7 Şubat 2025 Cuma

VENCEREMOS (KAZANACAĞIZ)

Venceremos (*)
Şili'den gelen duygulandıran gözyaşı
Söz uçar yazı kalır denir. Bu gerçekten de böyledir. Ne zaman söylenmeye başlanmış bilmiyorum ama ilk gençliğimden beri bildiğime göre benden çok eskilere, belki de yazının yaygın kullanılmaya başladığı çok eski tarihlere dayanmalı bu deyişin kökeni. Ama bunun doğruluğuna inanıyorum. Söz söyleyenin konuşmasına ve yaşamına bağlı olduğu için, devam etse de ağızdan ağza zaman içinde erir veya tümüyle değişime uğrar ve büyük olasılıkla da unutulur gider. Burada yazıdan kastedilen kâğıda yazılandır. Yoksa bugünkü gibi internet ortamında yazılanlar kastedilmemiştir. Ben dijital ortamda paylaşılan yazıların da çok kalıcı olduğuna inanmıyorum. İki nedenle inanmıyorum; önce teknik olarak bu yazıların yüzlerce binlerce yıl saklanabileceğini sanmıyorum. Binlerce yıllık kitaplar olduğunu biliyoruz. İkinci nedenim de, o kadar yazı, fikir ve görsel bombardımanı altında kalıyoruz ki, yazı enflasyonu desem hafif kalır. Okunan izlenen şey kısa bir süre sonra unutulup gidiyor. Emektar daktilom duruyor, kullanılır halde. Karbonlu şeridi var kâğıt da var ama ben burada dijital ortamda yazıyorum. Hiç ses çıkarmadan sessizce. Daktilo olsa ne kadar keyifli olurdu, kâğıt değiştirmek, her satır başında şaryoyu çekmek ve her tuşa basarken çıkan o muhteşem ses, diye düşünüyorum. Ama bugünkü şartlarda yapabileceğim ancak bu. Daha kolaylıkla birçok insana ulaştırmanın yolu bu. Yaşanmışlıkların anlatılması ve yazıya dökülmesini önemsiyorum, bu nedenle de kendim yazmaya çalıştıkça çevremdekileri de teşvik ediyorum. Dostlarımın beni teşvik etmesi gibi. Bu yazıda anlatacağım yaşanmışlık, Türkiye İşçi Partisi’nin (Komünist) Kasım 1976'da düzenlediği Şili Halkıyla Dayanışma Gecesi etkinliklerinin İstanbul'dakinde görev aldığım bölümden olacak.
Bilirsiniz yazılarımda yaşanmışlığın zaman içinde doğal olarak uğradığı değişimlerden olabildiğince arındırarak yazmaya çalışıyorum. Zaten o nedenle bloğumun adı da "oldugugibi". Şili’de 11 Eylül 1973 tarihinde iktidardaki Marksist lider Salvador Allende, ABD'nin desteğiyle karşıdevrimci faşist General Augusto Pinochet'in darbesiyle devrilmiş; komünistler, sosyalistler, devrimciler, yurtseverler, aydınlar, sanatçılar tutuklanmış, ağır işkenceler görmüş ve katliamlar yapılmış ülke karanlığa gömülmüştü. Sürgüne gidebilenler görece demokratik ülkelerde yaşamaya çalışıyorlardı. Tüm dünyada da Şili halkıyla dayanışma etkinlikleri düzenleniyordu. Biz de bu kanlı faşist darbeye karşı çıkmak, Şili Halkıyla dayanışmamızı göstermek için 1976 yılında Şilili sanatçılar İsabel Parra, Angel Parra ve Patricio Castillo’yu davet ederek, İzmir (13 Kasım), İstanbul (14 Kasım) ve Ankara'da (17 Kasım) kapalı salon toplantıları organize ettik. Daha ilk hazırlıklarda devletimizin buna şiddetle karşı çıkacağı ve üzerimize baskı uygulayacağı anlaşılınca ilçe örgütleri baskılara karşı uyarılmıştı.
İlk gece İzmir’de yapılacaktı. Şilili sanatçılar İzmir’e İstanbul aktarmalı gideceklerdi. Bu nedenle 2 saatten fazla havaalanında kalacakları için onları arkadaşlarımız karşılayıp alana yakın olan Çınar otele götürmüşlerdi. Orada Fransızca tercümanlık yapan partili arkadaşımız Raşit Kaya’nın anlatımıyla Behice Boran sürpriz yaparak karşılamış. Çok akıcı bir Fransızcayla sohbet etmiş ve Şili’deki darbeyi duyduğuyla ilgili şu anısını anlatmış. “Şili’de darbe olduğunu duyduğumda ben hapisteydim. Hapishane hayatı bana hiçbir zaman zor gelmemiştir ama o an sokağa çıkıp öfkemi haykıramayacağım için, öfkeden hapishaneye sığamaz hale geldim. Duvarları yumruklayıp yıkmak istedim.” İzmir toplantısında beklediğimizden fazla baskı ve terör uygulandı. Sanatçıların devletimiz tarafından İstanbul’a gelmeden İzmir’den yurtdışına çıkarılmaları da söz konusu olunca tam bir teyakkuz haline girdik. Bu nedenle sanatçılar İzmir’den uçağa partililerin korumasında bindirilmişti. Biz İstanbul'da tüm ilçelerin başkanları olarak ne pahasına olursa olsun onları Yeşilköy’den alacak ve kalacakları otele veya Partimize getirmek üzere görevlendirilmiş ve Yeşilköy havaalanına gitmiştik. Neyse ki, ciddi bir sorun çıkmadan kazasız belasız misafirlerimizi otele yerleştirmiştik.
Hazırlıklarımız aylar öncesinden başlamıştı. Önce Spor Sergi Salonu tutulmuş, ses ve sahne düzeni hazırlanmaya başlamıştı ve ardından ilçelerde bilgilendirme toplantıları yapılmıştı. Örgütümüz böylece hazırlanmıştı. En sona kalan da hep olduğu gibi önce davetiyelerin sonra duyuru afişlerinin hazırlanmasıydı. Ben de Şişli, Beşiktaş, Sarıyer ilçe başkanlığı dışında genel merkezin verdiği görevleri de yerine getiriyordum. Davetiyelerin tasarımını yaptırmış önlü arkalı onayını almış Alaş Ofset basımevine vermiştim. A.Bristol kartona basılacak davetiyelerin Şili bayrağı da olan ön kısmı renkli arkadaki metin kısmı tek renk siyahtı.
Bu hazırlıklar sürerken genel merkezin düzenlediği Merkez Eğitim Seminerinin birincisine tüm örgütten çağrılan 25 kişi katılmıştık, tam gün bir hafta sürüyordu. Eğitim, genel merkezin de olduğu binanın il Merkezinin salonunda yapılıyordu ve çok yoğun geçiyordu. Basımevi genel merkeze yakın olduğu için gerektiğinde gidip baskıları kontrol edebiliyordum. Davetiyeler anımsadığım kadarıyla sekizli olarak basılıyor ve hem baskı fiyatından hem kâğıttan tasarruf ediliyordu. Bir ara basımevine uğradığımda baskı işinin bittiğini kesim için kurumasının beklendiğini gördüm. Davetiyelerden bir tane elle keserek genel merkeze getirmiş ben de eğitime katılmıştım. Genel merkezden bir arkadaş gelerek beni yukarıya çağırdı. Anlaşılan önemliydi ki eğitimim bölünmüştü. Telaşla çıktım. Davetiye yönetici arkadaşların elinde arka kısmına bakıyorlardı. Arkada şunlar yazılmıştı “… Şilili sanatçılar İsabel….” Buradaki Şilili yanlışlıkla li eki koyulmamış “Şili sanatçılar” olarak yanlış hazırlanmış ve basılmıştı. Kaç insanım kontrol ettiği bu kısa metindeki hata görülmemişti. Yaşayanlar bilir, bu tür hatalar çok olur.
Her şeyin şirazesinden çıktığı gönümüzde "ne olur ki anlam bozulmuyor, kimse de fark etmez zaten" diyebilirsin ama o günlerde her şeyi çok ince eleyip sık dokuyan Partimizde bu kabul edilemezdi. Partinin ekonomik durumunu bildiğimden yeniden basmayı teklif edemezdim. Mutlaka bir çözüm bulunmalıydı, yoksa yeniden basılacaktı. Hemen basımevine gittim. Kafamdaki çözümü, basımevi sahiplerinden Ayhan veya Atalay’dan biri de söyledi. Arkasına tüm zemini kaplayıp alttaki yazıyı örtecek şekilde iki kat beyaz yaldız bastıktan sonra, üstüne davetiyenin düzgün metnini yine siyah olarak basarak halledebilirdik. Yoksa yaldız dışında beyaz veya başka bir renk boyayla kaç kat basarsak basalım alttaki yazıyı kesinlikle kapatmazdı. Yaldız çok örtücü ve alüminyum rengindeydi, hata anlaşılmayacağı gibi farklı da bir hava verir hoş da olabilirdi. Tek zorluğu bu mürekkebin kuruması çok zor olduğu için, zemin basılan her 3-5 tabaka üst üste gelmeyecek şekilde yayılması ve kuruması için beklenmesi gerekmesiydi. İlişkilerimiz çok iyi olduğundan basımevinin hem zemin baskısı için, hem ikinci kere basım için bir ücret talep etmesini beklemiyordum ve zaten etmediler de. Bu işi böylece masrafsız çözdükten sonra eğitimime döndüm. Davetiyeler düzeltildi, kesildi dağıtımı yapıldı, yaptığımız değişikliği kimse fark etmedi. Bu teknik hatadan bahsedince, belki daha sonra yazamam diye 'Savaşa Hayır' kampanyasında benzer dikkatsizliği de yazacağım. Parti Savaşa Hayır kampanyası düzenlemişti. Bunun için bir de afiş vardı. Afiş taslakları hazırlanmış, seçilmiş ve kontrolleri yapılmıştı. Geriye bastırmak ve ilçelere dağıtmak kalıyordu. Afiş 50x70 cm ebadındaydı. O zamanlar elle boyanarak, letrasetle(çıkartma yazı) yazılarak orijinal hazırlanıyor, bu önce basımevlerine ve reklam ajanslarına çalışan renk ayırımcılara veriliyordu. Renk ayırımcı bu çok renkli orijinali önce kamerada filtreyle 4 renge ayrılıyor sonra rötuş yapılıyordu. 4 renk değilse içeriğindeki renk kadar, küçük boyutta film olarak bizzat rötuşçu elle ve fırçayla rötuşlayarak ayırıyordu. Bu daha sonra filmciye gidiyor, filmci hem baskı için şart olan tramlama (her rengin gözle fark edilmeyecek kadar küçük nokta olarak ayrılması) işlemini yapıyor hem de baskı boyutunda 4 adet film çıkarıyordu. Şimdi nedenini anımsayamıyorum ama bu hazırlıklar gecikmiş, ilçelere afişleri vereceğimiz gün daha henüz filmler basımevine verilmemişti. Basımeviyle konuştum akşamdan başlayacaklar bir kısmını uzak ilçeler için önce bitirecek, kalanını da yakın ilçeler için devam edeceklerdi. Bitmezse da sabaha kadar baskı devam edecekti. Buna göre benim afişlerin bir kısmını daha akşamdan il merkezine götürmem gerekiyordu. Ama gittiğimde renk ayırımcının üzerinde çalıştığını gördüm. Ben de banyo kısmına yardım ederek bitirdik, daha önce haber verdiğimiz filmciye öğleden sonra götürdük, bizi bekliyordu. Ebatlar üzerinde zaten yazılıydı.
Akşama doğru renk ayırımcıyla filmciye gittik, filmi rulo yapmışlar bizi bekliyorlardı. Renk ayırımcı renkler için montajını yapacaktı. Ama ruloda bir tuhaflık olduğunu ben de fark ettim. Filmi bir açtık, yanlış ebatta yapmışlardı. 50 cm. olacak yeri 70 cm. olarak kameraya takınca 70 santimlik yer 98 cm olmuş ve basımı mümkün olmaktan çıkmıştı. Koşarak filmciye tekrar gittik, bekledik, çıkan filmi hemen kurutup montaj için götürülürken ben de diğer filmlerden biteni aceleyle montaja götürdüm. O andaki telaşımı şimdi bunları yazarken de yaşıyorum. Basımevi baskı için, afişleri almak için de il merkezine gelen ilçe yöneticileri bekliyordu. Gece de ilçelerde yüzlerce partili afişleri asmak üzere bekleyeceklerdi. Akşam geç saatlerde basımevine filmleri teslim ettim. Hemen iki makinede birden baskıya girdiler. Kazasız belâsız uzak ilçelerin afişlerini teslim ettim, diğerleri de artık aksamadan yürüyeceği için kendi ilçeme gittim. Gece afişleme yaptık, ben işimden sonra Cağaloğlu’na, işler için koşturduğum insanlara teşekkür etmek için gittim. Renk ayırımcı genç arkadaş epey şaşkındı. Akşam geç vakit verdiği filmlerin afişlerini sabah Paşabahçe’deki evinden iskeleye giderken duvarlarda yapıştırılmış halde görmüş. Bu gerçekten olağanüstü bir organizasyon ve süratti. Bunu her gelene anlattığı için partinin epey propagandasını yapmıştı. Ben yine Şili gecesine döneyim. Önceden basılıp dağıtılan davetiyelerin üyeler eliyle küçük bir bedel karşılığı dağıtımı yapılıyordu. Ben ilçedeki dağıtım işlerinin yanı sıra salondaki hazırlıklarla da boğuşmaktaydım. Sahneyi salonun maçların oynandığı bölüme kurmuştuk. Talep ve ilgi çok olduğu için sahnenin geri kalanına da bir yerlerden kiralayıp sandalye yerleştirmiştik. Tribünlere büyük afişler asılmış, sahne için ışıklar ayarlanmıştı. Ses düzeni gecenin yapılacağı gün sabah kurulacaktı. Şili’li sanatçılar İzmir’den baskılara, geri gönderme zorlamalarına rağmen İstanbul’a geldiler. Bugün tatsız bir olay da yaşamıştık. Arkadaşımız Nurettin Pirim'in babası Ankara'dan ailece arabasıyla İstanbul'a geceye gelirken yolda kaza geçirmiş, Nurettin'in teyzesi olmüş, diğerleri yaralanmış. Acil kan gerektiği haberini aldığımda Cerrahpaşa tıp fakültesine gittim, benim gibi çok arkadaşımız gelmişti. O gün öğlen il merkezinden çağırdılar, gittim. Bir ilçedeki arkadaşlar gece afişleme sırasında hep olageldiği gibi polis tarafından gözaltına alınmış, karakola götürülmüşler. Polisin masasının üzerinde gecenin davetiyelerinden varmış ama bir farklılık varmış. Ne fark olduğunu anlamamışlar ama eminlermiş. Arkadaşların da benim de ilk aklıma gelen polisin sahte davetiye bastığıydı. Bu kuşku İzmir’deki devlet terörünü de hesaba katınca hiç de yabana atılır bir düşünce olmuyordu. Geceyi provoke edebilirlerdi. Kapıdaki güvenliği ve kontrolü birkaç katına çıkarmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Kapıda o “farklı” davetiyelerden görülürse beni içerden çağırabilmeleri için kapıyla temas halinde olacaktık.
Gece başladı, gerçekten daha gecenin başlamasına çok zaman kaldığı halde salon neredeyse dolmuştu. O zaman Spor Sergi Sarayı Salonu trübinlerinde oturma yerleri sıra halinde ve numarasızdı, iyi bir yerde izlemek isteyenler önceden geliyordu. Salon artık tıklım tıklım olmuş ve ayakta durmak için bile yer kalmamıştı. Gece Behice Boran’ın açış konuşmasıyla başladı. Bu gece daha sonra yapılan uzunçalar (LP) olarak yapıldı. ( https://youtu.be/xE8nf02K2Sw?si=qKwD_7uHDUPv7xR1 ) Buradan izlenip dinlenebilir. Boran’ın konuşmasının ardından Rahmi Saltuk, Aziz Nesin, Onat Kutlar, Adalet Ağaoğlu, Tan Oral, Genco Erkal, ve Meral Taygun gecenin antifaşist bir sanat gösterisine dönüşmesini pekiştirdiler.
Gece coşkuyla devam ederken ben iki kamerayla aşağıda pür dikkat fotoğraf çekiyordum. Önceden haberleştiğimiz gibi kapıdan çağırdılar. Koşarak kapıya gittim. Girişteki arkadaşlar iki kişinin davetiyelerini görünce ablukaya almışlar beni bekliyorlardı. Davetiyeyi görünce müthiş rahatladım ve gülmeye başladım. Davetiye sahte değildi ama değişikti doğal olarak. O tarihlerde basılan her belge, devletin verdiği listeye göre valilik, emniyet, Ankara’daki büyük kütüphane gibi ilgili yerlere dağıtılıyordu; basımevleri bunu yapmak zorundaydı, vermemenin cezası da ağır olduğu için hiçbir basımevi bunu ihmal etmezdi. Davetiyeleri basan Alaş Ofset'teki arkadaşlar, bizim kâğıt masrafımızı önlemek, için dağıtımı yapılan bu davetiyeleri, arkası yanlış basılan, yani zemininde yaldız olmayan atmaları gereken davetiyelerin ayar nüshalarından vermişler. O zamanlar poliste devrimci polisler de vardı ve bunlar daha sonraki yıllarda Pol-Der adlı bir dernek de kurmuşlardı. Bozuk davetiyeyle girmeye çalışanların anlayışlı tavrından da muhtemelen devrimci polislerden olduğunu sanıyorum. Huzursuzluğumu üzerimden atmış olarak keyifle salona döndüm.
Biraz önce yazdığım gibi iki fotoğraf makinesi kullanıyordum, birine teleobjektif takılıydı. Salon kısmında olduğum için oturma yerlerini ve sahnedekileri yakın plan çekmem gerektiğinde teleobjektif kullanıyordum. Venceremos (*) şarkısına başladı Şilili sanatçılar. (Venceremos, faşist darbe sırasında devrimcilerin işkence için toplandığı Stadyumda bir daha gitar çalamaması için elleri kırılan ve sonrasında işkenceyle katledilen Victor Jara tarafından uyarlanan S.Allende’nin iktidara geldiği 1970 seçim kampanyasında da kullanılan bir Şili şarkısıdır) O sırada teleobjektifle sanatçılara odaklanmış yakın plân çekiyordum. Salondaki yaklaşık 13 bin insan Venceremos’u ayağa kalkarak ve hep bir ağızdan söylemeye başladığında Şilili sanatçıların yüzüne odaklanmıştım. Hiç unutamıyorum bu anımı da çok kez dostlarıma da anlattım. İsabel’in gözlerinde fark ettim, Şilili dostlarımızın gözlerinden yaşlar geliyordu, ağlıyor ama şarkıyı hiç bozmadan söylemeye devam ediyorlardı. Ben de duygulanmıştım. Düşün ülkenden binlerce kilometre uzaktasın, belki o güne kadar adını dahi duymadığın bir ülkede senin devrimci şarkını binlerce insan ezbere ayakta yüksek sesle söylüyordu. Bu dostlarımızı da haklı olarak duygulandırmıştı. O zamanlarda herkes sigara içiyordu ve salon mavi bir sis bulutu içindeydi. Fotoğraflarım için bunu hesaba katmış filtreler almıştım ama o ânı daha önceden kestirebilseydim, çok yakınlarında durup o gözyaşlarını kaydederdim. Oldukça uzaktan ve teleyle çektiğim için ve gözyaşını aradaki dumandan ayırması olanaksızdı ve öyle de oldu. Fotoğraflar var ama o gözyaşları görünmüyor. Ama böyle anılar da belleklerden silinmiyor. O muhteşem gecede çekilen fotoğraflar, parti genel merkezi tarafından çok şık bir albüm yapılarak Şilili devrimci dostlarımıza birer tane verildi. 
İstanbul'da güzel anılar bırakan dostlarımızı Ankara'da yapılacak gece için uçakla uğurladık. Uğurladık ama İzmir ve İstanbul'daki görkemli gecenin ardından  provakasyon çabaları da boşa çıkınca hükümet Şili'li sanatçıları sınırdışı etme kararı aldı. Böyle olunca da Ankara gecesi de yapılamayacaktı. Burada ciddi bir sorun ortaya çıkıyordu o da devrimci sanatçı dostlarımız Şili faşist hükümeti tarafından aranıyorlardı. Bizim iktidar tarafından sınır dışı edildiklerinde onları Şili'ye iade edecek bir ülkeye gönderilme olasılıkları vardı.
O sırada Ankara'da olanları Çankaya İlçe Yönetim Kurulu üyesi İlhan Nevşehirli'nin kaleminden aktarıyorum.
"Sınırdışı kararını duyunca çok telaşlandık. Telaşlanmamak mümkün değil, ya Şili’ye iade edilebilecekleri bir ülkeye yollanırlarsa?
İnisiyatifi ele almamız lâzım. En yakın uçuş Lufthansa’nın Almanya’ya giden uçağı. Bilet parası tamam da o zamanlarda ekran başında kredi kartıyla ödeme yapılamıyor, dakikaları sayarken parayı mecburen elden götüreceğiz,
Can (Açıkgöz), özlemle andığım Taner (Tuncel) ve şoför olarak ben gene sevgiyle yad ettiğim Ülkü (Durukan) ın metazori olarak el koyduğumuz Hacı Murat’ına atladık.
Ne kırmızı ne yeşil ne de herhangi bir trafik kuralı, topukluyoruz. Aksilik Lufthansa bürosu da zeminin bir üstünde. Kaldırıma çıkıp arabayı binanın kapısına dayadık.
Bilet parasını Can abim mi, Taner abim mi? ödedi, hatırlamıyorum.
Misafirlerimizi sağ salim uğurlayabilmek bir anlığına gösterinin iptaline duyduğumuz öfkeyi unutturdu."

(*) VENCEREMOS (KAZANACAĞIZ) 

 Fırtına yırtıyor sessizliği
 Ufuktan bir güneş doğuyor
Gecekondulardan geliyor halk
Tüm Şili şarkılar söylüyor 

Venceremos Venceremos
Kıralım zincirlerimizi 
Venceremos Venceremos!
Zulme ve yoksulluğa paydos

Şili'de halk bugün savaşıyor 
Cesaret ve aklın gücüyle 
Kahrolsun halkın katili cunta 
Yaşasın United Popula! 

Venceremos Venceremos!
Kıralım zincirlerimizi
Venceremos Venceremos! 

Van ve Hakkari Seçim Örgütlenmesi

1977 seçimleri öncesiydi. Yasalar gereği partilerin seçimlere girmek için, seçimden sekiz ay önceden en az on beş ilin tüm ilçelerinde örgütlenmesi ve bir ilde seçime girmek için de en az bir ilçesinde örgüt kurmaları şartı vardı. Küçük partilerin seçime girmemesi için koyulmuş bir kuraldı bu. Birçok parti bunu küçümser, aynı insanlarla posta yoluyla kuruluş dilekçelerini verirlerdi ama bunun riskleri de vardı.
Ben İstanbul İl Yönetim Kurulu Üyesi ve Türkiye İşçi Partisi Genel Merkezine bağlı “Örgüt Büro” görevlisiydim. Biz hem seçime girme hakkımızı riske atmamak için hem de doğrudan o yere giderek temas kurmanın doğru olduğunu düşündüğümüz için beş kişiyi bir araya getirerek örgüt kuruyorduk. Bunların bir çoğu da sonradan örgütlenip kalıcı oluyordu. Böyle büyüyen epey örgütümüz vardı.
Van’dan önce Adıyaman’a kongre için yasal hazırlığı yapmak için gitmiştim. Küçük bir basımevi olan İl Başkanı arkadaşımızla kongre bildirim dilekçesini yazdık, Hükümet binasına ben götürdüm. Dilekçeyi verdim, alındıyı aldım. Vali Yardımcısı, partimiz yandaşı, Mustafa Farsakoğlu’nun odasına gittim. Sıcak karşıladı, “akşam çıkalım bir yerde oturalım, bizde kalırsın” teklifini onun işini riske atmamak için kabul etmedim, bunu kendisi de doğru karşıladı. Mustafa Farsakoğlu daha sonra Adalar Kaymakamı oldu, ardından orada Belediye Başkanı seçildi.
İl Başkanı arkadaşımız beni Merih Lokantası’na götürdü. Çok temiz, hoş görüntülü ve yemekleri de enfesti. Şarap içtik birer kadeh. Anadolu'da o yıllarda il ilçe yöneticileri çoğunlukla oradaki esnaf ve sanatkârlardan oluşurdu. Biri altmışlı yıllarda parti yöneticisi olan bu arkadaşlarla görüştük.
Ertesi gün bölgede politik bakımdan etkili olan bir genci belki örgütleriz diye görmeye gittik. Yakın bir merada davar otlatıyordu. Bir ağacın dibine oturduk, beni tanıştırdı arkadaşımız. Gencin sekter birisi olduğu daha ilk sözlerinden anlaşılmıştı. Bizim Merih Lokantası’na gittiğimizi duymuş, orada yemek yediğimiz için bizi eleştirmekle başlamıştı sözüne. Doğal ve doğru olarak elimiz boş ayrıldık yanından. Yıllar sonra 2019 yılında bir bisiklet turunda yolum Adıyaman’dan geçti (https://osmansedat.blogspot.com/2020/12/trabzon-antakya-bisiklet-turu.html?m=1 .) Bir gün kaldım, çok değişmişti, neredeyse hiçbir yeri tanıyamadım. Basımevinin yerini buldum ama başka bir işletme vardı, içeride de gençler yer konusunda kuşkulu olduğum için girip sormadım.
Sabah erken Maraş’a doğru yola çıktığımda Vilayet binasının önünden geçtim, durdum baktım hiç değişmemişti.
Adıyaman’dan Van’a geldiğimde sabahın erken saatleriydi, belediye araçları yolları köpüklü suyla yıkıyorlardı; ilk dikkatimi çeken buydu. Anımsadığım kadarıyla Van Belediye Başkanı Adalet Partiliydi. İlçeler de bağımsızlar, AP ve CHP arasında ikişerli olarak eşit ölçüde bölünmüştü. Van’da sadece İl Yönetim Kurulu ve Merkez İlçe YK kurulmuştu, altmışlarda partili olan arkadaşların birçoğu yeni dönemde de üye oldukları için birçok yere göre oldukça örgütlüydü. İl Başkanlığını İsmail Ünay, İl Sekreterliğini Tekin Yıldırım yürütüyordu. Hakkâri’de parti örgütleri hiç kurulmamıştı. Görevimiz Van’ı tüm ilçeleriyle örgütlemek, Hakkâri’de de en az bir ilçe kurmaktı. Merkez Yönetim Kurulu Üyesi ve Diyarbakır İl Başkanı Nurettin Özvarış'a yardım için gelmiştim; o, ben ve Van örgütünden arkadaşlar bunu gerçekleştirecektik. Bu işleri yapmak için yasal süre 13 Nisan akşam saat 17.00'de bitiyordu. Ondan önce Van'ın tüm ilçelerinde (Başkale, Çatak, Erciş, Gevaş, Gürpınar, Muradiye, Özalp) kurucu beşer kişiyi bulacak, formu imzalatacak ve il veya ilçelerin emniyet müdürlüklerine alındı belgesi karşılığı teslim edecektik. Sonra Hakkâri’ye geçecektik. Önümüzde yaklaşık 1,5 ay zaman vardı. Altmışlarda partili olan arkadaşımız Erol Altaylı’nın eşyalı yeni evi bize bırakılmıştı; orayı merkez olarak kullanacak, Van’da kaldığımız sürede orada yatıp kalkacaktık. Ev bakımlı ve temiz bir evdi, hiçbir eksiğimiz yoktu. Evde çok kalamadığımız, ayrıca arada kahvaltı hariç hep dışarıda yemek yediğimiz için ev pek kirlenmiyordu.
Nurettin’le ve Van’lı arkadaşlarla planlamamızı ve görev bölüşümüzü yaptık. Van’daki arkadaşlar en büyük desteğimizdi, ilçelerde bağlantıları da vardı ve bu bizim için kolaylıktı. Onlarla da ilçeler bazında görev bölüşümü yaptık. Genel Merkezden 1960'larda partili olan bazı isimler verilmişti, fakat Hakkâri’de tek isim vardı o da CHP il sekreteri eczacı İbrahim'di(?). Türkiye'nin o günkü şartlarında örgütlenmenin doğası gereği, görüştüğümüz insanlar farklı nedenlerle partiye girmek ve kurucu olmak istemiyorlardı. Fakat örgütlenme çalışmamız yaygın olarak duyulmuştu. Tanımadığımız insanlardan kurucu olma istekleri de geliyordu. Aklımda kalanlardan biri de dozer operatörlüğünden emekli olmuş Gevaşlı bir devrimci Hızır (?) tek başına orada örgütü kurmuştu. Bir diğeri genel merkezden bize ismi de verilen Başkaleli Şemsettin Yazıcı idi; “Boynueğri” olarak tanınıyordu. Şemsettin’in abisi Necmettin altmışlarda TİP’ten milletvekili adayı olmuştu. Şemsettin ilk günlerde biz daha haber vermeden duymuş ve gelmişti. “Etkili bir şekilde kuralım, beş kişiyi de muhtarlardan oluşturalım, çok etkili olur” demiş ve bizi de bunu yapabileceğine ikna etmişti.
Bir buçuk ayda birçok zorluk aşılarak, Başkale ve Çatak hariç tümü kurulmuştu. Çatak’ta beş kişi bulunmuş sadece bir kişinin imzası eksikti, o da son gün imzalatılıp emniyete verilecekti. Kurulmayan ve 4 kişi bulunmayan tek ilçe Başkale’ydi. Son gün Çatak’ı kurma görevinı Van’lı arkadaşlara bırakıp, Nurettin arkadaşımızla Başkale’yi kurup Hakkâri’ye gidecektik ama Başkale’de henüz Şemsettin’den başka kimse yoktu. “Boynueğri” her görüşmemizde “bitmek üzere” diyordu ama son günde bile hiç kimseye imza attıramamıştı.
11 Nisan öğleden sonra dolmuşla tarifler üzerine adını da bildiğim köye gittim. Bir sınır köyüydü ve muhtemelen geçimlerini de kaçakçılıkla sağlıyorlardı. Başkale’ye varmadan yolda indim, kayalık dik bir patika yoldan köye yürüdüm. Köye varmadan 'ıslık çalınarak' bir yabancının geldiği köye duyurulmuştu, kapıda karşıladılar. Evlerin neredeyse tümü çatısız yarı mağara şeklindeydi. “Boynueğri”nin evinde oturduk, dört kişiye imza attırdık, beşinci sınırdan geçip gelecekti; onu beklerken “Boynueğri”nin eşinin demlediği bol ve çok güzel kaçak çayı içtik. Odada kaç kişi olduğumuzu anımsamıyorum ama çay getirilen oldukça büyük tepsinin bardakla dolu olduğunu anımsıyorum. Geç vakit sınırdan gelen genç arkadaş mavzerini kapının arkasına yaslayıp yanımıza oturdu. İmzalar tamamdı. Hemen Şemsettin ve iki köylüyle beraber yola indik. Gece olmuştu, arabaları durdurmazsak durmazlar demişlerdi. Gerçekten de uzaktan bizi fark eden arabalar farlarını kapatıp dikkatlice bize yanaşıyorlardı. Bir ailenin arabasıyla Van’a geldim.
Van’da imzaları eksik kalmış olan tek ilçenin beş imzasının da tamamlandığını Nurettin eve girdiğimde göstererek beni sevindirmiş, ben de almış olduğum kurucu beş kişinin imzalarını göstermiş, birbirimizi kutlamıştık. Başkale Hakkâri yolu üzerinde olduğu için sabah erken çıkıp, ilçe merkezi olarak bir adres belirleyip belgemizi verip geçecektik. İl sekreteri Tekin arkadaşımızın arabasıyla erkenden yola çıktık. “Boynueğri” Başkale’de bizi kahvede bekliyordu. Nurettin ve Tekin arkadaşlarımız kahvede beklerken, biz köyün mektuplarının teslim edildiği, alışveriş yapılan bakkala gidip, ilçe merkezi yapmak üzere adresini alıp, oradan Emniyet Müdürlüğü’ne geçtik. İlçe Emniyet Müdürü ısrarla belgeyi almak istemiyor, sizin parti daha önce kuruldu, tekrar almam diyordu. İlçenin kuruluşunu da postayla kendilerine bildirdiğimizi söylüyordu. Bunu mümkün olmadığını, bizim mutlaka elden teslim edip, “alındı belgesi”ni aldığımızı, hiçbir yerde postayla örgüt kurmadığımızı söylüyordum. Odaya giren çıkan oluyor ciddi anlamda vakit kaybediyorduk. Hakkâri’ye geç kalacaktık. Gidemezsek parti Hakkari’de seçime giremeyecekti. Israrımla daha önce kurulan partinin belgelerini getirmeye razı oldu. Belgeler geldi, postayla kurulan parti TSİP idi. İsimlerden biri de altmışların sonunda partinin gençlik örgütü olan Sosyalist Gençlik Örgütü’nün İstanbul yöneticisi arkadaşımız Veli Gürcan’dı. Belgemizi verip alındısını alıp döndüğümüzde, iyice gecikmiş olduğumuz için kahvede bizi beklerken umudunu yitiren Nurettin arkadaşımızın mutluluğu inanılmazdı.
Bu arada kar yağışı başlamıştı. Hızla yola koyulduk. Kısa bir süre sonra da tipi başladı ama yavaş da olsa gidebiliyorduk. Yolu yarıladığımızda araba bozuldu ve kaldık. Şimdi arızanın ne olduğunu tam olarak anımsamıyorum ama daha önce de aynı arızayı verdiğini öğrendiğimizden, orada da bir tamircinin onarabileceği türden bir arıza olduğuna karar vermiştik. Umutsuzlukla bir arabanın gelmesini beklemeye başladık ama o havada araba da gelmiyordu. En sonunda karayollarının bir kamyonunu durdurup, Nurettin’le ben, Tekin’i, arabayı dağın başında bırakamayacağımız için orada bırakarak ve aklımız da onda kalarak, Hakkâri’ye öğlenden sonra varabildik.
İlde sadece bir tane olduğu için gideceğimiz eczaneyi hemen bulduk ama aksilikler peşimiz bırakmıyordu. Bize CHP il sekreteri olarak bildirilen eczacı orada yoktu ve bir aşiret meselesinden dolayı Adalet Partililer (AP), CHP’ye geçmiş, CHP’liler de AP’ye geçmişti. Yine de yardımı olurdu ama kendisi hastanedeydi ve bulamıyorlardı. O arada hep olduğu gibi TİP’lilerin partiyi kurmak için geldiği hızla yayılmıştı. Sevilen inşaat mühendisi Hakkârili biri heyecanla eczaneye girdiğinde havamız değişmişti. Eline aldığı üye formlarını sallayarak sokakta hızla yürürken bağırarak “em partiyê ava dikin, em partiyê ava dikin” (partiyi kuruyoruz, partiyi kuruyoruz) diye bağırarak gidişi görülmeye değerdi ve bu film karesi gibi belleğimde hala canlı. Beş kişi bulunmuş imzalar atılmış ama saat de 17.45 olmuştu. Yani evrakları teslim etmemiz gereken saati 45 dakika geçirmiştik. O gün partiye girmiş olan bir arkadaşımız “Emniyet Müdürü öğlenden sonra şehir lokaline gider, geç vakte kadar da oradan çıkmaz kumar oynar. Korkusundan da lokalin kapısında polis bekletir, içeriye tanımadık kimseyi sokturmaz. Yarın evine gidip, biz geldik ama siz yoktunuz, lokale de giremedik derseniz bir çözüm olabilir” önerisini getirdi. Emniyet Müdürü sürgün olarak buraya gönderilmiş. Biz bu öneriyi işe yarar bir öneri olarak kabul ederek sonuç alabileceğimizi düşündük, ayrıca denemekten bir şey de kaybetmezdik.
Belgeleri çoğaltmak gerekiyordu, tek fotokopi makinesi kırtasiyecide varmış, o da kapalıydı, evinden çağırdılar geldi. İspirtolu bir suya batırılarak çekilen çok eski bir makinede belgeleri çoğalttık.
Akşam ikinci kattaki bir lokantada yemek yedik. Bu akşamdan aklımda kalan tek şey yediğim kuru soğanın güzelliği ve lezzetiydi.
Sabah saat dokuzda Emniyet Müdürünün tek katlı evinin kapısını çalıyordum. Nurettin ve diğer arkadaşlar epey arkada bekliyorlardı. Resmi dairelerde işleri Kürt olmayan birinin yapmasının kolaylığını daha Diyarbakır’dayken öğrenmiştim. Kapının arkasından duyulan zincir ve sürgü seslerinin ardından kapı aralandı, yeni uyanan müdür “ne istiyorsun” diye azarla başladı konuşmaya; Kürt olmayan birisinin kapısını çalmasından da şaşırdığını iyice belli ederek. Ben, vurgulayarak Türkiye İşçi Partisi Genel Merkezi'nden geldiğimi, Hakkâri merkez ilçe parti örgütünün kuruluş belgelerini vermek istediğimi söyledim. Yüzü iyice ekşidi. "Bugün Cumartesi, Pazartesi Emniyet Müdürlüğüne gelin" dedi sertçe. Ben, bir gün önce 16.30'da Emniyet Müdürlüğüne geldiğimizi, kendilerinin lokalde olduğunu öğrendiğimizi, lokale geldiğimizde lokal kapısındaki memur arkadaşın tüm ısrarıma rağmen içeriye bırakmadığını, kendisine de haber vermediğini, bizim bu dilekçeyi bir gün önce vermemiz gerektiğini, bunun seçimler için yasal zorunluluk olduğunu söyleyince, "gidin emniyette beni bekleyin" dedi, memnuniyetsiz bir yüzle.
Emniyet Müdürlüğü’nde bir odada tek başıma bekledim, bir memur geldi evraklarımı aldı gitti, biraz sonra “13 Nisan saat 16.30 tarihiyle teslim alındı” belgesini imzalı ve mühürlü olarak verdi.
Hakkâri’den Van’a Tekin arkadaşımızın o arada tamir edilen arabasıyla geldik. Kurulmayan tek ilçe de kurulmuştu. Van tam teşekküllü olarak, Hakkâri’de ise bir ilçe kurulmuş, görevimizi tam olarak yerine getirmiştik. O akşam Van’daki son gecemizde kaç kişi olduğumuzu anımsamıyorum ama dört şişe şarap eşliğinde oldukça kalabalık olarak kutlama yaparken Genel Merkezden gelen kutlama telefonu da mutluluğumuzu katlamıştı.
(Örgütlenme çalışmalarında fotoğraf çekmediğim için bunları internetten buldum)

Şile Ağva Mitingi

12 Eylül öncesinde, Senato ve TBMM seçimleri tamamlandıktan sonra, ölüm vb. sebeplerle eksilmeler olduğunda, ilgili iller için eksik sayıyı tamamlamak üzere Senato ve Meclis ara seçimleri düzenlenirdi. Bunun gibi bir ara seçim, 14 Ekim 1979 tarihinde İstanbul için yapılacak, üyesi olduğum Türkiye İşçi Partisi de bu seçime katılacaktı. Böyle durumlarda seçim yapılacak illere, seçim çalışmalarını kolaylaştırmak amacıyla, diğer illerden takviye arkadaşlar gönderilirdi. Bu kapsamda İstanbul il örgütüne Ankara’dan 11 arkadaş gönderilmişti. O yıllarda Türkiye’nin tüm il ve ilçelerinde programlı elektrikler kesintileri olurdu. Örgütümüzün miting yapacağı 12 Ekim Cuma günü 12.00-16.00 saatleri arasında da Şile ve köylerinde elektrik kesintisi vardı. Miting saatleri de merkezi yönetim tarafından belirlendiğinden, elektrik kesintisine denk gelen mitinglerde ses düzeni de çalışmıyordu. Biz de bu amaçla oto aküsüyle çalışan bir ses düzeni edinmiş, kesinti programına bağlı olarak ilçeden ilçeye dolaştırıyorduk. O tarihte İstanbul il yönetim kurulu üyesiydim. Üsküdar İlçe Başkanımız Çetin Yücel 12 Mart öncesinde de hem partili, hem belediye meclisi üyesi olduğu için bölgeyi iyi bilen yoldaşımızdı. Şile’ye gitmemiz gerektiğinde hep Çetin’in arabasını kullanırdık. Çetin yoldaşımız 1980 yılında Üsküdar'daki işyerinin önünde faşitlerce kurşunlanarak öldürüldü. Kendisini saygı ve özlemle anıyorum.
Miting öncesi gidip yönetici arkadaşlarla görüştük. Bize ayrılan saatler önce Ağva, onun bitiş saatinde de Şile’de başlıyordu. İlkin sahilde Ağva’ya gittik. Miting için çok küçük bir yer vardı. Dönüşte yine sahilden geldik. Yoldaki köylerin bazılarında faşistler çok etkili ve saldırganmış. O nedenle Şileli arkadaşlar tedirginliklerini ilettiler. Başka yol sordum. Varmış, ama hem yokuş hem dönemeçliymiş. Şile meydanı deniz tarafı lokantalar, bir yanı cami bir yanı da belediye binası, arkası da küçük bir parkla çevrili ilçeye göre oldukça da büyük bir alandı. Orada da pankart ve kürsü yerini belirledik. Mitingin yapılacağı Cuma günü Ağva ile Şile’nin pazarıymış, sabah erken gidip pazarlarda bildiri dağıtmak iyi olurdu. Ankara’dan takviye gelen 11 arkadaşımızın Şile’ye kadar otobüsle gidip dönüşlerini sağlayacaktık ama Şile-Ağva arası bu olası değildi. Zaten zamanımız da yoktu. Şile mitingi, Ağva’daki mitingin bittiği saatte başlayacaktı. O yüzden Ağva’dan Şile’ye çok süratli gelmemiz gerekecekti. Ne minibüs, ne otobüs ne de arkadaşların herhangi bir aracı vardı. Şilelilerin, çok süratli araba kullandığı için “Tek Kanat” dedikleri bir kamyonetçi varmış, onunla anlaştık. Bizim peşimizden arkadaşlarımızı sahilden götürüp aynı yolda geri getirecekti.
Miting saatinde elektrik kesintisine denk geleceğimiz için o gün ihtiyacımız olan aküyle çalışan ses düzeni Kadıköy ilçedeydi. Planlama ve keşif gezimizden döndükten sonra oraya uğrayıp arkadaşlardan Çetin'e teslim etmelerini istedim. Pazarlarda dağıtmak için bildiri basıldı. Konuşmacımız Sönmez Targan olacaktı. O bölgeyi eskiden beri bildiği için Çetin de kısa birer konuşma yapacaktı. Partinin Yavuz Çizmeci’nin seslendirdiği seçim kaseti vardı, kahve toplantılarında ve mitinglerde aralarında teypten onu çalıyorduk.
Miting günü sabah erkenden Ankaralı arkadaşları otobüsle gönderdik, biz de malzemelerle beraber Çetin’in arabasıyla gittik. İlçe başkanı arkadaşımız, galiba bir işi çıktığı için İstanbul’a gitmişti. Emekli astsubay ilçe sekreteri arkadaşımız hazır bizi bekliyordu. Erken olduğu için caminin arka sokağında pazar yeri kurulmuştu. Ankaralı arkadaşlar bildirileri dağıttılar, zaten Ağva mitingi saatinde ancak yetişebileceğimiz için sahil yolundan biz önde kamyonetteki arkadaşlar arkada iki araç olarak gittik. Küçük yerlerde hep olduğu gibi hareketlerimiz oralılar tarafından göz ucuyla takip ediliyordu. Ağva’nın aynı zamanda pazar yeri olan meydanımsı alanında bizden önce MHP’nin mitingi vardı. İki ip üzerine bayrak ve pankartlar tutturulmuş, iplerin iki ucu bir ağaca diğer uçları da iki farklı ağaca bağlanmıştı. Miting saatimiz geldiği halde o bayraklar indirilmedi, çevrede onlardan kimse de yoktu. Ankaralı arkadaşlar indirmek istediler, ama bir tezgâh olabilir kuşkusuyla engel indirmedik. Jandarma karakoluna gittim, orada bir başçavuşa durumu anlattım, “bizi ilgilendirmez” dedi. “Bir olay çıkarsa sorumlusu siz olursunuz” deyip meydana geldim.
Arkadaşlarımız zaten indirmek için bekliyorlardı, zevkle ağaçtaki ipi kestiler, bayrak ve flamalar yere düştü. Onları alan da olmadı, öyle ayakaltında kaldılar. Ya sayımızdan korktular ya da orada kimseleri yoktu. Bizim bayrak ve dövizlerimizi Ankaralı arkadaşlarımız alkışlarımız eşliğinde astı. Arabayı ortaya çekmiş hazırlık yapmıştık, ama Kadıköylü arkadaşlar yanlışlıkla elektrikle alışan ses düzenini vermişler. Gittiğimizden beri arabanın üstüne koyduğumuz ITT marka teyp çalıyordu. Bir yandan da bildiri dağıtılıyordu. Sönmez Targan, Çetin’in ricası üzerine ayakkabılarını çıkarıp arabanın üstüne çıktı. Pazar yeri olduğu için etrafta çok insan vardı. Arabamız da o küçük meydanda hareketlerine engel oluyordu anlaşılan. Sönmez iyi hatipti, konuşmaya başlayınca dinleyenlerin sayısının arttığını görebiliyordum. Aklımda kalan, dört köylü kadının konuşmayı dikkatlice dinleyip kendi aralarında konuşmalarıydı. Bir de bildiri dağıtan arkadaşlardan birinden aldığı bildiriyle gözleri yaşlı ve mutlulukla arkadaşımıza sarılan, sabahtan beri bizi beklediğini söyleyen bir işçi emeklisiydi. Ben karakoldan döndükten sonra da biraz konuşmuştuk. Dinleyici çok olunca Sönmez de bağırarak nutuk çekmeyi pek sevmişti, sesinin kısıldığını fark edebiliyordum.
Miting saatimiz bitmeden Şile’ye gitmek için hareket etmek zorundaydık. Bayraklarımızı pankartlarımızı topladık arabalara gittik. Yukarı yoldan gideceğimizi söylediğimde Tek Kanat itiraz etti, ama kararlılığım karşısında itirazını kısa kesti. Oldukça sürat yapmak zorundaydık. Onun kamyoneti mutlaka bizim arkamızdan gelecekti. Biz önde kamyonet arkada hızla az kullanılan üst yola çıktık. Yolu yarılamadan kamyonet durdu; endişeyle biz de durduk. Kamyonetin arkasında üstelik dönemeçli yollarda hızlı da gidince Ankaralı arkadaşlarımızın bazılarının midesi bulanmış. İki kişinin kustuğunu anımsıyorum. Bizar sonra bir kez daha durduk aynı nedenle. Şile’ye, İstanbul yolundan girdiğimizde jandarma yolumuzu kesti, miting var giremezsiniz dedi. Belgelerimizi gösterdim geçtik.
Meydana yaklaştığımızda yolun insanlar tarafından kapatıldığını gördük. Orada da polis durdurdu, meydana girdiğimizde şaşkınlık içinde kaldık. Belediyenin önü hariç, tüm alan insanlarla doluydu. Orada da Emniyet müdürü, jandarma komutanı ve birkaç polis vardı. Caminin duvarı, önü ve üstü, yollar doluydu. Lokantaların önüne, yola iki sıra sandalye dizilmiş oturan insanların arkasında kaldırımda insanlar ayakta bekliyordu. Tüm Şile, köyleriyle beraber oradaydı desem inanın abartmış olmam. Ben “50'60 kişi toplayabilirsen büyük başarı” diye düşünmüştüm, ama orada, alanın etrafına toplanmış 800-900 kişi vardı. Parkın önüne kürsü koyulmuş, üzerine de Atatürk sürahisi ve bardağı, kürsünün önünde bayrak, mikrofon. Sanki biz Ağva’dan yola çıktığımızda devrim olmuş, devlet bizden yana geçmiş ve partimizin mitingine hazırlık yapmış gibiydi.
Şaşırmıştık şaşırmasına ama işimiz çoktu ve o halden çabuk sıyrıldık. Ankaralı arkadaşlara deniz tarafına giden yola, belediye ile lokantalar arasına pankart asmalarını söylemiştim, polis engel olmuş, astırmamışlar. Gidip iki komutana, hep cebimizde taşıdığımız Anayasa kitapçığını okumaya başlamıştım ki pek fazla ilerleyemeden bayrak ve pankartların asılmasına hemen onay çıktı. Bayraklar asılırken lokantaların önünde ilçe sekreterimizin öncülüğünde bekleyenler alkışladılar. Demiştim ya Çetin buraları altmışlardan beri iyi bilirdi. Ona beş dakikalık kısa bir konuşma yapmasını söylemiştim. Çetin tuttu beş dakika yerine, herkes yerinde pür dikkat onu dinliyormuş gibi uzattı da uzattı. Zamanımız kısıtlıydı, geç gelmiştik, saat beşte bitirmek zorundaydık. Sönmez siyasi içerikli bir konuşma yapacaktı ve bu gerekliydi. İşaretlerle Çetin’e konuşmasını bitirttim. Ağva’da sesi kısalan Sönmez sanıyorum en başarılı konuşmasını o gün Şile’de yaptı. O da beklemediği dinleyiciyi bulunca bize ayrılan zamanı biraz da geçirene ve sesi iyice kısılan kadar konuştu. Konuşmalar arada lokantaların önünden gelen alkışlarla kesiliyor, destekleniyordu.
Sönmez aramızdan ayrılana kadar her görüşmemizde o iki mitingi hep anımsardık. Mitingimizi bitirdik, henüz toparlanmaya fırsatımız olmamıştı ki çevrede bekleyen köylüler meydanı doldurdular. Biz de böylece o kalabalığın nedenini öğenmiş olduk. O gün Şile’nin pazarıydı. O alan, normal günlerde köylerden gelen arabaların da park yeriymiş. Köylüler farklı araçlarla gelip alışverişlerini yapar, akşam da aynı meydandan binip giderlermiş. Park yeri, o gün öğlenden itibaren yapılacak mitinge ayrıldığından, polis sabah alana bırakılan tüm araçları ilçe dışına taşıtmış. Alışverişlerini bitiren köylüler meydana gelip de arabalarını bulamayınca, mitingin ardından arabalarının gelmesini bekliyorlarmış mecburen. En son miting de bizim olduğundan, bütün kalabalık bizi beklemiş.
Bu tanıklığımı o gün orada bulunan Ankaralı arkadaşlardan okuyan olur da katkıda bulunurlarsa ne güzel olur?
Ertesi Gün MYK ve Başkanlık Kurulu Üyesi, Örgütlenme Bürosu Sekreteri, ‘60’larda İstanbul Belediye Meclisi TİP Grup Başkanı Can Açıkgöz’e kalabalığın gerçek nedeni hariç anlattığımda katiyen inanmadı, yalan söylemeyeceğimi bildiğinden kuşkulanmaktan da geri kalmadı muhtemelen. Anlatınca birlikte bu hoş anıya bir de beraber güldük. Seçimde de anımsadığım kadarıyla ‘60’lar dahil, Şile’de partinin aldığı en yüksek oy 57’ydi. Ama doğrusunu söylemem gerekirse daha fazla bekliyordum.

4 Şubat 2025 Salı

Şark Bülbülü Diyarbakırlı Celal Güzelses (*)

Çocukluğumun geçtiği Ağın’da elektrik yoktu, ancak 1969'da ben yirmi yaşındayken geldi. Ülkeyle bağı haftada bir toprak yoldan gelen posta arabasıyla ve manyetolu PTT’deki telefonla sağlanıyordu. Posta arabasıyla gelen gazeteler en erken 5-6 günlük olurdu. Telefonla konuşmak için de neredeyse tam gün postahanede hattın bağlanmasını beklemek gerekiyordu.
Müzik dinlemek için ise üç olanak vardı. İlki yılda birkaç kere yapılan düğünlerde çalınan, klarnet, keman, cümbüş ve davuldan oluşan çalgıydı. İkincisi Berec marka (anot ve katot) kocaman pillerin enerjisini sağladığı lambalı radyoydu. Pilleri de sanıyorum hem çok pahalı hem de bulunması zor olduğu için çok az çalınırdı. Sabahları arada Yurttan Sesler programında türkü ve akşamları yine arada ajans haberleri dinlenirdi. Müzik olarak dinlediğimiz üçüncü olanak sanıyorum sadece bizde bulunan gramofonda çalınan türkülerdi. Gramofonu annem kullanmazdı, benim zembereğini çevirmeye gücüm yetmediği içi babam çalardı. Çok da plak yoktu, 5-6 taş plak ancak vardı herhalde. Bunlardan en çok dinlenen de bir adı da Şark Bülbülü olan Diyarbakırlı Celal Güzelses'in plağıydı.
Plak çalmak biraz da törensel bir havada yapılırdı. Babam pikabı getirir kurar, plağı yerleştirir ve dikkatlice iğne kafasını yerine koyunca çalmaya başlardı. Gramofonun zembereği kırıldığı zaman babam söker, atölyesinde kırılan yerin iki ucunu ısıtır deler ve perçinlerdi, ben de pür dikkat onu izlerdim. Çocukluğumdan kalma müzik sesi Gani dayının klarneti, Celal Güzelses ve Yurttan sesler türküleriydi. Yetmiş yıl sonra bile her üçü de hâlâ hoş etkisini sürdürüyor. 1978 yılı Türkiye İşçi Partisi bölgede kongre ve örgütlenme çalışmalarına destek için Diyarbakır’da aralıklı birkaç ay kaldım. Geceleri partili Zülküf’ün evinde kalıyor, sabah bir kebapçıda çorba içtikten sonra partiye gidiyordum. Sulu yemek yapan lokanta yoktu, arayıp sorup binaların arasında kalmış avlu gibi bir yerde çok camlı tek katlı kapısı da camlı bir lokanta bulmuştum. Diyarbakır’da olduğum günlerde öğle yemeğimi orada yiyordum. Orta yaşlarda efendi biri işletiyordu. O yıllarda Güneydoğuya giden benim gibi uzun boylu gözlüklü ve çoğunlukla elinde bir çantayla gezen biri mutlaka 'devletin görevlisidir' gözüyle bakılır mesafeli bir saygı gösterilirdi. Doğrusu ben bundan çoğunlukla da memnundum. Lokantacı da bana karşı hep saygılı davranıyordu zamanla da aramızda bir dostluk bağı oluşmuştu. Diyarbakır il örgütü kongresi yapılacaktı. Kongrenin akşamı da bir gece düzenleme kararı almış, bunun için İstanbul’a dönmüş, Genco Erkal’ın da gelmesini Nurten Tuç ile sağlamıştık. Gecede bizim Şişli ilçesinden, fabrikada çalışıp hukuk okuyan Derviş Parlak da ilk kez sahneye çıkmak üzere gelmeye ikna etmiş tekrar Diyarbakır’a dönmüştüm. Kongreden bir gün önce parti genel sekreteri Nihat Sargın da gelmişti. Diyarbakırlı parti kurucusu, eski milletvekili Tarık Ziya Ekinci, Nihat Bey için Demir otelde akşam kaburga dolması ziyafeti verecekti. Beni de davet etti. Daha önce de benzer davete katılmış ve pek sıkılmıştım. Tarık Abiyi kırmamak ve tabii gerçeği de söyleyemediğim için evinde kaldığım Zülküf’ün o akşam benim için memleket yemekleri hazırladığını, gitmezsem çok ayıp olacağını ve bu nedenle gelemeyeceğimi söyledim.
Biz akşam Zülküf’le partiden çıktık, öğlenleri yemek yediğim lokantanın açık olacağını umarak oraya doğru yürürken, arkamızdan “bensiz nasıl kaytarırsınız” diyen Partinin Merkez Yönetim Kurulu üyesi hemşerim Yalçın Cerit aramıza girdi. Biz üçümüz sadece banim bildiğim lokantaya gittik. Pencere perdeleri kapalıydı, sadece kapının perdesi açıktı, ışıklar da yandığı için bir umut kapıyı yokladım, kilitliydi. İçeride lokantacı çiğ köfte yoğuruyordu, beni görünce hemen geldi kapıyı açtı, içeride masalar uzunlamasına birleştirilmiş 20-25 kişi yemek yiyordu geri çekilerek rahatsız etmeyelim dedim. Buyurun buyurun yabancı değiller, diyerek bizi içeri aldı, kapıyı da kilitledi. Afiyet olsun diyerek içeri girdik. 8-10 masanın çoğunu birleştirmişlerdi. Bize de nereden bulduysa hemen bir masa ayarladı. Biz de bir şeyler söyledik, kalabalık masaya kadeh kaldırarak akşamımıza başladık. Biraz sonra yan masadan bir tepside çiğ köfte ikramı geldi. Ben ayağa kalkarak elimi göğsüme götürüp eğilerek teşekkür ettim. Onlar da aynı şekilde karşılık verdi. Bizim de bir ikramda bulunmamız hoş olurdu ama ne gönderebilirdik? Zaten lokanta akşam kapalıyken, önce dostları sonra da bizim için açmıştı kapıyı. O yıllarda herkes sigara içiyordu. Zaten içmeyen yadırganıyordu. Çoğunlukla tercihimiz de 'Samsun' isimli sigaraydı. Güzel sigaraydı ama epey bir zamandır önce tadı bozulmuş sonra da sarı olan filtresi beyaz yapılınca tatsızlık katlanmıştı. Eski ve güzel olan sarı filtreli Samsun deyim yerindeyse karaborsaydı ve bulunmuyordu. Yurt dışında satılan eksport Samsun ise en iyisiydi ve doğal olarak hiç bulunmuyordu. Bende de yurt dışından gelen birinden aldığım iki paket sigaranın birini açmıştım, diğeri cebimdeydi. Açılmamış olanı açtım, ikramlarda yapıldığı gibi birkaç sigarayı biraz dışarı çıkardım, lokantacıyla yan masaya gönderdim. Sigarayı her alan ayağa kalkıyor, elini göğsüne götürüyor ve hafifçe eğiliyordu, ben de aynı hareketi yapıyordum doğal alarak. Bir paket sigara bitti açık olanı da gönderdim.
İkinci kadehler içilirken yan masadan Diyarbakır’lı Celal Güzelses türkü söylemeye başlamasın mı, çocukluğumdan beri duymamıştım ve nereden baksan 20 yıl geçmişti ve donmuş kalmıştım. Lokantacıya işaret ettim, o da uzun masaya oturmuş arkadaşlarına katılmıştı, geldi. Bu Diyabakır’lı Celal Güzelses değil mi? dedim. O da şaşırdı benim tanıdığıma, çok benziyor, hatta aynısı değil mi? dedi, evet dedim. O da, bu Celal’in yeğeni terzi (?) dedi. Anlaşılmıştı, aynı aile aynı ortam ve aynı güzel ses, Diyarbakır’lı Celal Güzelses. Biz uzun masadan erken kalktık masa başında aynı saygı hareketini karşılıklı yaparak çıktık. Böyle bir akşam, böyle bir güzel anı bıraktı. Epeyce bir zamandır, Diyarbakır’lı Celal’in temiz bir taş plağını arıyorum ama bulamıyorum. Bir kez ciddi bir para ödeyerek aldım fakat o kadar kötüydü ki sinirlenip attım. Bizdeki çoktan kayboldu. Gramofon ise bende. Tamir edeyim dedim söktüm, yine zembereği kırıktı, evde onu tamir etmem de olanaksız. Ama Diyarbakır’lı Celal’in plağını bulursam o zembereği yapıp, yaptırıp dinlemek şart olur. (*) https://youtu.be/hQQNGtzz9iM?si=GZHp7kWJ7Yb9IQmt

Ruhi Su’ya Saygısızlık (*)

Yaşamımı kolaylaştıran, birçok zor konuda çözümler bulmamı sağlayan, uzunca bir dönem de işimin omurgasını oluşturan, bir şeye tam yoğunlaşma özelliğim ya da belki de yeteneğim yaşamım boyunca hep işime yaramışken sadece bir kez de bu nedenden ötürü bir kişiyi ve ayrıca birçok dostumu da ne yazık ki üzdüm. Benim için bunu anlatmak çok kolay değil, şimdi yazmaya karar verdiğimde bile gerildiğimi hissediyorum. Derdimi anlatmak için önce işimden bir örnek vererek giriş yapmak istiyorum, başka türlü anlaşılmam zor olacak. Doksanların başı, platoda bir film setindeyiz. Gecenin bir vakti 25-30 kişi, yönetmenimiz Alinur Velidedeoğlu ile birlikte bir reklam filmi çekimindeyiz. Ben de her zamanki gibi dekor ve görüntü efekti (bilgisayar olmadan önce sinemada, mesela birini evin tavanında yürütmek, bir ütünün uçurulararak bir kadifeye kondurulması gibi neredeyse sihirbazlık türünden hileler) işini yapıyorum. Dekoru önceden teslim etmiştim; ekip orada çekime devam ederken ben de platonun pek de ışığı iyi olmayan bir köşesinde, mermer bir zemin üzerinde ürünün isminin ve logosunun renklerinin yavaş yavaş ortaya çıkarak birbirleriyle karışmasını tam olarak sağlamak için defalarca denemeler yapıyorum. Yedi sekiz tane mini sıvı pompası, onların voltajını ayarlayacak elektronik devreler, boya kavanozları, vanalar ve hortumlarla işe daldırmış çalışıyorum. Arkamda setin bilindik sesleri geliyor, bazen herkes koşuşturuyor, bir şeyleri çekiyor, bir şeyler çakılıyor, sonra biri “sessizlik” diye bağırıyor ve tam sessizliğin ardından yönetmenin, “motor” komutuyla oyuncuların çıkardığı küçük sesler duyuluyor. Işık da bu aralarda zaman zaman değişiyor, azalıp çoğalıyor. Bilmem kaçıncı kez yaptığım denemeden sonra işimi neredeyse tam istediğim gibi sonuçlandırmaya başladığımda, birden üstüme bir spot ışığı tutuldu. Işıkçının biri halimi gördü hem renklerle oynuyor hem loş ve değişken ışıkta çalışıyorum diye saygı gösteriyor düşüncesi aklımdan geçti ama işimdeki dikkatim nebze eksilmedi. Zaten tam konsantrasyonum olmasa bu işlerin altından kalkmam mümkün değildi. Bu anlar benim kendimden geçtiğim anlardı. Sonra bir ışık daha vuruldu, seslerin de kesildiğini fark ettim. Bir iki kıkırdaşmayı duyunca kafamı kaldırdım, Arri kameranın kocaman objektifiyle yüz yüze geldim. Alinur biraz önce yakınımda bir yerde bana seslenmiş ben tepki vermemişim, yere çömelmiş vaziyette aletlerle boğuşmam ilgisi çekmiş olacak ki çekimi durdurup benim filmimi çekmeye getirmiş ekibi. Ben olayı fark edene kadar kaç dakika çekimi sürdürdüler bilmiyorum. O arada kapalı bir mekânda, birçok insanın, kamera ve ışığın benim çevremi sarmasının zerre kadar farkında değildim, öylesine işime yoğunlaşmış, kendimi işe kaptırmışım. Daha önce de Alinur yine gecenin bir yarısında pratik çamaşır makinesinin altında motor ve iki kablo dışında bir şey olmadığını görünce, “bunun nesini çekeceğim, içi boş bunun” diyerek benden onu çeşitlendirmemi istemişti. Ben de motor devrini ayarlamada kullandığım bir elektronik devre ve bir radyonun içinden birkaç parça ekleyerek zevahiri kurtarmıştım; bu durum çok da hoşuna gitmiş olacak ki bir TV programında bundan bahsetmişti. Buna benzer anılar çok belleğimde. Benzer durumu birçok insanın da yaşadığını okumuş, duymuştum. Çok zor ve teknik bir problemi çözerken çevremdeki diğer şeyleri hissetmediğimi zaten biliyorum. Bunun yararını çok gördüm, kimseye de bir zararı olmamıştı. Ama şimdi aşağıda anlatacağım olayda hiç de öyle olmadı. Bunları yazarken en büyük zorluğum veya dikkat ettiğim şey yaşanmışlığın zaman içinde değişime uğrama olasılığı. İnsanın geçmişte yaşadığı bazı olayları yanlış hatırlaması, sonradan olayın kendisi yerine, hayalinde canlandırdığı, belki de farklı şekilde belleğinde yer etmiş şeyleri gerçek sanması. Bunu ilk kez Yılmaz Derebaşı için kitap hazırladığımız zaman fark etmiştim; önce yadırgadım ama sonra Engin Gençtan’ın bir makalesinde bu psikolojik gerçeği okuyunca anladım. Yılmaz’ın öldürüldüğü sabah bildiri dağıtmaya gittiğimiz arkadaşların sayılarını yerleri ben saptadığım için tam olarak biliyordum, bu nedenle kaç kişi olduğumuzu da unutmam olanaksızdı. Ama anıları yazmaya başlayınca orada olmayan bazı arkadaşlar da orada olduklarını söylediler. Burada çok iyi niyetli bir düşünce vardı, çünkü o kötü günde orada kendilerinin de olmasını istiyorlardı. O zamanki varsayımları yıllar sonra gerçeğe dönüşmüştü. Ben lafı çok uzatmadan esas konuma, beni ve birçok dostumu üzen, belki de bazılarını güldüren anıma geleyim. Türkiye İşçi Partisi olarak Spor Sergi Salonunda bir gece yapıyorduk. Parti merkezine bağlı olarak benim yönetimimde “Grafik Sanatlar Seksiyonu” kurulmuştu. Değişik branşlardan sanatçı, teknik eleman olarak 41 kişiydik. Birçoğumuz da toplumda aykırı olarak binen tiplerdik. Parti etkinliklerinin görsel hazırlıklarını biz yapardık. Bu gecenin hazırlığını da yine biz yapacaktık. Spor Sergi Salonu oturarak 8-10 bin kişinin aldığı bir spor salonuydu. Basketbol ve voleybol maçları oynanırdı. Tribünler metal ayaklar üzerine monte edilmişti ve betonarme olan iki katta da devam ediyordu. Sıraların çoğu alt kattaydı. Biz sahneyi basket potasının olduğu dar tarafa her zaman yapıldığı gibi zemine kuracaktık. Sahnenin arkasına, yerden 7-8 metre yukarıya, tribünlerin önüne, şimdi tam ölçülerini anımsayamıyorum ama sanırım 8x10 metre ölçülerinde, arkadan görüntü verilen opak bir perde asacaktık. Perdeye, arkadan, üst tribünden gecenin akışına göre slaytlar yansıtacaktık. O boyutta ve o mesafeden görüntü verebilecek bir projeksiyon makinesi piyasada yoktu. Bunu biz yapmak zorundaydık. Ayrıntıları toplantılarda uzun uzun konuşuldu, tartışıldı, beyin jimnastiği yapıldı, şemalar çizildi, riskler değerlendirildi, bunların çözümü konuşuldu ve kararımız zaman içinde kesinleşti. Makineyi yapacak, o perdeyi imal edecek ve o sigara dumanın içinde insanlarımızın hak ettikleri kalitede sunum yapacaktık. Bunları yazarken her şeyi anımsıyorum ama yapılan diğer hazırlıklara ilişkin belleğimde kırıntı yok. Belki yazıyı yazarken bir şeyler anımsarsam eklerim.
Perde ve asılmasında neredeyse sorun çıkmayacağı konusunda hemfikirdik. Sorun çıkma olasılığı sıfırdan yapacağımız devasa projeksiyon makinesinde en yüksekti. Perde büyük ve salonun en görünen yerinde olduğu için, slayt gösterimizin yapılamaması ciddi rahatsızlık yaratırdı; bu nedenle gösteriyi riske atmamalı, her olasılığı hesaplamalıydık. Başaramazsak da iptal etmeliydik. Çok sigara içiliyor ve salon açık mavi -gri bir sisle kaplanıyordu; görselleri zıt renklerden seçmek, diğerlerini sıcak renkli filtreler kullanarak gidermek gerekiyordu. Salonda havalandırma neredeyse hiç olmadığı için aynı zamanda nem oranı da çok yükseliyordu. Işık çok güçlü olacağı için mercekler aşırı ısınacaktı, bu nedenle her şeyi yakabilir, hatta patlatabilirdi. Salondaki nem projeksiyon makinesinin ışık güçlendirici, görseli yansıtıcı merceklerinde buharlaşmaya neden olabilirdi. Bu nedenle alete çok güçlü bir fan koyulacaktı. Ayrıca içerideki çok nemli ve sıcak havanın makineye basılması da yansıtıcı ve ışık güçlendirici merceklerde ek buharlaşmaya neden olacağı için, salonun arkasındaki pencereler vasıtasıyla dışarıdan borularla soğuk ve kuru hava alete taşınacaktı. İki fan ile bu ısınma ve buharlaşma sorununun çözüleceğini hesapladık. Teknik arkadaşlar kablo kalınlığından, hava pompalarının gücüne, hava borularının çapına kadar bir sürü hesaplamalar yaptılar. Perde ve makine erken bitirilecek, deneme atölyede yapılacak, varsa sorunlar giderilecekti. Çıkabilecek sorunları çözemezsek slayt gösterisi iptal edilecekti. Bu tür hesaplamalarda Mimar Haluk Somer çok yararlı oluyordu.( Bu arada anımsadığım bir şey de, Haluk’un gelişkin bir Texas Instruments hesap makinesiyle, seçim akşamı telefonla ilettiğimiz az sayıdaki sandık sonuçlarından hareketle genel sonuçları kesin sonuçlara oldukça yakın bir şekilde hesaplayabilmesidir.) Sonuçta görev bölüşümü yapıldı, projeksiyon makinesinin yapılması ve gecede kullanılması Bahattin Demirkol’un sorumluluğunda olacaktı. Gösterilecek slaytları da yine biz bulacaktık. Aldığımız programa ve metin akışına uygun şekilde sıraya koyacaktık. Doğal olarak yoğunluk Ekim Devrimi içerikli olacaktı. Bunlara ilişkin olarak da grafiker ve ressam arkadaşlarımız sorumluluğu almışlardı. Geceyle ilgili çalışmalar normal devam etti, projeksiyon makinesi partili bir arkadaşımızın elektrik atölyesinde yapıldı. Bahattin mükemmel bir iş çıkarmış, denemelerde olağanüstü başarılı sonuç alınmıştı. Perde de aynı derecede iyiydi. Doğal olarak bunun yanında afiş, davetiye, salon düzeni, pankartlar, slaytlar vb gibi işlerle de uğraşıyorduk.
Gün geldi çattı. Sabah salona gittik, bir yandan pankartlar asılıyor, projeksiyon hazırlanıyor, sahne ışık ve ses düzeni yerleştiriliyordu. Hazırlıklar yerli yerindeydi, girince perdemiz karşıda ihtişamlı görünüyordu. Bugünkü şartlar çerçevesinde düşünüldüğünde bu perdenin ve buraya verilecek görüntünün çok sıradan bir iş olmadığını genç arkadaşlar anlamayabilir. O perde o güne kadar uygulanan en büyük perde ve en büyük projeksiyondu belki de. Her şey ama her şey mükemmeldi. Çalıştığım işte yoğunluğum olduğu için işe gittim ama aklım salondaydı doğal olarak. Gelen bilgiye göre projeksiyon denenmiş, o da çok başarılıymış ve sorunsuz sonuç alınmıştı. Gece her zamanki gibi erken gelen insanlarla başladı Bu erken gelenler zaman zaman salon hazırlıklarına pankart asılması gibi işlere da yardım ederdi. Pankartlar, sahne, ışık, ses düzeni ve perde çok iyiydi. Perdede Ekim devrimine ilişkin bir yazı sabit ve çok hoş duruyordu, gururlanarak kapıya döndüm. Ben de ilçemin her zamanki güvenlik görevi için kapı önüne gittim. Bu neredeyse parti kurulduğundan beri böyleydi, biz ve Kartal ilçe hep kapı ve çevre güvenliğinde görev alırdık. Salon yine dolmuştu. Gece müzik, sonra konuşmalarla başlamıştı, sesleri duyuyorduk. Çok geçmeden içerden çağırdılar, projeksiyonda sorun varmış. Koşarak giderken, Ruhi Su o bildik güzel sesiyle türkü söylüyordu, perdede de gri, tam anlaşılmayan bir resim yansıyordu ve çok kötüydü. Sorunu o anda anlamıştım, fanların yeterli olmadığını düşündüm. Koşarak arka üst salona gittiğimde ilk gözüme çarpan yerde boşta duran, yerlerine takılmamış olan daha önce aldığımız soba boruları ve alüminyum borulardı. Gece başlamadan salon daha boşken yapılan denemede sorunsuz ve çok güzel bir yansıma olduğu için ve temin ettiğimiz borular da kısa kaldığından makineye soğuk ve kuru hava taşıyacak hava borularını yerleştirmeyi gereksiz görmüşlerdi arkadaşlar. Gecenin başında da her şey iyiymiş ama biraz zaman geçince hava nemlenip ısınınca mercekler buharlaşmış, görüntüler de gitmiş. Koşarak gidip alttaki salonun ilişkilerimiz çok iyi olan yönetim bürosundan soba borusu istedik, gidip depodan aldık. Çıkınca ilk işim pencerenin camını tekmeyle kırıp boruları döşemek oldu. Projeksiyon çalışıyordu, ufak ufak da görüntü düzeliyordu. Filtreleri de getirmemişler, çaresiz sıcak renkli üç slaytı makineye taktım, bir yandan nem temizliğini yapıyor diğer yandan netlik ayarlıyor, üç slaytı perş peşe değiştiriyordum. O teknik soruna, onu çözmeye öylesine yoğunlaşmıştım ki salonda Ruhi Su’nun türkülerini bölen, arada gelen alkışları, alıştığım film setindeki sıradan sesler gibi algılıyordum. Bir yandan da sorun gideriliyor, netlik tam olarak sağlanıyor, görüntü mükemmelleşiyordu. Bendeki keyif tavan yapmış haldeyken, boş salonun bir başından Can Açıkgöz’ün hızla koridordan girdiğini, biraz sonra da Osman Sakalsız’ın bana doğru koşarak geldiğini görünce her şey bir anda yıkıldı. Onlar benim yanıma gelmeden makineyi kapatmıştım aceleyle. Can ile Osman’ın ne dediğini, benim yanıtımı şimdi hiç anımsamıyorum; tek anımsadığım gururun zirvesinden yerin altına çakılmamın ve projeksiyonu kapatmamın bir olduğuydu. Olay şuydu. Ruhi Su türkü söylüyor bir anda arkasındaki dev perdede Lenin resmi görünüyor, alkış bitiyor türkü devam ediyor, kısa bir süre sonra perdede Marks resmi çıkıyor yine alkışlar, Ruhi Su’nun türküsü perdedeki görselle beraber kesiliyor, alkış kopuyordu. Bu bir kez olsa neyse ama bu arkadaşların alt kattan yukarıya kadar salonu dolaşarak koşarak gelmelerine kadar uzun bir süre devam etmiş. Hiç yakışmayan aykırı bir durumdu ve Ruhi Bey’e büyük saygısızlıktı. Yaptığı her eylemi mükemmel ve kusursuz yapmaya çalışan parti ve biz kadrolarına hiç yakışmıyordu bu yaptığım. Ben elimde aceleyle seçtiğim üç sıcak renkli slaytla ayar yapıp sorunu çözdüğüm için sevinirken, salonun düzeninin, salondaki ahengin canına okumuşum, hiç ama hiç farkında olmadan. Bunları yazarken bile zorlanıyorum, hatta bir ara yazmasam mı bile dedim. Sonra yayınlamayayım dedim. Ama gerçek orada öylesine dururken yarım asır sonra bile olsa yüzleşmekten, yazmaktan çekinmemeliyim diye düşünüp devam ediyorum. O anda salonda olanları daha sonra hiç kimseyle konuşmadım, Can ve Osman’ın ne dediklerini de hiç anımsamıyorum, zaten o anda da duyup anladığımı sanmıyorum. Osman artık aramızda değil ama bu yazıyı Can’a da okutmaya çalışacağım. Bir şey söyleyecek olursa da buraya yazının sonuna koyacağım. “Acaba evde konuşulmuş olabilir mi, Ruhi Bey evde konuyu açmış mıdır” diye - Sıdıka Abla da artık aramızda olmadığından - Ilgın’a da gönderip soracağım. Yanıt gelirse buraya ekleyeceğim.

(*) Ruhi Su’yu dinlemeyenler için:

 https://youtu.be/KOoBVsGoa3w?si=zIuE8B7HbtvpJ9a7

Ben de İsyandayım


“Bir gezinin öyküsü”
Ben Hep İsyandayım, Mutluyum
Mutlu olmayı sadece insanlar değil evrende her canlı ister. Dünyanın dört bir tarafında insanlar rengine, ulusuna, inançlarına bakmaksızın mutlu olmak ister, ama buna ulaşmak için de çok çaba sarf etmediği gibi, kendisini neyin mutlu edebileceğini fazla düşünmez. Bu mutluluk biraz da kendiliğinden gelir. Biraz düşünsek göreceğiz bunun böyle olduğunu, bizim de böyle davrandığımızı.
Mutlu olmanın önemli bir etkeni de verici olmaktır. Gerçekten başkalarına yarar sağlamayı amaçlayan gönüllü davranışlarında, insanların mutluluğunu çok önemli ölçüde etkilediği biliniyor. Ama biz çoğunlukla bunun bilincine varmayız.
Şimdi diyeceksin ki nereden çıktı bu mutluluk, isyan hikâyesi. Bir de tabii içinden akıl verme hikâyesi de geçiyordur eminim. Sabredersen tabii ben de toparlayabilirsem, yaşadığım bir örnekle bunu anlatacağım.
Birine, bir canlıya iyilikte bulunmak, alıcının iyiliğini etkilemesinin dışında, iyiliği-yardımı yapan kişinin de yardımcı olmaktan dolayı karşısındakinin duyduğu sevinçten dolayı kendisini iyi hissetmesine neden olan bir duygu yaratıyor. Bu yardımın bir de karşısındakini etkilediğini somut olarak gördüğü zaman, insan kendini gerçekten de çok iyi hissediyor. Çok yaşamışızdır böyle anları. Genel olarak soyut bir iyilikte-yardımda bulunmak mutlaka iyi hisler bırakıyor ama somut, bire bir yapılan yardım ve iyilik, yapan insanda ayrı bir mutluluk yaratıyor.
İyilik yapmak, yardım etmek için mutlaka öyle büyük işler yapmak gerekmiyor. Sevecen bir davranışta bulunmak bile buna yeterli olabilir. Bir çocuğu okşamak, sevimli bir eniği sevmek, birinin yanlışına hoşgörülü davranmak gibi bir davranışta bulunmak da bu mutluluk için iyi bir etki yaratıyor.
Bir de yapılan yardımın-iyiliğin planlı bir şekilde, belki de örgütlü bir şekilde yapılması var. Zaten uzun vadeli ve kalıcı olanı da bu. Şimdi yaşadığım güzel bir haftayı, güzel insanlarla birlikte anlatacağım, tabii dilimin yettiği kadar.
İğneada’da orman içindeki dere kenarına kurduğumuz kamptan eve döndüğümüzde, evde balkonda Ayşe ve Mesut’la tanıştım. Bu arada beraber geldiğim arkadaşım Peyami ile Ayşe hoş bir çevre muhabbetine girdiler. Derken bir hafta sonra Kuzey Ormanları Savunması’nın yine İğneada’da yapılacak çadır kampı etkinliğine gitme kararı aldık. Zaten beni bilirsin; kamp çadır, tırmanma yürüyüş deyince hangi şartta olursa olsun hazırımdır.
Ayşe’lerle o hafta sonu da İğneada’ya gittik. Ayşe telefonla, 15 gün sonra yapılacak, Karadeniz İsyandadır’ın Ereğli-Arhavi arasında yapılmakta olan santrallere karşı bir haftalık Doğa ve Yaşam Yolculuğu’na çağırdı. Telefonumu kapattım, hemen çantamı hazırlamaya başladım. İşte böyle başladı Karadeniz’deki yaşam için gezim.
Sabah ben Kadıköy belediyesinin bahçesinde beklerken. Hatice aradı, minibüs yolunda turların beklediği yerdelermiş. Uzaktan beni görünce bana doğru yürüdü, böylece ekipten Ayşe ve Mesut’tan sonra bir kişiyle daha tanışmış oldum. Benimle yakın yaşta iki kişi daha vardı Yusufeli’nden Ayhan ile İstanbul’dan Ahmet. Ekibin diğeri yirmili yaşlarda olan yaklaşık yirmi beş kişiyle hareket ettik.
Hep olduğu gibi yolculuk neşeli başladı, zaten son güne kadar da bu neşe artarak ve kaynaşarak devam etti.
İlk durağımız TEM yolunda İsmail’in yeri idi. Dinlenme yerindeki havuzun kenarında neşeli geçen ilk mola sonunda Ereğli’ye doğru hareket ettik.
Hatice Ereğli termik santralı ve oralar hakkında bilgiler içeren 3 sayfalık bir bilgi notu dağıttı. İyi bir uygulamaydı. Hem biz bilgileniyorduk, hem de gideceğimiz yerlerde bilgi sahibi olduğumuz için konuşma alanımız genişleyecekti. Bu bilgi notları gezi süresince yeni bir yere gitmeden yine Hatice tarafından dağıtıldı.
Düzce üzerinden Ereğli’ye vardık. Bizi yolda karşıladılar, otobüse binerek, hoş geldin dedikten sonra bir park yerinde indik. Çay bahçesi sahibi oturanların bir kısmının yerlerini değiştirerek bize 35-40 kişini oturacağı uzun bir masa ayarladı. Sulak bir alanda yoğun ağaçların altında çay içtik. Ortaya konulan simitten otlandık. Bir ara daha sonra gideceğimiz köydeki köylü kadınların yemek pişireceğini, bunu yiyeceğimizi duydum. Ereğli’de sohbetten başka konuşma yapılmadı. Tekrar aracımıza binerek termik santral yapılacak bölgeye doğru hareket ettik. Ereğlili arkadaşlar kendi arabalarıyla bize eşlik ettiler. İlk durağımız Bayat köyüydü. Köy meydanında bizden başka çok az köylü vardı. Muhtar bir konuşma yaparak bize hoş geldiniz dedi. Teşekkür etti. Biz de böylece santralın yapılacağı sahildeki Kireçlik mevkiine hareket edecektik. Hava ve doğa çok güzeldi, sabahtan beri otobüsteydik. Yürüyerek gidilebilir mi diye sordum, yakın, yürünür dediler. Bir kısmımız yürüyerek bir kısmımız da otobüsle aşağıya indik. Biz yürüyenler, yaygın olarak yerleşmiş olan köyün içinden geçerken köylülerle selamlaştık. Kurutulan fındık kümelerinin arasından çok güzel doğa manzaralı bir yolda böğürtlen yeme şansını da yakalayarak sahile, Kireçlik’e indik. Yolda 3 havalı motosikletli de bizi geçerek aşağıya indiler.
Kireçlik Koyunda Hattat Holding’e bağlı Tema adlı şirket kurmak istiyormuş. Bilindiği gibi termik santralların birçok zararı yanında esas iki büyük geri döndürülemez zararı var. Biri denizden soğutma suyu alıp ısıtıp tekrar denize verdiği için denizin suyunun ısısı yükselmekte, ekosistem bozulmakta. Diğer büyük zararı ise, havaya saldığı filtre bile olsa gazlar, çok büyük bir alanı tahrip etmekte, tüm bitkiler ve canlılar bundan etkilenmekteler. Yapılan liman, yollar, enerji nakil hatlarıyla bu cennet yerler cehenneme dönüşmekte. Bunun için gelişmiş batı, başta ABD olmak üzere bu tür enerji üretimlerini terk etti, eskileri de kapattı ya da bir vadede kapatma kararı aldı. Tümü de yenilenebilir enerjiye dönüyorlar. Ben bu yazımda bu şirketlerin uyguladıkları kanunsuzlukları, ayak oyunlarını, kurnazlıkları anlatmayacağım. Aşağı yukarı bilinen numaralar. İş vaadi, işsiz bırakma tehdidi, adam satın alma, hizmet götürme vaadi, vs. Adamların desturları, para kazanmak için her yol mubah.
Her neyse ben yine konuma döneyim.
Kireçlik yakın zamana kadar TKİ’nin kömür çıkardığı bir yermiş. Yollarda, patikalarda kömür parçalarına rastlanıyor. Kullanılmayan harabe hale gelmiş yapılar, ormanlık alanda serpiştirilmiş halde duruyordu.
Denizden taraf esen rüzgâr olduğu için, çadırlarımızı deniz kenarına değil daha içerde kuytuca bir yere kurduk. 30 kişilik olan çadırlarımıza, Ereğlililerin ve 3 motosikletlinin çadırları da eklenince bir çadır köy olmuştuk.
Akşam ateş yakacaktık, bunu için de çadırların arasında bir yer belirlenmesine rağmen, çadırları yakmamak için hemen yanımızda bir çukurluğa topladığımız odunları yığdık, etrafını taşla çevirerek akşama hazırladık.
Köylüler, bizi karşılamadıkları gibi yemek de yapmamışlardı. Anlaşılan Ereğlili arkadaşlarla köy muhtarı arasında bir kopukluk olmuş, biz köylülerle bugün için buluşamamıştık. Belki de köy muhtarı özellikle köylülerine haber vermemişti. Ekipten arkadaşlar akşam için sucuk ekmek getirdiler. Ateş yakıldı, sucuk ekmek yendi, bu bizim Ereğli’deki simit otlanmasını saymazsak sabahtan beri yediğimiz tek şeydi.
Akşam yemek sonrası ateş başında konuşmalar yapıldı. Avukat Yakup Okumuşoğlu, çevre hukuk mücadelesinde önemli başarılara imza atan bir aktivist. O ve bizden arkadaşlar konuşmalar yaptılar.
Motosikletlilerin 34 motosikletli bir kulüpleri varmış. Onlar da çevre mücadelesine katılmak istiyorlarmış. O nedenle o gün gelmişler. Daha sonra haberleri olursa etkinliklerde görev almak istediklerini söylediler. Bunu Ereğli değerlendirir artık, çok da medyatik olur doğrusu. Düşünsene, Harley yelekli, kasklı dövmeli iri motorlu bir motosikletçinin yanında köyden teyzemler eylem yapıyor. Motosikletliler de geldiğimizi duyduklarına, bizimle olduklarına göre demek ki duyuru ve örgütlenme konusunda Ereğli aktivistlerinin bir eksiği yoktu. Demin söylediğim gibi köy muhtarının bir tercihiydi bu, belki de daha önceden bir yerlerden uyarı almıştır, bunu hiç bilemeyeceğiz, tahmin yürüteceğiz ve çoğunlukla da yanılmayacağız.
İyi bir akşam ve gece geçirdik Hem öğretici hem eğlenceli bir akşamdı. Benim beklemediğim renklilikte ve coşkunlukta bir geceydi. Sabah ben yine erkenden kalkarak çevreyi dolaştım. Deniz kenarında dalgaları izledim, dinledim. Ormanlık alanı dikkatlice dolaştım. Böyle zamanlarda çok ama çok dikkatli olmak gerektiğini deneyimlerimden iyi bilirim. Biraz da bu yüzden çadır kurduğumuz yerlerin çevresini de akşamdan çaktırmadan dolaşıyordum. TKİ’nin kullandığı yapılar iyice harap olmuştu. Kurak bir yaz geçirmemize rağmen derede oldukça bol su vardı. Çevrede, orman içinde yaban elma ağaçları vardı. Onlardan biraz topladım. Bakılı yerlerdeki az sayıda fındıklar toplanmıştı.
Yeryüzü sofrası kuruldu, bıldırcın yumurtalı güzel bir kahvaltı yaptık. Daha sonra çadırları toplayıp bir gün önceki hatamıza düşmeden, yine santralden etkilenecek olan Tatlıca köyüne gittik. Yine iletişimsizlikten ya da muhtarın kastından köylülerin bizim gittiğimizden haberleri yoktu. Bilseydik gelirdik dediler. Çok iyi bir iş yaptık köye gitmekle. Uzun kaldık köyde, hem kahvede konuşmalar yapıldı hem arkadaşlar evlere dağıldılar. Bir gün önceki eksiklik o gün giderilmiş morallerimiz yerine gelmişti.
Taşımalı eğitimin sonucu oluşan metruk ve içler acısı ilkokula gittik, bunu daha önce bilsek bile, ilk kez gördüğümüz için hepimiz çok etkilendik. Bol bol fotoğraflar çekildi. Bilindiği gibi “çağ atlatan” hükümetimizin kararıyla öğrencisi 13 den az okullar, başka okullara taşınarak o okullar terk edildi. Bunun adına da “taşımalı eğitim” adını veriler. Üç cemaati olan köylere dahi cami yapan, imam hatta imamlar gönderen bir hükümet burada güya tasarruf yapmıştı. Alevi köylerine kocaman camileri, imam lojmanları da ayrı bir ince hesap! Anlaşılan her küçük köyde bile okumuş bir öğretmenin bulunmasını, yaşamasını istememişlerdi. İmam ise şarttı, köylüyü eğitecekti istedikleri doğrultuda. Köyde devleti temsil eden adam olacaktı imam.
Köylülerle sıcak vedalaşmanın ardından Amasra’ya doğru yola koyulduk. Bartın’da bir benzincide bir şeyler içmek için durduk, çay otomatını da anında bitirdik. Ahmet de işi olduğu için bizden ayrıldı.
Amasra’ya daha önce güneş tutulması için ve bir de gezide gitmiş 1 gün kalmıştım. Özellikle tepeden yaklaşırken görünüşü muhteşemdi. UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Geçici Listesinde yer alması boşuna değildi. Şimdi bu yolu iptal ediyorlar, bir tünel açmışlar kestirmeden girilecek Amasra’ya, muhtemelen de bu daha içine girmeden insanı büyüleyen görüntü artık görünmeyecek. Bilinmez ama bu nasıl bir etki yaratacaktır, göreceğiz.
Amasra’ya vardığımızda burada da bizi karşıladılar. Çadır kuracağımız yer için santralın da yapılacağı yere çok yakın limana gittik. Burada çevre mücadelesini Bartın Platformu ve Amasra’daki çevre örgütlenmeleri ortak yürütüyor. Yer seçiminden sonra çadırlarımızı kurduk. Bu arada Bartın ve Amasra yerel aktivistlerin aralarındaki bizimle ilgili irtibatsızlığı da fark ettik. Bize köye de çadır kurmamızın doğru olacağı söylendi ama hem çadırı kurmuştuk hem de köydeki okulun bahçesinde su, tuvalet gibi ihtiyaçlarımızı görecek yer yokmuş. Hâlbuki daha sonra bizim dışımızda gelişerek alınan bu kararın yanlış olduğunu anlayacaktık, köye kursak köylülerle irtibatımız daha uzun olacaktı. Birbirimizi daha iyi tanıma olanağı bulacaktık. Biz turistik geziye çıkmamıştık, köylülerle ilişki kurmak, onların yanında olduğumuzu yalnız olmadıklarını hissettirmek gönüllülükten gelen asıl görevimizdi.
Limanda çay bahçesi ve denize girecek kumsal da vardı. 4 kişi mayolarını giyip denize girdiler ama su çok soğukmuş, hiç kalamadan çıktılar. Bir rüzgâr varmış, bu estiği zaman deniz suyu neredeyse donma noktasına soğur ve bu birkaç gün sürermiş, arkadaşlarımıza da bu rastlamıştı. Soğuğu çok seven biri olarak keyfimi sabaha bırakmıştım.
Yine burada da odun topladık, akşam ateş yaktık, hep olduğu gibi muhabbetler ve kemençe eşliğinde eğlendik ve yattık.
O gün 1 Eylüldü ve Dünya Barış Günüydü. İlk görüştüğümüz arkadaşlarla birbirimizi kutladık. Daha çadırların çoğu uykudayken ben ve 4 arkadaş denize girdik. Su çok keyifli, çelik gibiydi. Sonra limanda gezdik. Balıkçılar, av mevsimi açıldığı için hazırlık yapıyorlardı. Onlarla sohbet ettik. Amasra’da herkes karşıydı termik santrale ve örgütlülerdi. Bir şeyi daha söyleyeyim yeri gelmişken Amasra’nın CHP’li, Bartın’ın MHP’li belediye başkanı da bu santrallara karşılar.
Arkadaşlar limandaki sosyal tesisle anlaşmışlar, kahvaltı malzemelerimizi biz getirdik, çay onlardandı, sohbetli keyifli bir kahvaltı yaptık. Tekrar ısıtılan bir gün önceki bıldırcın yumurtaları da kahvaltımızın çeşnisiydi. Öğlene doğru Amasra’ya gittik
Bir park alanındaki çay bahçesinde yerel ekipler ile halka açık bir toplantı yaptık. Ereğli’den arkadaşlar da vardı. Daha çok bir sohbet toplantısı şeklinde geçen etkinliğe yöre halkı da çevremizi alarak katılmışlardı. Bazı arkadaşlar  “termiksiz yaşam istiyorum” yazılı önlük giymişlerdi. Bundan ben de bir tane giydim. Bize tost hazırlatmışlardı, bir yandan konuşmalar yapılırken bir yandan da çayla bunları yedik.
Amasra bu mücadelede 7 yıllık başarılı bir geçmişe sahip olduğundan, heyecan ve sıcaklık her yerde hissediliyor, herkes konuşmaya hazır. Bu, alandaki toplantımıza da yansıdı. Tabii kendi iç kavgaları da hissediliyor zaman zaman. Burada öğrendiğim, önemli bir eylem yapılmış, Güneydoğu Anadolu’da olduğu gibi esnaf bir günlük kepenk kapatmış. Onların deyimiyle “Günlük gelirimizden, yarınlarımız için, çocuklarımızın geleceği için vazgeçip kepenk kapattık” Neredeyse tüm esnaf, 101, BİM gibi zincir marketler dışındakiler o gün işbaşı yapmamışlar. Anlayacağın termik santralları yapmayı düşünen Hattat’ın işi çok zor burada, tabii Çinlilerin de.
Sonra bize bir sürpriz yaptılar, tekneyle Amasra sahillerini gezdirdiler. Dönüşte giydiğim önlüğü İğneada’ya örnek olarak götürmek üzere geri vermedim.
Tekne gezisinden sonra dağıldık, kenti kezdik ve yemeklerimizi yedik.
Bu arada Eren’le şarabına tavla oynadık. Tek kapıya 3 kere gele atacak kadar “şanslı” bir günümde iki şişe şarabı kaybettim. Eskiden büyüklere saygı vardı, hiç gözümün yaşına bakmadı 5-0 kesti biletimi. Ama bundan sonraki ilk karşılaşmamızda Eren’in işi zor. Bu şarapları Sinop’ta içecektik.
Akşam, santralın yapılacağı Çapak Koyu’nun hemen üstündeki Tarlaağzı köyünde, ardından Gömü köyünde toplantı yaptık. Özellikle Tarlaağzı köyü çok kalabalık ve hareketliydi. Katılanların çoğu da kadındı. Onlar meydanın bir tarafında oturmuşlardı. Hatice’nin, bizim de kadınların aralarına girmemizin doğru olacağını söylemesiyle bu ayrı duruş ortadan kalktı. Yine konuşmalar yapıldı. Bizden arkadaşlar mücadele ettikleri, geldikleri yerlerdeki deneylerini aktardılar. Yerli arkadaşların bilgilendirmeleri şeklinde ve coşkuyla ve zamanımızı da bir saat aşarak bitirdik. Hep birlikte bir de fotoğraf çektirdik.
Bu köyde duyduğum bir söz belleğimde yer etti. Bunun üzerine çok düşünülebilir, geliştirilebilir. “Akşam ne yeneceğini, içileceğini ben düşünüyorum, adamlar kahvede, tabii ben savunacağım toprağımı suyumu” diyen kadının haklılığı. Bununla beraber kadınların isyanında, yüzyıllardır erkek egemenliğine karşı da bir başkaldırı var mıydı acaba haklı olarak? Bu konuyu denk getirelim uzun uzun konuşalım, ihmal etmeyelim. İnan buna değer.
Gömü köyüne gideceğimiz saatten bir saatten fazla geç gittiğimizden sayı daha azdı. Bizden konuşmacı arkadaşlarımız da profesyonel olmadıklarından aynı şeyleri peş peşe anlatma konusunda zorlandıklarından heyecanları düşmüştü. Ama yine de iyiydi. İkili görüşmeler de çok iyi gidiyordu zaten. Otobüse binerken vedalaşmalar da bu olumluluğun kanıtıydı, çok güzel ayrılmıştık. Bu her gittiğimiz yerde de böyle oldu, daha az değil daha coşkulu, daha duygulu.
Gece geç saatlerde Sinop’a doğru gece yolculuğuna başladık. Akıllı bir seçimle sahil yolundan gitmedik, Kastamonu üzerinden gittik.
Sabaha karşı vardık Sinop’a. Kenti görmeden sahilde bir kere yanılarak gideceğimiz yer olan Akliman’a geldik. Daha önce Sinop’ta çevrecilere saldırı olduğu için çadırlarımızı, yola biraz uzak orman içine doğru kurduk. Arkadaşların bazıları kıyıdaki orman kampına gidip konuştular. Tuvaleti kullanmak ve sahilinde denize girmek için günlük iki liraya anlaşmışlar. Çadır kurmak için ise kırk lira istediklerinden kabul etmemişler. Daha sonra yiyecek bir şeyler almak ve NKP ile buluşmak üzere Sinop’a gittiler. Sinop’ta bu mücadeleyi NKP (Nükleer Karşıtı Platform) yürütüyor. Böylece TMMOB’nin desteği de doğal olarak alınıyor. Biz Sinop’un içine girmesek de geldiğimiz biliniyormuş. Akşam için yiyecek almaya markete giden arkadaşlara “nükleere karşı mı geldiniz aman dikkat edin, burada daha önce saldırı oldu” diyerek dostça uyarı olmuş.
Bazı arkadaşlar kamp yerine tekrar gitmişler, işletmecinin de düşüncemize yakın olması nedeniyle çadır için de 10 liraya anlaşmışlar. Böylece kimimiz çadırlarını toplamadan, balon gibi, bazılarımız da toplayarak etrafı çevrili, tesisleri ışığı suyu plajı olan kamp alanına ağaçların altına yine bir arada çadırlarımızı kurduk.
Ben hemen mayomu giyip denize gittim. İskelede bir bisiklet vardı, belli uzun yoldan gelmişti. Bir de genç bir arkadaş güneşleniyordu. Sordum Batum’dan beri geliyormuş, 600 km. tek başına sürmüş, pedalda yalnızlık çok keyifsiz ve güvensizdir, bilirim. O da buna katıldı. Umur Galatasaray üniversitesinde göreviymiş. Bizim etkinliğimiz duyunca o da o gün bize katıldı. Denizden sonra Ayşe’yle Mesut tesiste kahvaltı yapıyorlardı, onlara çay içmeye katıldım, bir şeyler atıştırdım.
Sonra Sinop aktivistleri geldiler. Önce yakınımızdaki Hamsilos Koyu’na götürdüler. Çok güzel bir yerdi. Ardından nükleer santralın yapılacağı yerlere, İnceburun’a gittik. İnceburun’a giderken yolda kesilen yüz binlerce ağacın yerini ve açılan yolları gösterdiler. İnceburun’a 1 km kala aracın dönüş yeri olmadığı için indik. Yürürken yolun kenarında gördüğümüz yaban incir ağacı bizim tatlı ihtiyacımızı da karşıladı.
İnceburun Anadolu’nun en kuzeydeki ucuydu ve kıyı tümüyle volkanik bazalt taşıydı. Daha önce de gittiğim dağ zirvelerinden aldığım gibi, yurdumun en kuzeyinden de bir taş parçası aldım yanıma anı olarak.
Orada su ve çay molasında, akşam ne yapılacağı konuşuldu. CHP örgütü bu konuda aktif değilmiş, hatta kısa süre önce genç aktivistlere saldıranların içinde CHP’li gençler olduğu da söylendi. Bizimle birlikte Yaşam Yolculuğuna katılan TBMM çevre komisyonu üyesi, CHP milletvekili Melda Onur’un bu konuda bir açıklama yapması gündeme geldi. Bunun yerine Eren, akşam yerel basını da kamp alanımıza çağıralım hem gezimiz hakkında bilgi veririz hem de bu konuda konuşulur, doğru görüşünde karar kılındı.
Döndükten sonra, önce sahilde halka şeklinde sıraladığımız sandalyelerde bir sohbet toplantısı yapıldı. Sohbetler doğal olarak nükleer üzerineydi. Bir bombanın dibinde yaşamak gibi algılanıyor nükleer santral. Sinop ilçeleriyle değerlendirildiğinde bir referandum yapıldığında kaybedebileceğimiz tahmin ediliyor. Termik santralle mücadele şirketle, nükleerde devlet ile mücadele edildiği dile getirildi. Ayrıca Türkiye’de herkesi ilgilendirecek bir konu da açıldı. Nükeere karşı mücadele genel mi yerel mi olacak? Yani sadece nükleerin yapılması düşünülen Sinop mu bununla mücadele edecek, yoksa tüm ülkeyi belki komşuları da etkileyeceği için genel bir mücadele mi söz konusuydu. Bu soru çok da haklı bir soruydu.
Bu sohbetin ardından da ağaçların altında park masalarını birleştirerek, yerel basının da katıldığı bir toplantı yapıldı. Melda da bu toplantıda mesajlarını iletti.
Arkadaşlar akşam için tavuk but almışlardı, kampın mangalında yapılacaktı. Deniz kenarında yeşil alanın ortasında ateş yakmak için beton dökmüşler. Orada ateşimiz yaktık, yanına masamızı dizdik. Önce yemeğimizi yedik, sonra sandalyelerimizi ateşin etrafına alarak oturduk. Eren’in kemençesi ve taşlamaları eşliğinde ve tabii Karadenizlilerin kemençeyi duyunca hoplamaları eşliğinde, hiç unutamayacağım hoş bir akşam geçirdik, tabii kaybettiğim şarapları da içtik. Gerçi Eren şarap içmiyormuş, o da benim gibi rakıcıymış. Bu bir daha rakısına oynayacağımız yani Eren’in rakı alacağı anlamına geliyor.
Ben sabah yine denize gittim. Uzun bir yüzüşten sonra Didem’de gelince tekrar açıldım. Döndüğümüzde millet çadırlarını toplamıştı. Acele ben de çadırımı topladım, otobüsün kenarına getirdim.
Akşam yenilen tavuktan 6 arkadaşımız zehirlenmişlerdi. Bir yandan kusuyor bir yandan da nane limon içiyorlardı. Neyse ki aşırı bir zehirlenme değildi. Erkenden hareketle Fatsa’ya doğru yola çıktık. Kahvaltıyı yolda yapacaktık.
Gerze’ye geldiğimizde yan yola girerek sanayi girişindeki lokantada mola verdik. Karadenizli arkadaşlar Karadeniz pidesi önerdiler. Lokantanın sahibi içlerinde en yaşlısı ben olduğum için birçok yerde de olduğu gibi, doğrudan benim olduğum masaya geldi. O da pideyi tavsiye edince kabul ettik. Bizim pide en son geldi. Getiren patron sizinkini çok yavaş pişirttim, öyle daha güzel olur dedi açıklama olarak. Gerçekten de enfes bir şeydi.
Buradan Fatsa’ya hareket ettik. Fatsa’da otogarda bizi karşıladılar. Siyanürlü maden işletmesine karşı açılan imza standına yürüyerek gittik.
Evet, buradaki sıkıntı da bir başkaydı. Bergama’dan anımsayacağın gibi, siyanürle altın arama idi. Siyanürle altın arama denince detektörle arama gibi algılanmasın. Altın tespit edilen bölgede, doğadan taşlar çıkarılıyor, buradaki altın siyanürle bulunuyor ve açığa çıkarılıyordu. Yani söz doğruydu, altın aranıyordu. Bu tıraşlanan kayalar siyanürlü suyla yıkanıyor, sonra bu kayalar bir dağ oluşturuyor, siyanürlü su ise bir havuzda toplanıyordu. Bu işlem sırasında hava karışan siyanür ve bileşikleri tüm çevreyi yaşanmaz hale getiriyor. Havuz ise sürekli buharlaşıyor, alttan sızanlar su yataklarına karışıyor, içme sularına dereler karışıyor. Zaten bu nedenle gelişmiş ülkelerde bu tür maden arama çok ucuz olmasına rağmen yapılmıyor, çünkü yasak.
Merkezi yerdeki imza standı oldukça kalabalıktı. İşin başındaki de bizim çok eskiden arkadaşımız olan Gül’dü. İnsanlar ona soru soruyor, imza atıyorlardı, Gül’le sarılmıştık ama bir türlü sorumluluğunu bırakamıyordu, insanlara açıklamalar yapıyordu. Sonra bir fırsat bulup hasret giderdik, sohbet edebildik.
Stantta biraz oyalandıktan sonra altın madeni işletmesinin yapıldığı Kocahisar Köyüne hareket ettik. Fatsa’dan bizi oraya götürenlerle köylüler karşıladılar, hep olduğu gibi haberlilerdi. Bizi çadır kuracağımız bahçeler mahallesine götürdüler. Çadır yeri köyün biraz dışında, madeni tam karşıdan gören, tabii madenden de tam olarak görünen bir yerdeydi. Bize gösterdikleri yer çok eğimliydi. Burada yatmak çok zor olur, gece kayarız, altındaki fındıkların arası düz dememiz üzerine, madenden de burayı, çadırları ve sizi görsünler, dediler. Anlaşılan Gezi’den sonra bizim küçük çadırlar yıldırıcı bir silah olarak algılanmıştı. Ayrıca köylüler de yalnız olmadıkları mesajını vermek istiyorlardı haklı olarak. Biz de o açık alana sığacak kadar çadır kurduk, kalanını da alt taraftaki düz olan fındıklığa kurduk. Bu istek keyifli bir andı bizim için, varlığımızın gözdağı olarak algılanması isteniyordu. Zaten öyle de değilmiydi?
Altıntepe madencilik adlı şirket tarafından işletilecek maden için önceden köylülere doğanız bozulmayacak, suyunuz kirlenmeyecek güvencesi(?) verilmiş. İşe başladıktan sonra da giderek işin gerçek rengi ortaya çıkmış. Önce orman ve yeşil yok edilmiş, çevreyi şantiye tozu kaplamış. Ardından bitişik Tepeköy’ün suları kesilmiş, çünkü dağı tıraşlarken su yatakları da tahrip edilmiş. Her yerinden sular akan köye tankerle su getirmek zorunda kalmışlar. Daha siyanür devreye girmeden yaşam ciddi olarak zorlaşmaya başlamış. Bu birçok yerde neredeyse aynı oluyor. Önce inanıyor veya sessiz kalıyorlar sonra vahşet kendini göstermeye başlayınca, buna paralel de köylüler bir araya geliyorlar ve mücadeleye başlıyorlar. Kadınların devreye girmesi de başarının neredeyse anahtarı gibi.
Köyde bir düğün vardı. Öğlen yemeğini düğünde yedik. Yemekte yemediğim gürcü kavurması da yedim. Fena değildi, köy tavuğundan yapılmıştı, tarifini yapan köylü kadından almak isterdim ama o kalabalıkta zordu. Artık Gogul amcadan yarım isteyeceğim.
Akşam Erenyurt Beldesinde alanda toplantı yapıldı. Cemalettin Küçük slayt gösterisi de hazırlamıştı. Kendisi de metalürji mühendisi ve uzmanlığı da metal ayrıştırması olduğundan çok etkileyici, aydınlatıcı ve bir o kadar da ajite edici konuşma yaptı. Hani “haydi madene gidiyoruz” dese gidilecekti desem biraz abartı da olsa gerçek say. Siyanürlü altın aramanın nasıl yapıldığı, bunu çevreye, canlılara verdiği zararlarını anlattı. Bu mücadelenin kendi sorunları olduğunu bizlerden destek dışında bir şey beklememeleri gerektiğini belirtti. Özellikle kadınların aktif olması, karar aşamasında da uygulamada da buna uyulması, bu işe kendilerinin sahip çıkması konusunda iyi bir konuşmaydı. Eren de kısa bir konuşma yaptı.
Köylüler 3 gün sonra Cumartesi madene yürüme kararı aldılar toplantı sonrasında bunu da toplantıda duyurdular. Daha sonra bu yürüyüşün yapıldığını Arhavi’de öğrenecektik. Oldukça başarılı bir eylem olmuş, özellikle kadınların katılımı beklenenden çok fazlaymış. Anlaşılan o akşamki konuşmalar etkili olmuştu, çünkü o toplantımıza sadece 6 kadın gelmişti. Mesela Tarlaağzı Köyünde 100 e yakın kadın vardı ve bir kısmı da konuşma yapmıştı, istekli olarak.
Toplantıdan sonra çadırlarımıza doğru giderken, düğün evini önünde araçtan indik, tıkalıydı yol, benim de canıma minnet. Çadır alanımız çok uzak değildi. Biz 4 kişi yürüyerek çadır alanına geldik, bir süre bekledik kimse gelmeyince diğer arkadaşların düğüne kaldıkları anlaşıldı. Ben tekrar düğün alanına döndüm. Çok kalabalıktı, canlı müzik vardı tabi ses sistemi de. Orada ilk defa gelinin de alanda oynadığın gördüm. Bir ara anons yaptı müzik yapan, Cemalettin’i çağırdı. Cemalettin yine aynı şekilde etkileyici çok kısa bir konuşma yaptı, geline de bir miktar para yapıştırdı. Biz de gündüz aramızda para toplamış vermiştik.
Oradan çadırlarımıza dönüp uyuduk, kaya kaya uyuduk. Bu çadır başında ateş yakmadığımız tek akşamdı.
Ben her zamanki huyumla erkenden daha güneşle beraber uyandım. Maden’e doğru giden toprak yolda biraz yürüdüm. Her yer yemyeşil capcanlı idi. Maden tam karşımda bir taş-toprak yığını olarak dikiliyordu.
Yavaşça yere oturdum, hareketsiz, doğanın bir parçası gibi, her şeyi duyarak, koklayarak, göz ucuyla bakarak, hissederek.
İlk işim 1969 da Karaköy’de bir maden şirketinde teknik ressamlıktı. Şirket maden sahaları kiralar, maden işletirdi. Ben de kiralanan bu maden sahalarını önceden yapılan ölçümlerin değerlerini girerek çizerdim. Acaba dedim burayı da çizmiş miydim? Anımsamam çok zordu ama Ordu Kabadüz nedense aklıma gelen yer ismi oldu.
Doğada bir yere gittiğimizde çevredeki tüm canlılar dünyanın en acımasız canlısını görünce sinip veya kaçtıklarından onları göremeyiz, duyamayız. Doğanın bir parçası olamadığımız, kafamızda düşünceler olduğundan güzel sesleri duyamayız, kokuları alamayız. Böyle sessiz hareketsiz durunca 15-20 dakika sonra canlılar sana alışıyorlar, yavaş yavaş harekete geçiyorlar. Bu arada senin de kafan o sakinlikte dinginleşiyor ve duyu organların hisseder haline geliyor. Doğayı harekete geçen canlıları da hissetmeye başlıyorsun. Burada da böyle oldu. Bir süre sonra sol arkamda belirgin bir ses oldu, bekledim bana yaklaştı, göremiyordum, ama çok da küçük bir şey değildi. Çok ağır şekilde başımı çevirdim, bir sincaptı, 2 metre kadar yakınımdaydı. Göz göze geldik, benim hatamdı anlaşılan yeteri kadar yavaş hareket etmemiş ve göz göze gelmiştim. Hızla benden uzaklaştı, tombul bir şeydi. 20 metre kadar sonra durdu geri baktı, ben öylece duruyordum, bekledi, tekrar yürüyerek uzaklaştı, ağaçların arasında kayboldu. Telaşlı olmaması beni sevindirdi, korkmamıştı, çekinmişti sadece anlaşılan.
Çadır alanına döndüğümde 4-5 arkadaş kalkmış uykulu uykulu sohbet ediyorlardı.
Bize gece evinden elektrik kablosu çeken Güldane Kısacık geldi, bizi evine kahvaltıya çağırdı. Köyden de akşam hiç değilse bayanları evlerde ağırlayalım dediklerini de anımsatmalıyım.
Eve çıktık, örtmede ve bahçede bir güzel kahvaltı yaptık. Doğrusu 30-35 kişinin uyum içinde kahvaltı yapması çok da hoş oluyor. Keyifli sohbetler, kahkahalar, yer değiştirmeler, biten yiyecek ve çayı alanlar ve tabii hep fotoğraf çekenler, anı yaşayamadan fotoğraf çekenler. Hareketli bir 30-35 kişiydik Güldane’nin ailesi ve köylülerle beraber.
Otobüsümüze binerek Fatsa’da saat 10.00 yapılacak basın toplantısına yetişmek üzere hareket ettik. Basın toplantısı daha başlamamıştı, yapılana kadar hemen arkada olan çocuk yaştaki berber çırağında tek kat bir tıraş oldum. Basın toplantısı kalabalık değildi, önceki günkü ilgiden sonra doğrusu ben çok kalabalık bekliyordum. Oradan da HES yapılacak olan derelere şelalelere gitmek üzere hareket ettik.
HES’i bilsen de ben yine de kısaca anlatacağım izninle. Akan derenin üst kısmında suyu çelik borulara alıyorlar, derenin yamacından ormanı yararak, boruyu binlerce ağacı keserek, toprağı yamaçtan aşağı dökerek, bir yerden aşağıya indirip oraya da tribün koyuyorlar, kazanılan irtifadan oluşan suyun basıncından yararlanarak tribünde elektrik üretiyorlar. Suyu aldıkları yerle tribünü koydukları yer arasındaki kilometrelerce derede su kuruyordu, can suyu deseler de inanma. Borunun geçtiği yerler ve çevresi ise haraboluyor. Bu tribünü koydukları yerden tekrar suyu alıp yine aynı işi yapıyorlar çoğunlukla. Kısaca dere yukarıdan aşağıya kuruyordu. İnsanın aklı almıyor buraları nasıl tahrip eder insan?
İlk durağımız Çiseli Şelalesiydi. Su azalmış ama kayadan akan su gölde muhteşem bir görüntü oluşturuyordu. Bir kişi de yüzüyordu. Hemen yukarısında bir şelale daha varmış bu ikisini birlikte suyunu borulara aktararak HES yapacaklarmış. Alan çok güzeldi. Dereyi yukarıya doğru gezdim biraz alabalık vardı. Çadır kurmak için de mükemmel bir yerdi. Yakın bir zamanda çadırımla oralardayım muhtemelen. Şelalenin altında 6.000 kişinin sığabileceği bir de mağara varmış ama bu güne kadar duyurulmamış turizme açılmamış.
Şelaleye yokuş aşağı inmiştik, alışkın olmayan arkadaşlar için çıkış zor olacaktı. O arada bir kamyonet geldi, birçok arkadaş da bindi.
Yerleşim yerine geldiğimizde arkadaşların bir kısmı, bir evin önündeki alçak duvarın üzerine oturmuş dinleniyor, laflıyorlardı. Aralarında bizi takip eden Jandarma istihbarat elemanlarından bir de boyalı sarkık bıyıklarıyla oturuyordu, belki sohbete bile katılıyordu. Eren benden sonra geldi, yanımda durdu, boyalı bıyığa “sen kalk da arkadaşlarım otursunlar, yoruldular” dedi. Boyalı bıyık “ben de yoruldum” deyince Eren “sen yoruldun ama görevlisin para alıyorsun, kalk” dedi. Eren’e sevgiyle baktım. Boyalı bıyığın kalktığı yere kim oturdu dikkat etmedim doğrusu.
Daha sonra derenin yukarısındaki Kurşunçal Şelalesine doğru yürüyüşe geçtik. Hemen şurası demişti köylüler, tahmin edeceğin gibi epeyce bir yoldu. Gül’ün abisi de cipiyle gelmişti, bazı arkadaşlar onunla gittiler, çoğunuz yürüyerek gittik. Yolda kesilen ağaçları da gördük. Bu şelale daha yüksekten akıyordu sadece aktığı kaya yatık olduğu için görüntüsü aşağıdaki gibi çok keyifli değildi. Hemen altında da HES’çilerin su debisini ölçmek için kurdukları dikey bir debi ölçer duruyordu. Hani Eğe’lilerin deyişiyle kendi kendine “durup duru”.
Fatsa’da vedalaşmalardan sonra, Rize’ye doğru yola koyulduk. Durağımız da oldukça ünlü olan bir vadiydi. Kamilet vadisi. Bu vadide mücadele farklı anlamda ülkede ünlenmişti. Köylü Kazım Delal tek İneğini satarak dava açmış ve davayı kazanmış HES’i durdurmuştu. Bizi bekleyen Kazım geç kaldığımız için karşılayamayacaktı. Vadideki Yusuf Esir’in evine doğru yola koyulduk. Yusuf daha baştan HES’zede olmuştu. HES’e karşı çıktığı için belediyedeki işinden atılmıştı. Biz O’nun evine gidiyorduk. Yolda yapılmak istenen HES’in yaptığı tahribatlarını da görerek çıktık. Yusuf’un evine çıkarken son 200 metre çok dikti, yerler ıslaktı, otobüsümüz çıkamadı, indik. Yusuf ailece bizi heyecanla ve sıcacık karşıladı. Evinin yanındaki evlek alana çadırlarımız kurduk. Israrla davet edildiğimiz sobayla ısıtılmış eve yemeğe girdik. O küçücük alana ancak bizim gibi, yüreği sıcak, paylaşan insanlar sığabilirdi ve sığdık, yedik, çayımızı iştik, sohbet ettik.
Sabah ben yine erkenden ayaktaydım, dereye indim, uzun uzun oturdum, dinledim, kokladım. Çevreyi dolaştım. Elazığ’ın kıracında büyüyen benim için buralar yeşillik ve doğa zenginliği gibi konularda olağanüstü yerlerdi. Hem doğa hem insanlar. İnsanlar kavgacıydı, ezik değillerdi. Bizim ora insanları eziktir. Nehir yataklarında yeşil alanlar olur bunun dışında iki ağaç arasında kilometrelerce mesafe olurdu. Buralarda toprağın rengini görmek mümkün değildi. Yusuf da kalkmış ben evin üst tarafında yürürken yanıma gelmişti. O’na bunu söyledim, bizim oralarda bir ağaç burada varsa bir ağaç da ta şurada vardır dedim, yüzlerce metre uzakta bir yeri gösterdim. Yusuf da bana sizin oralarda ne yetişir dedi, ben de saydım, güneşi de sordu. Sonra da bunlar da bizim buralarda yok dedi, bilgece ve haklı olarak. Gerçi ben yakınmak için söylememiştim bunları anlaşılan o öyle anlamıştı. Ardından da anlatırken, evinin üstünde bir yeri göstererek, buraya kadar benim, benim dediysem de benim değil hepimizin dedi.
Biz daha kahvaltımızı yapmadan Kazım ve Ömer Şan geldiler. Daha arabadan iner inmez Kazım yaşadığı maceraları anlatmaya başladı, arkadaşlarımız da ufak ufak etrafını aldılar. İyi de oldu, çok şey duymuştuk, ilk ağızdan da duymuş olduk. Milyon dolarlar harcayarak dereleri talan eden şirketi durdurmak için ineğini sattıktan sonra eksik kalan 150 lirayı bulmaya kapı kapı Ömer’le dolaştıklarını ve denk getirip son anda mahkeme dosyasına keşif parasını yatırdıklarını anlattı. “belki siz de ben de yaptığımızın tam olarak farkında değiliz ama çok önemli bir iş yapıyoruz” “Düşünüyorum da biz giderken gözümüz arkada kalmayacak, mal mülk para biriktiren zenginlerin bu kazandıklarını bırakıp gitmeleri zor olacak” derken gülüyordu. “Ben 6 milyar insanın suyunu koruyorum” diyordu. Haklıydı da. Nasıl bir ülkede yaşadığımızı nasıl güzel güçlü insanlarla yaşadığımızı sabah erkenden, çadırlarımızın yanında doğa harikası bir yerde ve oralarda ender görünen güzel bir havada görüyorduk. Hepimiz mutluyduk.
Benim için bu insanları görüşüm ilk değil. 45 yıl önce de Van’ın Başkale’sinde Boynu Eğik Şemsettin’de bir bu kadar yürekliydi, kavgacıydı, ülkesine karşı, ülkesini sömürenlere karşı. O da fedakârdı Yusuf gibi Kazım gibi. O da genel değerlendirmeye göre yoksuldu, evi toprak altındaydı neredeyse. 50 yıldır çok insan tanıdım böyle. Bu da benim mutluluğum, belki de yüreğimin hala sıcak olmasının bir gerekçesi. Sadece kendisi için yaşamayan, sadece kendi küçük ailesini düşünerek yaşamayan, tüm insanları, doğayı, canlıları, yarınları torunlarını düşünen, mücadele eden insanlar, fedakâr insanlar. Bizler.
Kahvaltımızı Yusuf’un evinde yine o evde üretilenlerle yaptık. Kazım ve Ömer Mıhlama malzemesi getirmişlerdi. Ardından bir tencere mıhlama yedik, bu bitince ikinci geldi. Ben o ara artık birkaç gün yemek yiyemeyeceğimi düşündüm.
Kazım’ın öncülüğünde HES yapılmak için tarumar edilen Paşaçukur vadisine gittik. Buralılar buraya Paşaçur diyorlar kısa olarak anlaşılan. Kazım bize dereleri gösterirken bir yandan da dereden su içiyordu, içiyorduk. Derelerin suyu birleştirilmek için dağlar delinmiş tüneller açılmıştı, kayalar oyulmuştu. Bu tünelleri açmak için gidecek iş makineleri için yine dere yataklarının kenarları yıkılmış perişan edilmiş yol yapılmıştı. Yüzlerce yıllık koruma altındaki şimşir ağaçları artık çok azalmıştı. Ama inşaatın hepsi şimdilik durmuş, artık doğa kendini yenilemeye çalışıyordu. Ömer’in söylediğine göre ABD’de mahkemelerdeki yargıçların kullandığı tokmağın ağacı buradan giden şimşir ağacından yapılıyormuş.
Birçok hastalığa iyi geldiği söylenen kayanın içinden çıkan maden suyunu da içtikten sonra Kazım, Ömer ve Yusuf’tan ayrıldık. Ayrılırken Erdem’in gazetesinde bu insanlar için yazdığı “Andon Vadisinde İki Atmaca” başlığını doğrusu çok şey anlattığı için yazmadan geçemedim.
Arhavi’ye doğru yola koyulduk. Acıkmıştık. Artık ekipteki birçok arkadaşımızın da memleketleri buralardı, onların heyecanı bize de yansıyordu.
Pazar’a girerken önce bir türküye başlandı koro halinde. Çok keyifli bir konserdi doğrusu. Sözlerini şöyleydi sanırım. Yardımla bulup yazdım ama otobüsün içindeki o güzel havayı hiçbir yazı vermez ki.

Ey ya Rebbi çok şükür da
Gene geldum Pazar’a
Tulumciyi koydiler da
Canlı canli mezara

Ey Mustafa Mustafa da
Hem söyler hem bagirur
Yedum kuri pilavi da
Boğazlarum ağirur

Evun alti arpaluk oy
Evun ne kalabaluk
Yarum sende var midur oy
Benim gibi sevdaluk
Pazar’a girerken otobüsümüzün içi görülmeye değerdi. Tolga heyecanla ve o heyecanı kendi de yaşayarak ve çevrede geçtiğimiz yerleri de göstererek, bir öne bir arkaya da zıplayarak, yürüyerek demiyorum bize anlatıyordu, bizimle mutluluğunu paylaşıyordu.
Kahvaltı için Fındıklı’da durduk. Eren’in önerisi doğrultusunda Fındıklı’da karışık ekmek arasını parkta yedik. Çay içmeye ilerideki bir çay bahçesine yürüdük, bir aktivisti görerek, düşüp ayağını sakatladığı için geçmiş olsun diyerek çayını içtik.
Fındıklı’dan hareketle Arhavi’ye vardık. Arhavi’de dere kenarına kurulan direniş evinde karşıladılar. Orada şimdilik davalar kazanılmış bir sakinlik vardı. Direniş evinin hemen üstündeki ağaçlığa çadırlarımızı kurduk.
Akşam alabalık çiftliğinde rakımızı içerken aşağıdan bizi görmek için çağrıldığımız haberi üzerine döndük.
Çadırlarımız hazırdı, hemen de uyuduk.
Sabah kahvaltımızı direniş evinde yaptık. Çevreyi dolaştık.
Otobüsümüze binip Eren’in öncülüğünde Vadi içinde yükseldik. Yoldaki taşocağı akıllara zarar bir yerdi. Nasıl böyle bir iş yapılır anlaşılır gibi değil. Yemyeşil vadi iki taraftan açılmış dereye yığılıp orada yıkanarak taşlar taşınmış, o cennet vadi bir cehenneme dönmüştü. Oraya kadar zaten dere suyu beyaz bir çamur olarak akıyordu. Taşocağından yukarıda su yine içilir hale geldi.
Önce Çiftekemer Köprüsünü, dönüşte durup daha iyi görürüz fotoğraf çekeriz diye yanından durmadan geçtik. Aracımızın bir yerde kaldı, yol daralmıştı.  Yürürken yüzeceğimiz gölü de gördük. Tesise çıktık, çay içip aşağıya inerek derede buz gibi suda doya doya yüzdük. Benim için kayadan akan suyun köpüğünün altında yüzmek çocukluğumu anımsattığı için de ayrıca çok güzeldi.
Erken döndüm tesise.  4-5 arkadaş yukarıdaki Mençuna şelalesine gitmek için geldiler. Benim ayağımda terlik vardı, bununla çıkabilmen imkânsız demişlerdi tesisten. Tolga çıkarsın çıkarsın dedi. Böylece 700 metre yukarıdaki şelaleye doğru hareketlendik. Asma köprüyü geçtikten sonra yükselmeye başladık. Bir arkadaşımızın deyişi doğayı özetliyordu. Burası dedi Vietnam gibi bir yer, film çekmeye oralara gitmeye gerek yok. Gerçekten de öyleydi. Dağın dik yamacının bir yerlerinde şelale o yeşillik içinde bir vaha gibiydi. Zeminde oldukça büyük bir göle yaklaşık 70-80 metre yukarıdaki kaya zeminde çarpa çarpa inen bir su idi şelale. Fotoğrafı gören arkadaşımın deyişiyle “tül şelale” idi. Burada da hemen suya girdim. Şelalenin dibinde bir kayaya oturup başımdan aşağı dökülen suyun keyfini çıkardım. Bu biraz da ALS hastaları için başından buzlu su dökenlere benzer bir şeydi.
Aşağı indiğimizde arkadaşlar yemek yemişlerdi. Ben de orada yaşayan arkadaşlarımın tavsiyesine uyarak oraya özgü iki yemek söyledim. Doğru da yapmışım. Hem çok lezzetliydi, hem bir daha ne zaman gelecektim buralara?
Şoförümüz uzun olan yolumuzu gece gitmek istemiyordu haklı olarak. Akşam İstanbul’da evlerimize gidebileceğimiz bir saatte olmak için Pazar sabah erkenden yola çıkacaktık. En geç altıda yola çıkmış olalım dedik. Çadır kurduğumuz yerde kalırsak, orman içinde ve dere yatağında olduğumuz için sabah altıda kalksak bile çadır toplamak için yeterli aydınlık olmayabilir ve toplanma da nereden baksan 2 saat zaman alabilecekti. Çoruh’un babasının evi varmış Hopa’da, oralı bir arkadaş evinde kalabileceğimizi söyleyince, böylece evler de iki ev oldu. Hopa Arhavi arası da 5-10 dakikalık bir yol olduğu için Hopa’ya gitmeye karar verdik. Çadırları toplayıp, bizi ağırlayan, onlara omuz verdiğimiz insanlarla vedalaşıp hareket ettik.
Hopa’yı ben nedense küçücük bir yer sanıyordum. Kocaman bir yermiş, hem de belli ki ekonomik olarak da oldukça zengindi.
Önce Çoruh’un evinin önüne gittik. Hatice yukarıya çıktı. Döndüğünde önerisi de çok netti. Ev çok genişmiş, sıkışsak da kalabileceğimiz kadar genişmiş. İki eve dağılmamız sabah toplanmayı da zorlaştıracağı için hep beraber burada kalalım dedi. Doğru olarak öyle de yaptık.
Sahiden de ev kocamandı. Salonu neredeyse bildiğimiz bir apartman dairesinin toplamı kadardı. Hopa’da evlerin çoğu da böyleymiş nedense.
Şoförümüz için bir de yatak olan odasını ayırdık orada tek kalacaktı.
Karnımız acıkmıştı. Bazı arkadaşlar evde kaldı, biz de 8-10 kişi dolmuşla kent merkezine gittik. Yemeğimizi Aspirin’de yedik.
Eksport rakı ve Gürcü şarabı almak için masadan erken kalktım. Sonra lokantaya döndüm. Evdeki arkadaşların da siparişini aldıktan sonra Hatice ile yürüyerek eve döndük.
Ben erkenden en arkadaki odanın bir kenarına matı serip yattım. Uyandığımda sanırım 4 gibiydi. Yattığım odada matlarını serip yatan 6 kişiydik. Karışık yatmışlardı. Biz altmışlı yetmişli yıllardaki sıcak siyasi mücadele ortamında da böyle kendimizi kız erkek olarak ayırmazdık. Bu benim için bu gezinin sosyal olarak ekip için en güzel unutmayacağım anısıydı. Yıllar geçse, nesiller değişse de ortak mücadelede davranış değişmiyordu.
Aracımız hareket ettiğinde öndeki sayısal saat tam 06.01 i gösteriyordu. Aferin bize doğru bir karar vermiştik.
Geriye dönüş yolunda bazı arkadaşlarımızı da bırakarak birçok anıyla birlikte, ama kesinlikle gittiğimizden farklı olarak yola çıktık.
Trabzon civarında bir yerde kahvaltı molası verdik. Genç garson-aşçıya sipariş verirken ben bir otuzbeşlik kavun peynir dedim. Gülüştük. Ben tost söylemiştim. Arkadaşların sahanda yumurtası çok güzeldi. Daha sonra ben de söyledim. Hesap öderken garson aşçımız benden -senin siparişini geç getirdim senden yumurta parası almayacağım dedi. Rakı siparişi şakası işe yaramıştı.
Dönüş yolunu anlatmayayım, yazı uzadı zaten umarım sıkılmamışsındır, ama sıkılsaydın da buraya kadar okumamış olurdun.
Kocaeli’ne geldiğimizde trafik sıkışıklığı bizi karşıladı. 2 saate yakın orada takıldık. İstanbul’a geldiğimizde saat gece birdi. Benim artık eve gitmem çok zordu. Mecidiyeköy’de Ayşe’ye gittim. Ayşe’nin aldığı Gürcü şarabını da O otobüsten indirirken çatlatmış, eve kadar biraz akmış ben de evde yere koyarken sonuçlandırdım, kırdım. Bendeki iki şişenin birini vermemi de kabul etmeyince şimdi evdeki bir şişeyi zulaladım. Ayşe ve ekipten gelecek arkadaşlarla içilmek üzere bizi bekliyor.
Sabah altı buçukta İstanbul dışına doğru, ters yönde metrobüs neredeyse boştu. Benden başka 4-5 kişi daha vardı. Kent merkezine gelenler ise daha şimdiden otobüsleri doldurmuştu. Yenibosna’ya geldiğimizde artık insan seli ile kaplıydı duraklar ve otobüsler tıka basaydı, balık istifi.
Çantamı önüme koydum, dolu dolu geçirdiğim 8 günü düşündüm. İlk aklıma gelen de Fatsa Kocahisar köyünde sabah gördüğüm şişko sincap oldu. Onun sakin sakin ayrık bacaklarıyla benden uzaklaşışı. Acaba neslini devam ettirebilecek miydi, ya da daha ne kadar yaşayabilecekti? O altın madeni üretime geçerse eğer, dayanması mümkün olamayacaktı. Sadece o değil birçok canlı, hatta bir hafta içinde hızla geçtiğimiz o muhteşem yerlerdeki kuşlar, derelerdeki balıklar, böcekler, ağaçlar, nemli havalarda dolaşmaya çıkan salyangozlar ve tüm canlılarla birlikte o dipdiri sevecen sıcakkanlı insanlar. Ne kadar daha bu akıl almaz doğa katliamına dayanabileceklerdi?
Sistem gereği çok parası olanların daha çok para sahibi olmanın yollarını vahşice bulmaları yüzünden yok edilen doğa, kirletilen hava tüm dünyada etkisini göstermiyor muydu? Artık her gün bir yerlerde aşırı sellerden gelen ölümleri, hortumların zararlarını, aşırı ısınmanın insanlar üzerindeki zararlarını ve benzerlerini neredeyse her haberde defalarca duymuyor, okumuyor muyuz? Ve bilim insanları bunun artarak devam edeceğini söylemiyorlar mı? Tüm bunların sorumlusu sadece Hattat, MNG veya bir başka gözü doymaz şirket ve onların aç patronları ve ortakları mı? Yoksa onların bağlı oldukları küresel kapitalizm mi, onun para kazanmak için her yolu mubah sayan ideolojisi mi?
Doğa ile olan bu haklı ve çok da doğal mücadelede, hedef sadece şirketler alınır ve bununla sınırlı kalırsa, bu şirketlerin birçoğu geri de bastırılabilinir. Ama bir süre sonra bir başka şirket gelir ve aynı tahribata başlar. Başka bir alanda başka bir tahribat, başka bir sömürü düzeni başlar. Hedef tüm bu haklı mücadelenin çatısını oluşturacak örgütlenmeleri sağlamak olmalı sanırım. Bunu Avrupa’da görüyoruz. Gençlere bu konuda çok iş düşüyor.
Şimdi geleyim başta söylediklerime. Bir kişini diğer bir kişiye yardım etmesi yardım edeni de mutlu ediyor demiştim. Soyut, uzun vadeli yardım ve iyiliklerin de yine kalıcı mutluluklar verdiğini eklemiştim.
Benim gibi, daha 15 yaşında, ezen, çarpık düzene isyan bayrağını açan, kısa bir süre sonra da bunu siyaseten örgütlü hale getiren ve sosyal örgütlülük olarak da bugüne kadar yürütebilen birinin mutluluğunu düşünebiliyor musun?
Hemen her gittiğimiz yerdeki insanlar, onlar için ta İstanbul’dan geldiğimizi biliyor, bunun anlamını bildiklerini ve mutluluklarını belli ediyorlardı. Haksızlığa direnen, suları, toprakları havaları ellerinden alınmak istenen insanların bu mücadelelerinde yanlarında olmak, onlar için büyük bir güçtü ve zor mücadelelerinde yalnız olmadıklarını bilmeleri onları mutlu ediyordu. Bunu hep yüzlerinde görüyorduk. Doğal ve sosyal hayatın korunması için bu insanlar uzun vadede de yanlarında olacağımızı, biz olmasak da bizim gibi insanları olacağını, yalnız olmadıklarını biliyorlardı. Kaldı ki bu sadece onların sorunu da değildi. Yerküredeki her canlının sorunuydu doğa katliamı. Bu katliama karşı direnmek de insanların göreviydi.
Belki de benim için en önemlisi, yirmili yaşlardaki yüreğimizin sıcaklığını birçok davranışımızın 50 yıl sonra da bugünkü gençlerde olduğunu görmenin, yarınlara umutla bakmanın uyandırdığı etkiydi.
Bunun bende yarattığı mutluluğu düşünebiliyor musun?
Osman Kapusuz