzelliklerine dalmışken bir sesler duydum sol tarafımda, döndüm biri
önde bayan 3 bisikletli, bana sesleniyorlar. Anlaşılan 5 kişilik bir tur
ekibiydiler. Ben de selam verdim ses ve hareketlerimle. İçim iyice ısındı
doğrusu. Bu yüzlerini bile seçemediğim insanları gördüğümde çok eski dostlarımı
görmüşüm gibi olmuştum,
Kara bulutlar yaklaşmış kendinden önce
de rüzgârını getirmişti. Bir saatten fazla yokuş aşağı bile pedal çeviriyordum,
zaman zaman hızlanan rüzgârdan. Acıkmıştım Ezine’ye yaklaştığımda. Yemek için
girersem yağmur ve rüzgâra iyice yakalanırım diye, girmeden ve bir kere yokuş
sonunda çay soda içtiğim yerden beri mola vermediğim halde Bayramiç yoluna
döndüm. Rüzgâr karşıdan geliyor zorluyor ve terletiyordu. 5-6 km sonra su ve
soluklanma molası için durdum. Yol düz, emniyet şeridi ve çeşme yoktu. Artık
akmayan bir su kanalına oturdum, suyum bitmişti, Miraç’ın verdiği sandviçi ve
biraz da çerez atıştırıp soluklanarak yola koyuldum. Hava kararmış rüzgâr iyice
şiddetlenmişti, suyum bitmiş iyice susamıştım. Solda gördüğüm benzinci imdadıma
yetişti. Hemen girdim. Önce bir soda ve su içtim benzincinin patron odasında. Bilinen
muhabbetlerden burada da devam etti. Bir su daha içip kalktım borcumu sordum
cebimden bozuk paraları çıkararak, almadı, ısrarıma rağmen. Sen bunları al bana
bir sıcak çay kahve yaparsan çok daha mutlu edersin dedim. Avucumdan 50 kuruş
aldı gel dedi, arkada yanda çay ocağı varmış oraya gittik, kahveciye 50 kuruşu
verip Osman beye çay yap dedi.
Çayım içip artık çiselemeye
başlayan yağmura ve iyice şiddetlenen rüzgâra karşı yağmurluklarım giyip yola
koyuldum. Bayramiç 12 km idi. Ümit’i benzinciden çıktığımda aramıştım. Yola
çıktım ama yola çıktım demek yerine rüzgâra çıktım desem daha doğru olurdu. Tam
karşıdan gelen rüzgâr en dik çıkabildiğim yokuştan çok zorluyordu, en düşük
viteste gitmeme rağmen yol alamıyordum. Yarım saat sonra telefonum çalmaya
başladı beşer onar dakika arayla. Gitmeyince Ümit arıyordu biliyorum, ama durup
açmam telefon yağmurluğun altında olduğundan uzun iş ve zaman kaybıydı. Bunu
yerine pedallamayı tercih ediyordum.
12 km yolu bir saat 40 dakikada
gidebilmiştim.
Ümit beni yolda karşıladı. Merak
etmiş bakmaya gelecekmiş. Yağmur çok yağmadığı için hava sıcaktı. Üzerimde de
tepeden tırnağa yağmurluk olduğu, iki saate yakın ciddi güç harcadığım için
sırılsıklam terlemiştim. Buraya gelirken bolda beni gören bir şoförün sorularından
zorla kurtulup içeri girdik.
Ümit beni Öğretmen evinde bir odaya
iteledi. Üstümü başımı değiştirdim. Çıktığımda geniş salona soktu beni. 4-5
masada insanlar oyun oynuyorlardı. Hepsi bize döndü hoş geldin dedi çoğu. Zaten
çoğu daha önceden tanıyorlardı Ümit’in İstanbul’dan deli arkadaşı olarak. Daha
önce böyle yine bisikletle İbrahim’le gitmiştik öğretmen evine. Ümit beni oyun
oynanan bir masaya oturtup, yeni taşındığı evde sıcak sudaki sorunu halletmek
üzere malzeme almaya dışarı çıktı.
Daha önceki Kazdağları geçişimizin
rotasını bize yazdıran Allattin abi orada yoktu, galiba balığa gitmiş. Olsaydı
laflardık.
Ümit’in yeni taşındığı evde önce
banyoya girdim, bir de tıraştan sonra masaya oturduk. Koltuklara çekilip çerez
yerken uyuklamaya başlayınca yatağa gittim ve uyandığımda sabah çoktan olmuştu,
bir gün önceki rüzgâr ve yağmur ve daha önceki yokuştaki tehlikeli tırmanış
beni iyi yormuş anlaşılan. Zaten sabah kalkıp yola çıkacaktım. Öğleden sonra 35
yıldır görmediğim Cağaloğlu’ndan arkadaşım Ahmet Güven’le Eceabat’ta da
buluşacaktık. Beni oradan alacaktı.
Sabah uyandığımda rüzgâr aynen
belki de daha şiddetli devam ediyordu. Kısmen yön değiştirmiş kuzeyden
Çanakkale’den doğru esiyordu. Hava tahmini de Tüm Trakya’yı kuzeyden kuvvetli rüzgâr
gösteriyordu. Öğleden sonra da daha şiddetlenecekmiş. Hemen yola çıkmaktan
vazgeçtim. Ahmet’e de mesaj gönderdim bugün gelemeyeceğimi bildirdim. Öğleden
sonra ertesi gün de rüzgâr ve yağmur olacağı tahminini okuyunca, otogara gidip
sabah otobüsüne İstanbul’a bilet aldım. Yani tur ve senin okuduğun bu notlar da
burada bitiyor.
Marmara tam tavaf etmem için bir
tur daha kaldı. Erdek Çanakkale arasını pedallamadım. Bunu da ilk fırsatta
yapmak lazım. Bu yol çok ıssız değil sanırım arkadaş bulamazsam tek başıma da
pedallayabilirim.
Bu notları yazarken fark ettiğim
bir şeyi seninle paylaşayım. Turun ilk gününü yazarken çok zorlandım. Bırak köy
isimlerini, zaten isim belleğim oldum olası yok denecek kadar kötüdür bilirsin,
durduğumuz yerleri, yol hakkında da çok az şey hatırlıyordum. İkinci gün
açılmış, üçüncü gün ise neredeyse yoldaki çukurlara yolun kenarındaki ilginç
ağaçlara, köylerdeki yüzler konuşmalara kadar her şey belleğimdeydi. Bu emin ol
ikinci günden sonra kentin baskısının, bilinen sıkıntıların ötelenmesi, benim
doğallığıma dönmem ile oluyordu. Bunu sağlayan da iki tekerdi.
Topladığım bu enerjiyle, kafa
dinçliğiyle bizim sol’un çıkmış zincirli bisikletini çevirmeye ben de bir tur
yardım ederim artık. Ekim 2015
Osman Kapusuz