4 Şubat 2025 Salı

Ruhi Su’ya Saygısızlık (*)

Yaşamımı kolaylaştıran, birçok zor konuda çözümler bulmamı sağlayan, uzunca bir dönem de işimin omurgasını oluşturan, bir şeye tam yoğunlaşma özelliğim ya da belki de yeteneğim yaşamım boyunca hep işime yaramışken sadece bir kez de bu nedenden ötürü bir kişiyi ve ayrıca birçok dostumu da ne yazık ki üzdüm. Benim için bunu anlatmak çok kolay değil, şimdi yazmaya karar verdiğimde bile gerildiğimi hissediyorum. Derdimi anlatmak için önce işimden bir örnek vererek giriş yapmak istiyorum, başka türlü anlaşılmam zor olacak. Doksanların başı, platoda bir film setindeyiz. Gecenin bir vakti 25-30 kişi, yönetmenimiz Alinur Velidedeoğlu ile birlikte bir reklam filmi çekimindeyiz. Ben de her zamanki gibi dekor ve görüntü efekti (bilgisayar olmadan önce sinemada, mesela birini evin tavanında yürütmek, bir ütünün uçurulararak bir kadifeye kondurulması gibi neredeyse sihirbazlık türünden hileler) işini yapıyorum. Dekoru önceden teslim etmiştim; ekip orada çekime devam ederken ben de platonun pek de ışığı iyi olmayan bir köşesinde, mermer bir zemin üzerinde ürünün isminin ve logosunun renklerinin yavaş yavaş ortaya çıkarak birbirleriyle karışmasını tam olarak sağlamak için defalarca denemeler yapıyorum. Yedi sekiz tane mini sıvı pompası, onların voltajını ayarlayacak elektronik devreler, boya kavanozları, vanalar ve hortumlarla işe daldırmış çalışıyorum. Arkamda setin bilindik sesleri geliyor, bazen herkes koşuşturuyor, bir şeyleri çekiyor, bir şeyler çakılıyor, sonra biri “sessizlik” diye bağırıyor ve tam sessizliğin ardından yönetmenin, “motor” komutuyla oyuncuların çıkardığı küçük sesler duyuluyor. Işık da bu aralarda zaman zaman değişiyor, azalıp çoğalıyor. Bilmem kaçıncı kez yaptığım denemeden sonra işimi neredeyse tam istediğim gibi sonuçlandırmaya başladığımda, birden üstüme bir spot ışığı tutuldu. Işıkçının biri halimi gördü hem renklerle oynuyor hem loş ve değişken ışıkta çalışıyorum diye saygı gösteriyor düşüncesi aklımdan geçti ama işimdeki dikkatim nebze eksilmedi. Zaten tam konsantrasyonum olmasa bu işlerin altından kalkmam mümkün değildi. Bu anlar benim kendimden geçtiğim anlardı. Sonra bir ışık daha vuruldu, seslerin de kesildiğini fark ettim. Bir iki kıkırdaşmayı duyunca kafamı kaldırdım, Arri kameranın kocaman objektifiyle yüz yüze geldim. Alinur biraz önce yakınımda bir yerde bana seslenmiş ben tepki vermemişim, yere çömelmiş vaziyette aletlerle boğuşmam ilgisi çekmiş olacak ki çekimi durdurup benim filmimi çekmeye getirmiş ekibi. Ben olayı fark edene kadar kaç dakika çekimi sürdürdüler bilmiyorum. O arada kapalı bir mekânda, birçok insanın, kamera ve ışığın benim çevremi sarmasının zerre kadar farkında değildim, öylesine işime yoğunlaşmış, kendimi işe kaptırmışım. Daha önce de Alinur yine gecenin bir yarısında pratik çamaşır makinesinin altında motor ve iki kablo dışında bir şey olmadığını görünce, “bunun nesini çekeceğim, içi boş bunun” diyerek benden onu çeşitlendirmemi istemişti. Ben de motor devrini ayarlamada kullandığım bir elektronik devre ve bir radyonun içinden birkaç parça ekleyerek zevahiri kurtarmıştım; bu durum çok da hoşuna gitmiş olacak ki bir TV programında bundan bahsetmişti. Buna benzer anılar çok belleğimde. Benzer durumu birçok insanın da yaşadığını okumuş, duymuştum. Çok zor ve teknik bir problemi çözerken çevremdeki diğer şeyleri hissetmediğimi zaten biliyorum. Bunun yararını çok gördüm, kimseye de bir zararı olmamıştı. Ama şimdi aşağıda anlatacağım olayda hiç de öyle olmadı. Bunları yazarken en büyük zorluğum veya dikkat ettiğim şey yaşanmışlığın zaman içinde değişime uğrama olasılığı. İnsanın geçmişte yaşadığı bazı olayları yanlış hatırlaması, sonradan olayın kendisi yerine, hayalinde canlandırdığı, belki de farklı şekilde belleğinde yer etmiş şeyleri gerçek sanması. Bunu ilk kez Yılmaz Derebaşı için kitap hazırladığımız zaman fark etmiştim; önce yadırgadım ama sonra Engin Gençtan’ın bir makalesinde bu psikolojik gerçeği okuyunca anladım. Yılmaz’ın öldürüldüğü sabah bildiri dağıtmaya gittiğimiz arkadaşların sayılarını yerleri ben saptadığım için tam olarak biliyordum, bu nedenle kaç kişi olduğumuzu da unutmam olanaksızdı. Ama anıları yazmaya başlayınca orada olmayan bazı arkadaşlar da orada olduklarını söylediler. Burada çok iyi niyetli bir düşünce vardı, çünkü o kötü günde orada kendilerinin de olmasını istiyorlardı. O zamanki varsayımları yıllar sonra gerçeğe dönüşmüştü. Ben lafı çok uzatmadan esas konuma, beni ve birçok dostumu üzen, belki de bazılarını güldüren anıma geleyim. Türkiye İşçi Partisi olarak Spor Sergi Salonunda bir gece yapıyorduk. Parti merkezine bağlı olarak benim yönetimimde “Grafik Sanatlar Seksiyonu” kurulmuştu. Değişik branşlardan sanatçı, teknik eleman olarak 41 kişiydik. Birçoğumuz da toplumda aykırı olarak binen tiplerdik. Parti etkinliklerinin görsel hazırlıklarını biz yapardık. Bu gecenin hazırlığını da yine biz yapacaktık. Spor Sergi Salonu oturarak 8-10 bin kişinin aldığı bir spor salonuydu. Basketbol ve voleybol maçları oynanırdı. Tribünler metal ayaklar üzerine monte edilmişti ve betonarme olan iki katta da devam ediyordu. Sıraların çoğu alt kattaydı. Biz sahneyi basket potasının olduğu dar tarafa her zaman yapıldığı gibi zemine kuracaktık. Sahnenin arkasına, yerden 7-8 metre yukarıya, tribünlerin önüne, şimdi tam ölçülerini anımsayamıyorum ama sanırım 8x10 metre ölçülerinde, arkadan görüntü verilen opak bir perde asacaktık. Perdeye, arkadan, üst tribünden gecenin akışına göre slaytlar yansıtacaktık. O boyutta ve o mesafeden görüntü verebilecek bir projeksiyon makinesi piyasada yoktu. Bunu biz yapmak zorundaydık. Ayrıntıları toplantılarda uzun uzun konuşuldu, tartışıldı, beyin jimnastiği yapıldı, şemalar çizildi, riskler değerlendirildi, bunların çözümü konuşuldu ve kararımız zaman içinde kesinleşti. Makineyi yapacak, o perdeyi imal edecek ve o sigara dumanın içinde insanlarımızın hak ettikleri kalitede sunum yapacaktık. Bunları yazarken her şeyi anımsıyorum ama yapılan diğer hazırlıklara ilişkin belleğimde kırıntı yok. Belki yazıyı yazarken bir şeyler anımsarsam eklerim.
Perde ve asılmasında neredeyse sorun çıkmayacağı konusunda hemfikirdik. Sorun çıkma olasılığı sıfırdan yapacağımız devasa projeksiyon makinesinde en yüksekti. Perde büyük ve salonun en görünen yerinde olduğu için, slayt gösterimizin yapılamaması ciddi rahatsızlık yaratırdı; bu nedenle gösteriyi riske atmamalı, her olasılığı hesaplamalıydık. Başaramazsak da iptal etmeliydik. Çok sigara içiliyor ve salon açık mavi -gri bir sisle kaplanıyordu; görselleri zıt renklerden seçmek, diğerlerini sıcak renkli filtreler kullanarak gidermek gerekiyordu. Salonda havalandırma neredeyse hiç olmadığı için aynı zamanda nem oranı da çok yükseliyordu. Işık çok güçlü olacağı için mercekler aşırı ısınacaktı, bu nedenle her şeyi yakabilir, hatta patlatabilirdi. Salondaki nem projeksiyon makinesinin ışık güçlendirici, görseli yansıtıcı merceklerinde buharlaşmaya neden olabilirdi. Bu nedenle alete çok güçlü bir fan koyulacaktı. Ayrıca içerideki çok nemli ve sıcak havanın makineye basılması da yansıtıcı ve ışık güçlendirici merceklerde ek buharlaşmaya neden olacağı için, salonun arkasındaki pencereler vasıtasıyla dışarıdan borularla soğuk ve kuru hava alete taşınacaktı. İki fan ile bu ısınma ve buharlaşma sorununun çözüleceğini hesapladık. Teknik arkadaşlar kablo kalınlığından, hava pompalarının gücüne, hava borularının çapına kadar bir sürü hesaplamalar yaptılar. Perde ve makine erken bitirilecek, deneme atölyede yapılacak, varsa sorunlar giderilecekti. Çıkabilecek sorunları çözemezsek slayt gösterisi iptal edilecekti. Bu tür hesaplamalarda Mimar Haluk Somer çok yararlı oluyordu.( Bu arada anımsadığım bir şey de, Haluk’un gelişkin bir Texas Instruments hesap makinesiyle, seçim akşamı telefonla ilettiğimiz az sayıdaki sandık sonuçlarından hareketle genel sonuçları kesin sonuçlara oldukça yakın bir şekilde hesaplayabilmesidir.) Sonuçta görev bölüşümü yapıldı, projeksiyon makinesinin yapılması ve gecede kullanılması Bahattin Demirkol’un sorumluluğunda olacaktı. Gösterilecek slaytları da yine biz bulacaktık. Aldığımız programa ve metin akışına uygun şekilde sıraya koyacaktık. Doğal olarak yoğunluk Ekim Devrimi içerikli olacaktı. Bunlara ilişkin olarak da grafiker ve ressam arkadaşlarımız sorumluluğu almışlardı. Geceyle ilgili çalışmalar normal devam etti, projeksiyon makinesi partili bir arkadaşımızın elektrik atölyesinde yapıldı. Bahattin mükemmel bir iş çıkarmış, denemelerde olağanüstü başarılı sonuç alınmıştı. Perde de aynı derecede iyiydi. Doğal olarak bunun yanında afiş, davetiye, salon düzeni, pankartlar, slaytlar vb gibi işlerle de uğraşıyorduk.
Gün geldi çattı. Sabah salona gittik, bir yandan pankartlar asılıyor, projeksiyon hazırlanıyor, sahne ışık ve ses düzeni yerleştiriliyordu. Hazırlıklar yerli yerindeydi, girince perdemiz karşıda ihtişamlı görünüyordu. Bugünkü şartlar çerçevesinde düşünüldüğünde bu perdenin ve buraya verilecek görüntünün çok sıradan bir iş olmadığını genç arkadaşlar anlamayabilir. O perde o güne kadar uygulanan en büyük perde ve en büyük projeksiyondu belki de. Her şey ama her şey mükemmeldi. Çalıştığım işte yoğunluğum olduğu için işe gittim ama aklım salondaydı doğal olarak. Gelen bilgiye göre projeksiyon denenmiş, o da çok başarılıymış ve sorunsuz sonuç alınmıştı. Gece her zamanki gibi erken gelen insanlarla başladı Bu erken gelenler zaman zaman salon hazırlıklarına pankart asılması gibi işlere da yardım ederdi. Pankartlar, sahne, ışık, ses düzeni ve perde çok iyiydi. Perdede Ekim devrimine ilişkin bir yazı sabit ve çok hoş duruyordu, gururlanarak kapıya döndüm. Ben de ilçemin her zamanki güvenlik görevi için kapı önüne gittim. Bu neredeyse parti kurulduğundan beri böyleydi, biz ve Kartal ilçe hep kapı ve çevre güvenliğinde görev alırdık. Salon yine dolmuştu. Gece müzik, sonra konuşmalarla başlamıştı, sesleri duyuyorduk. Çok geçmeden içerden çağırdılar, projeksiyonda sorun varmış. Koşarak giderken, Ruhi Su o bildik güzel sesiyle türkü söylüyordu, perdede de gri, tam anlaşılmayan bir resim yansıyordu ve çok kötüydü. Sorunu o anda anlamıştım, fanların yeterli olmadığını düşündüm. Koşarak arka üst salona gittiğimde ilk gözüme çarpan yerde boşta duran, yerlerine takılmamış olan daha önce aldığımız soba boruları ve alüminyum borulardı. Gece başlamadan salon daha boşken yapılan denemede sorunsuz ve çok güzel bir yansıma olduğu için ve temin ettiğimiz borular da kısa kaldığından makineye soğuk ve kuru hava taşıyacak hava borularını yerleştirmeyi gereksiz görmüşlerdi arkadaşlar. Gecenin başında da her şey iyiymiş ama biraz zaman geçince hava nemlenip ısınınca mercekler buharlaşmış, görüntüler de gitmiş. Koşarak gidip alttaki salonun ilişkilerimiz çok iyi olan yönetim bürosundan soba borusu istedik, gidip depodan aldık. Çıkınca ilk işim pencerenin camını tekmeyle kırıp boruları döşemek oldu. Projeksiyon çalışıyordu, ufak ufak da görüntü düzeliyordu. Filtreleri de getirmemişler, çaresiz sıcak renkli üç slaytı makineye taktım, bir yandan nem temizliğini yapıyor diğer yandan netlik ayarlıyor, üç slaytı perş peşe değiştiriyordum. O teknik soruna, onu çözmeye öylesine yoğunlaşmıştım ki salonda Ruhi Su’nun türkülerini bölen, arada gelen alkışları, alıştığım film setindeki sıradan sesler gibi algılıyordum. Bir yandan da sorun gideriliyor, netlik tam olarak sağlanıyor, görüntü mükemmelleşiyordu. Bendeki keyif tavan yapmış haldeyken, boş salonun bir başından Can Açıkgöz’ün hızla koridordan girdiğini, biraz sonra da Osman Sakalsız’ın bana doğru koşarak geldiğini görünce her şey bir anda yıkıldı. Onlar benim yanıma gelmeden makineyi kapatmıştım aceleyle. Can ile Osman’ın ne dediğini, benim yanıtımı şimdi hiç anımsamıyorum; tek anımsadığım gururun zirvesinden yerin altına çakılmamın ve projeksiyonu kapatmamın bir olduğuydu. Olay şuydu. Ruhi Su türkü söylüyor bir anda arkasındaki dev perdede Lenin resmi görünüyor, alkış bitiyor türkü devam ediyor, kısa bir süre sonra perdede Marks resmi çıkıyor yine alkışlar, Ruhi Su’nun türküsü perdedeki görselle beraber kesiliyor, alkış kopuyordu. Bu bir kez olsa neyse ama bu arkadaşların alt kattan yukarıya kadar salonu dolaşarak koşarak gelmelerine kadar uzun bir süre devam etmiş. Hiç yakışmayan aykırı bir durumdu ve Ruhi Bey’e büyük saygısızlıktı. Yaptığı her eylemi mükemmel ve kusursuz yapmaya çalışan parti ve biz kadrolarına hiç yakışmıyordu bu yaptığım. Ben elimde aceleyle seçtiğim üç sıcak renkli slaytla ayar yapıp sorunu çözdüğüm için sevinirken, salonun düzeninin, salondaki ahengin canına okumuşum, hiç ama hiç farkında olmadan. Bunları yazarken bile zorlanıyorum, hatta bir ara yazmasam mı bile dedim. Sonra yayınlamayayım dedim. Ama gerçek orada öylesine dururken yarım asır sonra bile olsa yüzleşmekten, yazmaktan çekinmemeliyim diye düşünüp devam ediyorum. O anda salonda olanları daha sonra hiç kimseyle konuşmadım, Can ve Osman’ın ne dediklerini de hiç anımsamıyorum, zaten o anda da duyup anladığımı sanmıyorum. Osman artık aramızda değil ama bu yazıyı Can’a da okutmaya çalışacağım. Bir şey söyleyecek olursa da buraya yazının sonuna koyacağım. “Acaba evde konuşulmuş olabilir mi, Ruhi Bey evde konuyu açmış mıdır” diye - Sıdıka Abla da artık aramızda olmadığından - Ilgın’a da gönderip soracağım. Yanıt gelirse buraya ekleyeceğim.

(*) Ruhi Su’yu dinlemeyenler için:

 https://youtu.be/KOoBVsGoa3w?si=zIuE8B7HbtvpJ9a7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder