Yaşarken yürüdüğümüz yolun çatallandığını görür, bir tercihte bulunmak durumunda kalırız. O an vereceğimiz karar, hayatımızın geri kalan yıllarında da etkili olur. Gençken insanın seçeceği çok, geçmesi gereken kavşak da tek değildir. Hatta aynı yolda birden fazla kavşak yaratmak da olasıdır. Yaş ilerledikçe fırsatlar da, olanaklar da azalır. Hele iş yaşamından kopup da “emeklilik” adı verilen ortama adım atınca tek seçenekle, daha doğrusu çok önceden ve başkaları tarafından belirlenmiş bir yaşam tarzıyla başbaşasınız demektir.
Tamamen atalete, yani tembelliğe dayalı, durağan bir hayattır bu. Gerçi yıllar boyunca dur durak bilmeden çalışmanın yarattığı yıpranma ve yorgunlukla siz de buna teşnesinizdir. İşe gitmek üzere olmadık saatlerde kalkıp yollara düşme, saati, yemeği, evde bekleyenlerini unutarak çalışma zorunluluğu yerine rehavet içinde yatak keyfini sürdürmek, ilk zamanlarda hoşunuza da gider. Öyle ya, kim bilir ne kadar yoğun emek harcayıp ne önemli işlerin, ideallerin altına imza attınız, ne büyük işler başardınız! “Emeklilik hakkı” için yıllarca uğraşıp didindiniz. Elde ettiğiniz hakkın tadını çıkartmak, elbette hakkınız, ama gerçeğin daha önce hiç de farkında olmadığınız acı yüzü tam da bu noktada çıkıyor karşınıza: Ülkemizde emeklilik, özellikle son birkaç yıldır, sefalet içinde yaşamaya mahkûmiyetin diğer adı.
Gelişmiş ülkelerin emeklileri aldıkları emekli maaşlarıyla gezip tozarak hayatlarının ikinci baharını yaşarlarken, bizdeki kötü ve beceriksiz yöneticiler adeta emeklinin bir an evvel tahtalıköye gitmesi için uğraşıyor gibiler. İşin kötü tarafı, emekliler de bu durumu kabullenmişçesine hayatın kıyısına çekilip ağrısız sızısız ölümü bekler haldeler. Oysa hakkını vererek yaşanan her gün, her saat, her dakika kıymetlidir ve insan bunu ancak ileri yaşlarda anlar ve her anını daha yoğun yaşar.
Bütün iş, insanın yaşamının yaşlılık halinde önüne çıkan yeni dönüm noktasında takınacağı tutuma bağlı: Dayatılan koşullara, kenara itilmişliğe boyun eğmek ya da ona karşı koymak; kendine yeni bir yaşam alanı oluşturmak! Öyle çok iddialı olmak da gerekmiyor. Kimi insan bağ bahçe, kimi insan da farklı sosyal-kültürel etkinliklerin yanı sıra okuyup araştırarak, bir şeyler yazıp çizerek kendini mutlu edecek bir yol bulabiliyor. Spor da bunlardan biri.
Yaşamım boyunca elverdiğince spor yapmaya çalıştım ama 10 yıldan fazladır aktif olarak bisiklete biniyorum. Bu bana özgürlüğümü, bağımsızlığımı yeniden sağladı. Pandeminin ilk yılında geçirdiğim kazada kalça kemiği kırığı sonrası bacağıma tam protez takıldı. Benim menteşe dediğim tam 32 santim 8 parçadan oluşan protez için doktorumun “Bir ay sonra bacak bacak üstüne atmak ve alaturka tuvalet kullanmak dışında eski yaşamına aynen döneceksin” sözü, henüz birkaç hafta bile dolmadan tümüyle geçerliliğini yitirdi.
Protezin kalça kemiğine takılan yuva denilen parça çok hatalı takılmıştı. 50 derecenin üstü çıkma ve aşınma riski yükselir denilen açı (asetabular) benimkinde 60 derecenin üstündeydi. Bu nedenle, bacak ve kalçadaki 70 yıllık oluşan baskı yerleri değiştiğinden hem yürümekte zorlanıyordum hem de ağrılarım vardı. 25 yıl ömür biçilen proteze bu nedenle, sürtünme daha küçük bir satıhta olacağı için aşınma çok daha fazla olacağından, “en fazla 10 yıl” ömür biçildi. “İlk 3 ay çıkmaması büyük şans” denilen protezim, kalçamda, pimi çekilmiş bir el bombası gibi duruyordu. Doktorumun parçanın yerinden çıkma riskine karşı değiştirme önerisine, danıştığım diğer doktorlar haklı olarak kesinlikle karşı çıkınca kendime dair bütün planlarım altüst oldu. Bana “atıl ve dikkatli bir yaşam” dışında başka bir seçenek sunmuyorlardı. Bu da benim bugüne kadarki yaşam anlayışıma tersti. İyi tarafı ise her doktor yüzme ve bisiklet öneriyordu. Bunun nedeni de kalçaya ve proteze yük binmiyor olması ama kasların çalışmasıydı.
Protezin kalça kemiğine takılan yuva denilen parça çok hatalı takılmıştı. 50 derecenin üstü çıkma ve aşınma riski yükselir denilen açı (asetabular) benimkinde 60 derecenin üstündeydi. Bu nedenle, bacak ve kalçadaki 70 yıllık oluşan baskı yerleri değiştiğinden hem yürümekte zorlanıyordum hem de ağrılarım vardı. 25 yıl ömür biçilen proteze bu nedenle, sürtünme daha küçük bir satıhta olacağı için aşınma çok daha fazla olacağından, “en fazla 10 yıl” ömür biçildi. “İlk 3 ay çıkmaması büyük şans” denilen protezim, kalçamda, pimi çekilmiş bir el bombası gibi duruyordu. Doktorumun parçanın yerinden çıkma riskine karşı değiştirme önerisine, danıştığım diğer doktorlar haklı olarak kesinlikle karşı çıkınca kendime dair bütün planlarım altüst oldu. Bana “atıl ve dikkatli bir yaşam” dışında başka bir seçenek sunmuyorlardı. Bu da benim bugüne kadarki yaşam anlayışıma tersti. İyi tarafı ise her doktor yüzme ve bisiklet öneriyordu. Bunun nedeni de kalçaya ve proteze yük binmiyor olması ama kasların çalışmasıydı.
Bir karar aşamasına gelmiştim: Ya teslim olup önerdikleri atıl yaşamaya (veya yaşamamaya) çalışacaktım ya da gözü karartıp riski zirveye taşıyıp çıtayı da yükseltecektim. İkincisini seçmek zor olmadı. “Mutsuz yaşamaktansa gerekirse mutlu giderim” dedim kendi kendime.
Protezin eklem yerini bir arada tutan oradaki kaslardı, onlar da ameliyatta iyice hırpalanmıştı. Önce bu kasları güçlendirmem gerekiyordu. Çıkma riskini azaltması için önerilen spor hareketlerini eksiksiz uygulamaya başladım. Kırılmanın bir nedeni de kemik erimesi olduğundan bunun tedavisiyle beraber kas zayıflığına karşı da beslenmeme ayrıca dikkat etmeye başladım.
Bildiğin gibi 10 yıldır bisiklete biniyor, şehirlerarası turlara çıkıp yeni yerler, yeni insanlar tanıyordum. Bunlar yolunu, huyunu bildiğimiz ülkemizde oluyordu. Bizdeki en zor rotaların birçoğunu zaten yapmıştım. Mental olarak toparlanmamı sağlayacak çok daha zor bir rotaydı. Bu düşüncemi anlatınca, daha önce bir tur şirketiyle turistik amaçla oraya iki kez giden Ali (Durul), Pamir yaylası Wakhan (Vahan) koridorunu önerdi. Farklı ülkelerden giden gençlerin tur notlarından öğrendiğim kadarıyla sadece doğa şartlarının zorluğu değil, orada yaşayan insan ve canlıların da çok farklı olması, bu rotayı bisikletçilerin kabesi adını takmalarına neden olmuştu. Burası dünyanın bisiklet için en zor yeriydi. Böylece dünyanın en zor doğa şartlarının hüküm sürdüğü, eski İpek Yolu’nun bir kısmı olan Pamir Yaylası’nı bisikletle geçmeye karar verdim. Orada menteşemin neler yapabileceğini hesaba katsaydım aklıma bile getiremezdim Pamir'i. Buna karar verdiğimde çözülmesi gereken dört konu vardı: Ekip, rota, donanım ve antrenman.
En zor konu ekipti çünkü yalnız gidemezdim. Planımı, hep yanımda olan Haşim Akman, Melek-İbrahim Akbaş çifti ve Kuvvet Lordoğlu’na açtım. Kuvvet, elektrikli bisiklet kullanıyordu ve günler sürecek turumuzda, örneğin üç gün boyunca bizden başka kimsenin olmadığı yerlerde pedallayacağımızdan düşünmedi bile. Melek ile İbrahim, çok istekli olmalarına rağmen şartları elvermiyordu. Haşim’in kızı Merih İtalya’dan gelip katılma kararı verdi, zaten Haşim benim kadar kararlıydı.
Ali’nin yardımıyla Haşim’le rotayı belirledik. Turumuzu Duşanbe’den (Tacikistan) başlatıp Oş’da (Kırgızistan) bitirecektik. Gündüz +38 gece -10 derecelerde ve 5 bin metre rakımda pedal çevirecektik. Ona göre teknik donanım, giysi ve konaklama malzemelerini edindik, Nisan ayı başında, 4 Ağustos gidiş 1 Eylül dönüş biletlerimizi aldık. Hemen antrenmanlarımıza da hız verdik.
Bir heyecan bir heyecan, çocuklar gibi koşturuyor, bölgemizin en dik köylerinin dik yokuşlarını günlerce kan ter içinde pedallıyorduk. Her şeyimiz hazırdı ve biz de çakı gibi olmuştuk. O arada Tacikistan’ın vize istediğini öğrendik. Haşim, Temmuz ayında konsolosluğa başvurmaya gitti. Sonucu bildirmek için aradığında, telefondaki sesi bir daha duymak istemeyeceğim bir tondaydı. Tacikler ile Kırgızlar kavga etmiş, sınırı kapatmışlar, geçmemiz mümkün değilmiş. Konsolosluk,  başkonsolosluk zorladık, çözüm yoktu. Rotamıza o kadar bağlıydık ki, olmazsa diye bir B planı yapmamıştık. Sadece Kırgızistan için içimize sinen bir rota belirleyemedik. Tacikistan’da pedallayıp Kırgızistan sınırından dönmek de işimize gelmedi. Sonuçta, “iki ülke arasındaki savaş, nasıl olsa biter” ümidiyle turumuzu ve uçak biletlerimizi iptal edip seneye erteledik moral bozukluğuyla.
1 Ağustos doğum günümdü. 72 yi bitirip 73 e girecektim. Temmuz ayının sonuna az bir şey kalmıştı. Klasik temmuz sıcağında, can sıkıntısı içinde evde vakit öldürmeye çalışıyordum. Ne kitap okumak tat veriyordu ne de sabah sabah imamdan önce yola çıkıp hep aynı asfaltta iki üç saat pedal çevirmek. Böyle durumlarda da olumsuzluklar hemen “Ben buradayım” diye başını uzatıveriyor.   Pamir ertelenince, aklıma ilk gelen yer Kaz Dağları’ydı. Can sıkıntımı ancak orası anlar ve beni tedavi ederdi. O cehennemi sıcakta birinin benimle tura gelmesi de zordu. Derken, yataktan kalkıp tur bisikletimi salona taşıdım. Kamp malzemelerimi heybelere yerleştirdim. Bataryaları şarj edip bir fotoğraf çektim ve 27 Temmuz sabahı saat dörtte yola çıktım.
Halkalı’ya kadar rotam kesindi, orada karar verecektim, sağa dönersem İğneada’ya, köyde kendine mekân yapan dostum Yaşar Mersin’e, düz gidersem, Tekirdağ’a doğru. Sonrasına oralarda karar verecektim. Halkalı’ya kadar bisikletle gitmek çok sevimli değil, yer yer emniyet şeridinin olmaması, olanın da çok bozukluğu nedeniyle tercih edilecek yol değil, ama başka seçenek de yok.
Silivri’den sonraki Shell istasyonunda yanımda taşıdığım kahvemi içerim genellikle. Bu sefer de yakınlarda oturan kalp cerrahı dostum Ömer Işık’a bakarım, kalkmışlarsa kahveyi beraber içeriz diye düşünmüştüm. Ancak daha saat beş buçuktu, henüz kalkmamış olacaklarını düşünüp vazgeçtim.
Halkalı’da ya alışkanlık ya bilinçaltı kararımla hiç düşünmeden Tekirdağ’a doğru devam ettim.
Tekirdağ’a öğlenden önce vardım. Yıllar önce İğneada turundan tanıdığım, sonra görüşmemiz devam eden yakınlarda bisikletçi dükkânı (Ganos Bisiklet) açan İslam Gölge‘e uğradım. Çanakkale’ye doğru değil, Erdek üzerinden Kazdağları’nı geçmeye karar vermiştim. Feribot saat üçteydi. İslam’la köfte yedik,  sohbet ettik uzun uzun. 20 km ilerideki Barbaros’ta feribota bindim. Feribot önce Marmara Adası’nda mermer yataklarının bulunduğu Saraylar’a uğrayacak, oradan da Erdek’e gidecekti.
Feribot, devasa mermer blokları taşıyacak boş TIR’larla kalktı. Yol uzun sürüyordu. Açık havada 11 TIR şoförü bir arada oturmuşlardı, başka da yolcu yoktu zaten. TIR’cılar yakınıyorlardı. Tahmin edilebileceği gibi, ortak konu ekonomiydi. Kimi aldığı maaşın yetmediğini, kimi arabanın taksitini borçla ödemeye çalıştığını ve mazot pahlılığını anlatıyordu ve herkes dertlilerdi. Hemen arkalarında oturduğum için onları duyuyordum. “Adamların araçlarının 18 tekeri var mutsuzlar, benimki iki tekerli ve mutluyum, çocuklar gibi heyecanlıyım üstelik” diye düşündüm doğal olarak. Saraylar’da boş TIR’lar indi yerine kendilerinden büyük mermer blokları yüklü olanlar doldurdu feribotu.
Erdek’e vardığımızda güneş batmıştı. İlk günün yorgunluğu da üzerime çökmüştü. Yakında bir yerde kamp yeri bulsam iyi olurdu. Sahilden bakınarak pedalladım, bir dere kenarından yukarı, ana yola çıktım kamp yeri bulmaya. Bulamadım. Sonra sağa sahile dönerek villaların olduğu yolda devam ettim. Edincik’e çıkışı öncesinde, yerleşim bittikten sonra plajların olduğunu biliyordum, oraya kamp kurmamın garantili olduğunu bildiğim için fazla oyalanmadan, bir bakkaldan ekmek ve su alıp plaja vardım. Hemen başlarda 8-10 ağacın oluşturduğu bir alanda kurulu iki çadır vardı. Muhtemelen denize girmeyen piknikçilerdi. Yanılmamıştım. Ağaçların altında genç bir çift semaver yakmış çay demliyorlardı. Buranın özel bir yer olup olmadığını sordum, değilmiş. “Buyurun çay içelim birlikte” tekliflerini memnuniyetle kabul ettim. İstanbul’dan kaçıp burada ev almışlar. İki ay sonra doğacak çocuklarını bekliyorlardı mutlulukla. Teşekkür edip yanlarından ayrıldım, denizin hemen kenarına inip çadırımı kurdum. O ara konuştuğum müstakbel baba Şenol yanıma gelip, 300 metre gerideki barın gece çok yüksek sesle müzik çaldığını, rahatsız olabileceğimi söyleyince, çadırımı sökmeden kaldırıp bir kilometre ileriye taşıdım. Ardından da bisikletimi. Zaten hava kararmış kumsalda kimse kalmamıştı.  
Artık nasıl deliksiz uyuduysam güneşin ilk ışıklarıyla birlikte uyandım. Çadırda bisiklet kıyafetimi giydim. Kahvaltımı, Edincik’e varmadan, civarda bildiğim uygun yerlerden birine sakladım. Hemen bir iki bir şey atıştırıp çadırı toplamaya koyulmuştum ki, az ileride duş başlıkları gözüme ilişti. Balıkesir Büyükşehir Belediyesi armağanıymış. Tekrar soyunup denize girdim. Dünyaya bedeldi doğrusu.
Bu yoldan bisikletle dördüncü geçişimdi. İlkinde yol sorduğum herkes o yokuşu çıkamayacağımı, hatta biri para istemeden arabasıyla çıkarabileceğini söylemişti. Her seferinde buradan kat be kat daha dik ve uzun yokuşlar çıktığımdan rahatça çıkmıştım. Ama şimdi “menteşeli” olduğumdan biraz çekinmiyor değildim. Protezli halimle ilk sınavımdı.
Bir çeşme bakınarak yokuşu çıkarken, çok geçmeden Roma Çeşmesi adında, tarihi ve suyu da akan bir çeşmeyi ilk kez gördüm. Önü ve çevresi, çeşmeyi yok edecek kadar betonla kaplanıp masalar konularak kamp ve piknik yerine dönüştürülmüştü. Orada yumurtamı pişirirken bir kedi miyavlaması duydum, otların arasından titrek bacakları üzerinden bana bakıp imdat istiyordu, zayıflıktan çöp gibi kalmıştı ve ürküyordu. Önce korksa da peynirli ekmeğin kokusu uzaktan aldı, boynunu uzatıp ilk lokmayı kaptı ve hemen yumuldu yemeğe. Ben de dikkatlice sevdim, buna da muhtaçtı muhtemelen. Kahvaltımı yaptım, kahvemden biraz içtim. Yedek kahvemi de termosa doldurup yola koyuldum.
Edincik’e çıktım. Beldenin iç yolu eski bir arnavutkaldırımı. Bisikletler için çok sarsıntıya sebep olsa da çok güzeldi. Yolun ortasına, suyun rahat akması için 20 cm eninde mermer döşemişler.  Daha önce sarsıntıdan kurtulmak için bu mermer kanaldan gitmiştim.  O güzelim tarihi yolun yarısına asfalt döşemişler. Hiç şaşırmadım. Tam günümüz Türkiye’sine uygun bir restorasyon. Bir kahvede çayımı içip yeniden yola koyuldum.
Gönen’de her gidişimde uğradığım bir lokantada kelle paça yiyip Balya yolunu sordum. Daha önce iki kere baraj yolundan gitmiş, bir kere de Haşim’le Balya yolundan gidelim deyip yolu uzatmıştık. Üstelik o sırada benim zincir ciddi sorun çıkarınca gece karanlıkta ve yokuşun ortasında kamp yeri bulmak için epey yürümüş, pedal çevirmiştik. Ancak en nihayetinde gece yarısına doğru çay bardaklarımızdaki rakıyı sağlığımıza diye tokuşturmuştuk. O yolu sorgulamak için uzarsa da oradan gitmek istiyordum. Balya yolunu sorunca “Liseden sonra sağa dön” dediler.
Liseden sonra sağa dönen bir sokak vardı, aynı yöne doğru geniş bir de bulvar. “Balya yolu o sokak olacak değildir” diyerek bulvara girdim, Haşim’le gittiğimiz yola da hiç benzemiyordu, onunla Gönen girişinden saptığımız için bulamadığımı düşündüm. Evler bitti, kırsalda pedallıyordum, ama in-cin kalmamıştı etrafta. İki genç gördüm, sordum “Abi yanlış gelmişsin” dediler. Yanımıza gelen motosikletli bir köylü de üç kilometre yanlış geldiğimi, yolun doğrusunu da köşe köşe, bir köylüden beklenmeyecek netlikte tarif etti. Sonunda tarif üzerine Balya yolunu buldum, Güneşli köyü tabelasından sağa döndüm.
Haşim’le gittiğimiz yoldan gittiğimi sanıyordum, köy de ileride solda açıklıktaydı, hemen de yokuş başlıyordu. Köye yaklaşırken tuhaflığı fark ettim, bu köy başka bir köydü, evler ağaçlar arasında görünmüyor ve sağdaydı. Balkondaki birine sordum, doğru yolda, Haşim’le gitmediğimiz yoldaydım. Yukarıda da çeşme varmış, ama epey yukarıda. Yol kenarında ev olmadığı için büyük bir meşe ağacının altına matımı serdim, bir şeyler atıştırıp uzandım.
Hava çok sıcaktı, akşam beş gibi yola çıkayım diye düşündüğümden önümde dört - beş saatim vardı. İki saat sonra suyum bitti, biraz sabrettim, yukarıdaki çeşmeye kadar yolu da düşününce köyün içine gittiğini sandığım yoldan yürüdüm. İki evin önünde üç kadın oturmuş, bir şeyler ayıklıyorlardı, onlara sordum çeşme nerede diye. Biri “Ben sana tatlı su getireyim, biz bunu getirip içiyoruz çok güzel olduğu için” dedi ve içerden getirdi. Mataralarımı doldurdum. Yaşlı bir teyze poşetindeki meyvelerden ikram etti, bir tane aldım. “Olmaz” deyip elerimi doldurdu. İçerden çıkan erkek kişinin çay davetini de kibarca geri çevirip teşekkür ederek kamp yerime geldim.
Saat beş gibi yokuşa vurduğumda sıcakta yola çıkmamakla çok iyi yaptığımı anladım. Yol çok dikti ve iç sıcağımla birlikte neredeyse dayanılmaz oluyordu. Yaklaşık bir saat sonra, bize daha önce tarif edilen çeşmeyi gördüm. Sahiden de ıssız ve çadır kurmak için çok uygundu.
Yol dağın doğu yakasından çıkıyordu ve bu başlarda iyiydi; ağaçlarla beraber güneşle pek muhatap olmuyordum. Neredeyse hiç düz yol olmadan çoğunlukla dik, bazen daha az meyille tırmanıyordum. Suyum bittiğinde bir çeşme imdadıma yetişti. Bulunduğum yolda, sol tarafımdaki tepelerde güneş ışığı hâlâ görünse de, giderek hava kararmaya başlamıştı. Her yönüm ağaçlarla kaplı olduğu için gökyüzü zor görünüyordu. Bir süre sonra yüzümün önünde uçuşan böcekler benimle birlikte gelmeye başladı. Önce aldırış etmedim ama gittikçe önümü görmemi engelleyecek kadar çoğaldılar. Böyle durumlarda kafama geçirdiğim tülü alıp almadığımdan, almış olsam bile nereye koyduğumu bilmediğim için sadece acemice davrandığıma hayıflandım. 
Yol değil de yokuş demem gereken yolda artık az iniş çok dik çıkışlar başlamıştı. Yorgunluk da ufak ufak kendini gösteriyordu. Kamp yerim, bana tavsiye edilen Eşek Meydanı’ydı ve 10-12 km kaldığını tahmin ediyordum.
Beklediğim gibi Canbaz köy sapağına gelmiştim. Köy 1 km yukarıda olduğu ve köyü de hiç bilmediğimden yobaz bir köyse kamp için uygun olmayabileceğini düşünüp zamanı da hesaba katarak yoluma devam ettim. İtiraf etmeliyim ki girişi yokuş olmasa köye girerdim, ama epey dikti ve 750 metre rakıma çıktığımdan artık inişe geçmem gerektiğini de düşünerek tam bir acemi çaylak gibi gevşedim. İnişlerden sonra yokuşlar daha dikleşmeye başladı. Issızlığın ortasında, neredeyse karanlıkta sakin sakin pedallıyordum ve doğrusunu söylemek gerekirse kamp yeri için endişelenirken bir yandan da doyumsuz keyif alıyordum. İleride bir çeşmenin önü düzdü, ama çeşmeden taşan su düzlüğü çamurlaştırmıştı. Çok yorulmama rağmen Eşek Meydanı’na gitmekten başka çarem yoktu çünkü her yer sık ormanlıktı ve bir çadırlık düz yer yoktu. Az sonra sağımda gözüme çarpan boşluğun Eşek Meydanı olduğunu tahmin ettim. Navigasyonum da doğruladı. Ama valiliğin astığı kocaman bir pankart da beni karşıladı. Yangın tehlikesi nedeniyle burada ve orman içinde kamp ve piknik yapmak yasaklanmıştı. Vız gelir deyip girdim devasa ağaçların altındaki karanlık alana. Yoldan görünmeyecek güzel bir yer de buldum. Önce niyetlendim, ama ya densizin biri veya bir görevli gecenin bir vaktinde gelip bu keyifli günümü zehir ederse? Zaten yakında bir köy olduğunu haritadan biliyordum, çıktım yola.
Uygulamada yakın görünen yer hiç de yakın ve düz değildi. Ben Canbaz’dan sonra artık inişe geçeceğimi düşünürken habire inip çıkıyordum. Hiç araç geçmese de arka stop lambamı yakmıştım. Gücümün artık tükenmekte olduğunu hissediyordum. Sağ yanda maden ocağına ait bir tabela, yanında da biraz düzlük vardı. Gücümün sınırına geldiğim için buraya çadır kurmaya karar verdim. Dönerek çıktım, yer çadır kurulamayacak kadar çok taşlıydı. Maden yolu da yukarıdan tam bu tabelaya doğru iniyordu. Ayrıca sabahın köründe hafriyat kamyonu farı, tozu ve sesiyle uyanmak hoş olmasa gerekti. Yer bakmak için o kadar durmam ve çaresizliğim gücümü yeniden toplamama yetti; zaten hep böyle olurdu. Artık iki saat daha pedal çevirmek zorunda kalacağımı kendime telkin ederek yola koyuldum. Az sonra bir çeşme beni sevindirdi ama durmadım.  Kendimi iki saate kandırmışken birden önümdeki tümseğin arkasında bir elektrik direği ve köyü gördüm.
Fındıklı oldukça büyük bir köye benziyordu. Bakkala girdim, ekmek yoktu. Bisküvi aldım. Çadır yeri sordum. “Köyü çıktıktan sonra sağdaki toprak yoldan gidersen bizim panayır yerimiz var, orada kurabilirisin” dedi. Köyü çıktım, toprak yolun birini geçtim, ikinciyi geçtim ileride bir düzlük göremedim, bir yol daha vardı ve ben aşağı iniyordum, bir de bunun çıkması vardı. Geri döndüm, son evin kapısını çaldım. Açılacağından umudumu kesmişken kapı açıldı bir kadın çıktı, özür dileyip derdimi anlattım. Tarif etti sağ olsun kibarca. Sahiden de güzel bir yere benziyordu. Masaların olduğu yere indim, çok sinek olurdu ve basıktı yukarıdaki açık düzlüğe çadırımı kurup, bir şeyler atıştırıp, yaşamımın en güzel, ıssız, mutlu, deliksiz uykularından biri için çadıra girdim. Yaban hayvanlarının sesi artık gecenin epey ilerlediğini gösteriyordu.
Sabah koyun sürüsünün çan sesleriyle uyandım. 
Çadırı toplayıp, kahvaltı malzemeleri ve ocağı alıp hemen aşağıdaki masaların olduğu yere indim. Su, yalağın içinde kenardan giriyordu ve hiç sağlıklı görünmüyordu. Koyunlar çekildikten sonra sudan biraz aldım yumurta pişirdim, sonra tekrar içmek için dezenfekte edeyim diye su koyup kaynamaya bıraktım. O ara çoban da gelmişti.  O da yineledi suyu içtiklerini ama güvenemedim. Zorla ona da bir şeyler verdim. Kahvaltım bittiğinde su epeydir kaynıyordu ve rengi grimsi olmuştu, döktüm. Toparlanıp güneşle birlikte artık hep yokuş olmayacağına inandığım yola çıktım. Bir süre sonra ip gibi akan bir çeşmeden ne olur ne olmaz diye biraz su aldım. Ama az sonra gereksizliğini anladım çünkü peş peşe çeşmelere rastladım.
Bu çeşmeler doğal yaşamı katleden bir işlev görüyor. Birileri, yerli yersiz ana babasının ya da kendi adının anılması için dağın bir yerlerinden yüzlerce yıldır akan suyu ve çevresinde ondan nasiplenen canlıları hiç hesaba katmadan, plastik bir boruya hapsedip, yüzlerce metre aşağıya bir çeşme yapıyor. Kaynaktaki canlılar da susuzluktan yok olup gidiyor. Trekking yaptığım zamanlarda ormanda rastladığımız bu plastik boruları gördüğümüzde parçalar, sağa sola dağıtırdık.
Yol çok kötüydü. Bazı yerlerde son yıllarda moda olduğu üzere beton dökülmüştü. Bu da o kadar gelişigüzel ve malzemeden çalınarak yapılmıştı ki, insan taşlı yolu aramadan edemiyor. 
Yeşilköy’e girmeden kenarından geçerek yoluma devam ettim. İlk mola yerim Araovacık köyü oldu. Büyükçe ve zengin görünümlü bir köydü burası. Kahvenin önünde bir yere dayadım bisikletimi, duvar dibindeki masaya geçip oturdum. Genç bir kız geldi, çay istedim, güzeldi. Telefon işimi hallettim. Sabah su olmadığı için kahve yapamamıştım, merdiveni çıkıp içeri girdim, kahveci kız da dört kişilik bir masada oturuyordu. Kahve var mı diye sordum, çünkü köylerin çoğunda Türk kahvesi bulunmuyordu, sorduğumuzda da isteyen olmuyor, alsak da bayatlıyor yanıtını alıyorduk. Kızcağız hemen kalktı kahve yapmaya. Masaya buyur ettiler. Biraz sohbet ettik, kahve de çay gibi güzeldi. Kalkma vaktim geldiğinde masadakiler “misafirsin” deyip içtiklerimin parasını ödetmediler. Teşekkür edip ayrıldım.
Pazarköy’e yaklaşırken yine beton bir yola geldim. Bu sefer beton da işçilik de çok iyiydi, keyifle pedallayarak Pazaköy’e girdim. Büyük bir köylü, dolaşarak köy meydanını buldum. O gün köyün pazarıymış, çok kalabalıktı. Bir sürü motosikletin arasına bisikletimi bırakıp kahveye girdim. Masaların tümü doluydu. Bir masada bir kişi görünce yanına gidip selam verdim, oturdum. Önce oturan, yanında dikilen biriyle konuşmasını bitirince bana hoş geldin dedi. Bir çay içtim, o da “misafirsin” diyerek parasını ödememe engel olup çay tabağına 3 lira koydu. Her yerde 2 liraydı, bu büyük köyde daha pahalı olurdu diye düşündüm. Akşam hedefim köyde konuyu açtım. “Orada da 2 liradır, adamın 3 lirası vardır onu vermiştir, buralarda böyle şeyler çok olur doğaldır” dedi dostum Kamil Arıkan. Bu hoşluk benim de hoşuma gitti.
Bir gün önce Gönen’deki deneyimimden sonra tekrar yanlış yola girmeyeyim diye yolu sordum köyün çıkışındaki demirciye, doğru yoldaymışım. Sonraki Koruköy’de durmadan geçtim. Söyledikleri gibi çift şeritli, ip gibi uzanan sevimsiz yeni yapılan Balıkesir-Yenice yolu dikine geçip sevdiğim ve iki gündür geldiğim, doğal yapıya müdahale edilmeden, belki de bir patika genişletilerek yapılmış kıvrıla kıvrıla inip çıkarak giden sıcacık yolumda devam ettim. 
Yol oldukça iyiydi zaten, galiba eski Balıkesir-Yenice yoluydu gittiğim. İleride kavşağa gelince,  daha önce birkaç kere karşı yönden gelip sağa döndüğüm yolu anımsadım. Sola dönüp artık bildiğim yola girdim. Karabey’de durmadım, Hamdibey çıkışında daha önce de birkaç kez durduğum, bir ailenin işlettiği kahve ile lokanta arası yerde ev yapımı limonata içip cehennem sıcağındaki yola koyuldum.
Kalkım’a öğleyin girdim. Hep yemek yediğim köşedeki yine bir ailenin işlettiği lokantaya gittim. Kapıdaki masa boştu, bisikleti yolun kenarındaki gaz tüplerine dayayıp oturdum. Protein ihtiyacımı karşılıyordum burada. Yemeğimi yedim, lokantanın sahibi lokantanın önünde bir süre oyalanıp yanıma geldi “Bu tısss diye bir ses çıkardı” dedi. Baktım lastik tam inmiş. İlginçti durup dururken inmesi. Lokantacı, “150 metre aşağıda lastikçi var” dese de hemen söktüm lastiği. 
Çift katlı olan jant çemberinin jant telleri geçsin diye delinen geniş delikleri kapatan kalın bant kaymış, alüminyumun keskin kenarı iç lastiği yuvarlak biçimde kesmiş. Hemen yemek yediğim masanın üstünde kayan bandı düzeltip, yedek lastiği taktım. Beni şaşkınlık ve merak içinde izleyen beş altı kişinin arada sordukları sorulara verdiğim cevaplarla muhabbeti de koyulttuk tabii. 
Nur ile Kemal’in sürpriz misafirliğimden haberleri yoktu. Nur’u aradım, “Kalkım’dan bir şey istiyor musun?” diye, şaka sanmış, biraz konuşup kapattık. Hemen ardından yine aradı “Sahiden geliyor musun?” dedi, mutluluğu sesinden okunuyordu. Akçakoyun köyüne 6 km ve düz bir beton yoldan gidiliyordu.
Arkadaşlarımın evine ulaştığımda ilk iş, hep yaptığım gibi, önce bir duş ve çamaşırları makineye atmak oldu. Sonra sarıldık, bir tam gün buradaydım. Nur, Teşvikiye ve Moda’da yıllarca lokanta işletti, enfes yemekler ve mezeler yapar, evde de masayı mutlaka donatır. Burada iki gün bakıma çekilecektim anlaşılan.
Ertesi gün akşamdan hazırlığımı yapıp, her zaman olduğu gibi, daha kargalar gak demeden, en sevdiğim rotalardan birinde pedal çevirmenin mutluğuyla, kahvaltının ardından kahvemi termosa koyup yola çıktım. Ev sahiplerim uyuyorlardı daha. Hava aydınlanmak üzereydi, sabahın en güzel saatleri. Önümde yolun ilk 15 kilometresi orman içi, bol çeşme ve derelerin eşlik ettiği toprak bir zemin, daha doğrusu yokuştu. Ama yokuşların en keyiflisiydi.
Doğa yeni yeni uyanıyor, arada bir ses duyuyorum uzaklardan. O kadar uzaklardan geliyor ki ne olduğunu çıkaramıyorum. Solumdan hafif bir esinti, kendi dilinde bana adeta “günaydın” diyor, memnuniyetle kabul ediyorum. Yaklaşık bir kilometre sonra sık ormana girince esinti kesiliyor. Dönemeçte hemen karşıma ilk çeşme çıkıyor; onun suyu biraz sert, hazmı güçtür, burun kıvırıp geçiyorum. Derinliklerden çıtırtılar geliyor, bir kuş ötüyor ardımdan, saksağan sanıyorum. Ne bisikletten bir ses çıkıyor ne de benden; doğayı ürkütmekten çekinir gibi, zarifçe süzülüyoruz orman içinden yukarılara doğru.
Sağımda köy mezarlığı, derin bir hüzün ve alışıldık sessizliği içinde. Ören’i geçiyorum, Aşağıçavuş’ta bir kadın tavuklarına kahvaltı ettiriyor. Bütün Anadolu’da, sabahın bu saatlerinde kadınlar, çalışmak için ayaktadır. Biraz uzağımda kaldığından “günaydın, kolay gelsin” dileklerimi içimden gönderiyorum. Yukarıçavuş’ta köprüyü geçtikten sonra dere yatağında su ve giderek çoğalan kuş sesleri arasında hafif hafif pedal çeviriyorum. Çıkıştaki son köy Oğlanalanı’na girerken bir yaşlıya rastlıyorum, merak ve sevgiyle gülümseyip selam veriyor; içimi ısıtıyor adamın güzelliği. Sonrası bozuk da olsa asfalt bitip topak yol başlıyor.
Köyden çıktıktan 15 dakika sonra sağdaki çeşmenin suyu yola akmış. Yol, sağı solu yar ortası toprak olduğundan, önümde uzanan 30 metrelik kısmı bataklık haline gelmiş. Geçebileceğim hiçbir yer yok. Yoldan çıkarak gitmem de mümkün değil. Zincire çamur girmesin diye çaresiz, bisikletin arka tekerini kaldırıp sol yanda gözüme kestirdiğim bir yerden geçiyorum, bileklerime kadar çamura batmış vaziyette. Üç yıl öncesine kadar bu yola iş makinesi sokmamışlardı, yolu bulmak çok zordu, birçok patika arasında karışıyordu. 10 yıl önce, motosikletiyle ormancılara yemek götüren genç bir köylünün peşinden gitmiştim. Bir kere yanlış patikaya girmiş, tesadüfen rastladığım ormancılar yolumu düzeltmişlerdi. Ama çok güzeldi, daha doğal ve müthiş keyifliydi. Çoğu yerde zemin kaya ve tamamen kırılamadığından, irili ufaklı çakılla düzleştirilen topraksız zemin bisikletle ilerlemeyi güçleştiriyordu. Doğanın olağanüstü güzelliği, yolun dezavantajına üstün geldiği için, güçlüğüne rağmen, sakin sakin pedallayıp karşımdaki güzelliğin tadını çıkartmaya odaklanıyorum.
İki çeşmeyi yolu genişletmek için yıkmışlar. Bunun birinde önce tekerleklerimin, ardından da ayaklarımın çamurlarından kurtularak ilk kahvemi içiyordum. Bir sonraki çeşmeye doğru çıkıyorum. Oturduğum çeşme başının arkası fark edilmese de 30 metrelik yar ve altından dere akıyor. Kuş ve diğer sesler arasına karışan akarsuyun sesi, ancak kulak kabartılırsa duyulabiliyor. Yolun düz yerlerinde toprak un kadar incelmiş ve yaklaşık 5 santim kadar derinliğe ulaşmış. Birinin içine gömülünce buzlu zemindeymişçesine kayıyorum. Hızlı gidiyor olsaydım belki toparlanamaz ve yeri öperdim. Gökyüzünün görünmediği orman içi yol, yokuşla birlikte bitiyor.
İniş oldukça dik ve buradaki çeşme başından aşağıdaki geniş alan görünüyor. Sonrası, Bayramiç’e kadar asfalt köy yolları. Kahvemin kalanını da burada, bir şeyler atıştırarak içiyorum. 
İniş çok dik ve çakıl çok kaydırıyor bisikleti. Seleyi bu sefer indirmeye üşeniyorum. İnişte iki çeşmede daha küçük molalar vereceğim, burası beni çıkıştan daha çok yoruyor.
Zeybekçayırı’nın göründüğü noktada yol düzeliyor. Köyün altından köprüyü de geçip sola dönüyorum, mataralarımı doldurmak için çeşmede duruyorum. Artık yol asfalt, inişli çıkışlı,  çoğunlukla ağaçlı ve bol çeşmeli.
Dik yokuşun ardından Kızılelma köyüne giriyorum. İnsanlarla selamlaşarak, durmadan geçiyorum. Köyden sonra önü geniş, güzel bir çeşme var, öğlen molasını ve temizliği orada yapacağım. Çeşmeye varmadan karşıdan bir Murat otomobil geliyor. Sürücüsü genç arkadaş yanımda durunca selamlaşıyoruz. O kadar çok soru sordu ve o kadar kendinden bahsettik ki, hoş biri olduğu için kıramadan dinleyip sorularını yanıtladım. Neyse ki karşıdan gelen bir araba sohbetimizi sona erdirdi.
Çeşmede önce temizlik yaptım. Gerçekten çamura batmışız ikimiz de. Makarna pişirdim, ton balığı koydum üzerine, çayı zaten demlemiştim. Uzandım bankın üzerine, iki saat orada oyalandım. Bu arada iki araba geçti toplam. Ümit’i (Aksoy) aradım. Beklediğim gibi açmadı. Telefonla ilişkisi, yanından geçerken çalarsa açacağı kadardır Ümit’in. İnternet zaten kullanmıyor. Telefona bakmadığı için önceden arayanı da görmez ve doğal olarak geri de aramaz. Kıskanılası bir yaşam sürdüren yiğit bir dostum. Nasıl olsa gidince Bayramiç Öğretmenevi’nde veya kendi evinde bulurum onu. Karaköy’deki kahvelere gitmek için yokuş çıkmak gerektiğinden vazgeçtim. Sağlı sollu çoğu elma olmak üzere meyve bahçelerinin arasına pedalladım. 
Ümit’i bir daha aradım, yine açmadı. Tam pedala basmak üzereyken aradı. Evini yine değiştirmiş, tarif etti. Yolda hep bu mevsim geçişlerimde yediğim incir ağacı yine tüm tatlılığıyla beni bekliyordu. Yanıma almak içi kabım olmadığından su mataralarımı ve kahve termosumu incirle doldurdum. Ümit’in yeni evini bulamayınca yolda buluştuk. Eve girdik. Bisikleti merdiven altına koydurmadı, eve girdik, antreye de hayır dedi “Yürü ileriye!” Salona geldik, “Hayır kapının arkasına değil, buraya” dedi. Bisikleti salonda kütüphanenin önünde başköşeye koydurdu. İyi ki yıkamıştım. Emirlerine uydum mecburen, ters adamdır, ne yapacağı belli olmaz. Saygısı bisiklete mi, bana mı, yoksa her ilkimize yani yaptığımız işe mi bilemedim doğrusu. 
Sabah yola çıkmamı istemedi, “birkaç gün kal” dedi, bir günde anlaştık. Ertesi gün Kazdağları’nı 12 yıl önce İbrahim’le (Akbaş) geçtiğimiz orman içi yol olmayan yoldan gitmeye karar vermiştim önceden. Altı yıl önce Altınoluk’ta üç gün kalıp Nejat’la üç yangın kulesine çıkıp inmiştik. Bu arada bizim daha önce İbrahim’le geçtiğimiz rotadaki fidanlığa da uğramıştık. Yollar çok değişmişti. Bu yüzden yine Alaattin Abi’den yardım istemek için Ümit Aradı, Bayramiç’te değilmiş. “Halil Abi bilir” dedi. Öğretmenevi’nde Halil Abi’yle görüştük, yolu tarif etti.
Yeni rotada, daha önce geçtiğim gibi Kestane Çeşmesi’nden geçmeyecektim. Rotanın tarifini bir kâğıda yazdım. Hazırlığımı yaptım, Ümit erken kalkmaz, ben giderken uyandırmazsam da bozulur,  o yüzden niyetim, sabah Ümit’le kahvaltı edip sekiz gibi çıkmaktı. Yolum çetin, ama uzun değildi;  Edremit’te konaklayacaktım.
Her zamanki gibi erkenden uyudum. Gür bir köpeğin enerjik havlamalarıyla yataktan fırladım. Açık penceremin hemen önünde, dana kadar iri bir köpekti havlayan. Az sonra sustu, ama beni de uyku tutmadı. Sabah sürüşünün tadını çıkarayım diye kalktım, kahvaltımı yaptım, yanıma biraz nevale de aldım, kahvemi demledim, bir hırsızdan çok daha sessizce evden ayrıldım. Saat henüz 04.00’tü. O karanlıkta “geçeceğim köylerde hayvancılık varsa köpek de vardır ve gece onları salarlar” bilgisi aklıma geldi. O köpeklerin çok tehlikeli olduğunu biliyorum. Kavşağa geldim, sola dönersem ormana, sağa dönersem Ezine’ye çıkacaktı yolum. Sağa döndüm.
Yol eskiden çok kötüydü, emniyet şeridi de bulunmadığından, bisikletliler için tehlikeli ve sevimsizdi. Yol yenilenmiş, normal şerit kadar geniş bir emniyet şeridi de yapılmıştı. Yarım saat sonra, hep olduğu gibi güneşin doğuşuna yakın, küçük uçan böcekler çarpmaya başladı yüzüme, ikinci kere tül yüzlüğü takmadığıma hayıflandım.
Ezine’ye girmeden sola, Ayvacık’a doğru döndüm. Sabah erken olduğu için İzmir-Çanakkale otoyolundan çok az araç geçiyordu. Kenarda bir yerde durdum, Ümit’ten arakladığım kahvaltılıkların kalanını yedim. Biraz da sabah demlediğim kahvemden içtim. Büyük kısmını orman içinde ayaklarımı uzatarak keyifle içecektim.
Assos tünelleri henüz bitmemişti, ben bittiğini sanıyordum. Ayvacık’tan sonra Küçükkuyu’ya kadar iki bölümde dik yokuş var. Birinciyi çok zorlanmadan geçtim, tek sıkıntı tünel yapımı nedeniyle hiç bakım yapılmayan bozuk yol ve oradan geçen kamyonlardı. İkinci ve daha dik ve uzun yokuşa girdiğimde, Ayvacık’tan sahile inen uzun yoldan girmediğime cidden hayıflandım. Tünel yapılacak diye bu yolu kaderine terk etmişler, zaten hiçbir yerinde emniyet şeridi yok, hatta çoğunlukla sağdaki yol çizgisine yer kalmadığı için çizmemişler bile. Ağır taşıtların tekerlekleri yolu, toprak zemin gibi çökertip çukurlaştırmış. Sıcak yüzünden asfalt neredeyse eriyecek derece sıvılaşmış. Bisikletliler için tam bir eziyet ve tabii ciddi risk. Arkadan gelen arabalar ya sıkıştırıyor ya korna çalıyorlardı. Yolu yarılamışken olmayacak bir iş oldu: Ağır bir yük kamyonu peşime takıldı. Adam ya beni bilerek geçmiyordu ya da Avrupa görmüş bir TIR’cıydı, korna da çalmıyordu. O arkamdan gelince diğer araçların da onun ardında uzayan bir konvoy oluşturduğunu virajlarda görebiliyordum. Bu sayede 8-10 dakika içinde yokuşu hep beraber kazasız belasız ve kornasız bitirdik.
Tepede bir lokanta, güne yeni başlıyordu, önünde çeşme de vardı. Oradan su doldurup orman içine girerek kalan kahvemi keyifle içtim. Yokuşun bitmesine yakın Küçükkuyu’yu tepeden gören yere girip iki çay içtim. Hala sabahın erken saatleriydi, eski patronum sonra dostum Ersin Salman’ı aramayı düşündüm, ama “uyandırmayayım şimdi” diyerek vazgeçtim.
Altınoluk’ta bisikletçi ve eczacı arkadaşım Nejat’ı aradım, bir kahvede buluştuk, yanında bir arkadaş daha getirmişti. Sohbet ederken adımın Osman olup olmadığını sordu. İki gün önce Kazdağları’ndan bir fotoğraf koyup Twiter’de Kazdağlarinda doğum günüm olduğunu paylaşmıştım. Arabadan İn (@arabadan_in) ve başka bisikletçi dostlarım da gönderimi paylaşinca, 10 binden fazla insan okumuş, o da bunlardan biriymiş. Ülkemde altmışından sonra yaşamdan el ayak çekip, göçmeyi beklerken torunla oyalanıldığı bilindiği için yetmişlerin ortalarında psikletle yaşama tutunmak yadırganıyor doğal olarak. Uzun turlardaki molalarda rastladığım insanların bu herif "deli mi diri mi?" bakışına alıştım artık.
Sahilde ikinci durağım Yalçın Cerit’ti. Oğlu balaban, “Parkinson hastalığı nedeniyle babam sıcakta iyi olmuyor, serinde git” demişti, ama benim o şansım yoktu. Gömeç’te Eyüp Yıldırım beni bekliyordu. Ayrıca Zeytinli’ye geldiğimde öğlen sıcağıydı, bir yerlerde beklemek de istemiyordum.
Yalçın Abi gerçekten de iyi değildi, beni tanımakta zorlandı, sonra biraz sohbet edip kalktım. Sahildeki yoldan gidiyordum hep. Bir marketten kraker aldım, yolda Bahise’yi aradım, Nurettin de evdeymiş, gittim. Kalmamı ısrarla isteseler de Eyüp’ün beklediğini söyleyip, öğlen niyetine bir şeyler atıştırıp ayrıldım. Yaklaşık 30 km yolum vardı ve ben çok yorulmuştum.
Otoyolların çoğunda emniyet şeridinin niyeyse tam ortasına uyarma tırtığı kazımışlar, çok eziyetliydi. Tırtığın üstünden hiç gidemiyordum, sağda bariyer solda yol çizgisi vardı, bisiklet için 20-30 cm yer kalıyordu. Bazen yola çıkarak ve Gömeç’ten sağa dönüp, epey sonra sola dönerek Kızlar Sitesi’ne, Eyüp’ün evine vardım. 
Eyüp akşam beni sahile rakı-balık yemeye götürdü. Hoş bir akşam geçirdik; eskileri, Adam-Anadolu yayıncılık günlerimizi andık. O arada oturduğu sitenin adının nereden geldiğini sordum. İlginç bir toplumsal özelliğimizi anlattığı için aktarmak istiyorum burada. Nasılsa başta tur dışında uzun uzun gevezelik etmiştim, biraz da burada edeyim.
Yıllar önce daha turizm pek bilinmiyorken, aileler değersiz sayılan sahil arsalarını kızlarına, o gün çok değerli olan kıyılardan uzak zeytinlikleri de oğullarına vermişler. Tapulama geçtiğinde de kayıtlara girmiş böylece. Turizmle birlikte bütün kız çocukları çok zenginlemiş. Eyüp’ün sitesi de kız çocuklarından alınan araziye yapıldığından, sitenin adını da Kızlar Sitesi koymuşlar. O kadar büyük bir alana kuruluydu ki muhtemelen birkaç kızı zengin etmiş olmalıydı.
Eyüp’te bir gün kaldım. Ertesi sabah yine kargalar gak demeden haşlanmış iki yumurtayla yola revan oldum. Caddeye çıkmadan İzmir veya İstanbul konusunda kararsızdım. Caddedeki kavşağa geldiğimde İstanbul yönüne döndüm ve de anında pişman oldum, rüzgâr karşıdan geliyordu. Yine yolda TIR’lar vardı, ama henüz karanlık olduğundan trafik çok azdı. Edremit girişine ulaştığımda ortalık yeni aydınlanıyordu. Bir otobüs durağında durup bir şeyler atıştırdım.
Balıkesir yoluna döndüğümde rüzgâr tam karşıdan esiyordu, daha sonra yavaşlamasını ummaktan başka yapacağım bir şey yoktu. Kısmen zeytin müzesi olarak düzenlenmiş bir zeytinyağı fabrikası önünde kahvemin bir kısmını içip yola koyuldum. Rüzgâr, şiddetini artırarak esmeye devam ediyordu. Yolun kenarında yaşlıca bir köylü, incir armut elma tezgâhını yerleştiriyordu. Topu topu 2 kasa incir, birer de elma ve armut kasası vardı. Dört tane incir aldım, fiyatını sordum, tarttı 5 lira dedi ve bu çok fazlaydı. İtiraz etmeden, memnuniyetle ödedim, anlamıştım adamın yanlış hesapladığını. Yol kenarındaki beton su yolunun arkasına gölgelik ve semaver koymuştu, bir de sandalye. Geçip oturdum. Artık tarlada çalışamıyor, evde eşiyle de oturamıyormuş. Kahveye gitmeyi hiç sevmezmiş. Konuşurken bir yandan da incirleri yerleştiriyordu. Ben de incirlerimi çıkardım yemek üzere. “Ondan yeme, yanına al” dedi, kendininkilerden çatlamış birini ikram etti. Satın aldığım iki incirden de büyüktü neredeyse. Sonra bir tane daha, toplam dört incir ve iki elma verdi. Sanıyorum o da anlamıştı aldığım dört incire fazla para ödediğimi.
Sıcak ve rüzgâr bunaltıcıydı, bir de yokuşlarda iyice bunalıyordum. Bir ara Balya yoluna döneyim diye düşündün, ama oranın daha dik ve rüzgâr da artarsa çekilmez olacağını varsayarak Balıkesir’e doğru devam ettim.
Balya sapağının hemen sonrasında, sağda kocaman ağaçların kümelendiği bir yerde lokanta vardı, bir tarafı dik kayalık. Girdim, sadece kavurma varmış. Ne gam, öğlen olmuştu, çok aç ve yorgundum. Çok güzel bir kavurmaydı ve fiyatı da beklediğimin yarısından çok azdı.
Yan tarafta sabah pili biten ön lambamı güneş panelimde şarja taktım, bir duvarın üzerine de uzandım. İki saat sonra toparlanıp lokantacıyla vedalaşarak yola koyuldum. Yolda birkaç kere üçerli dörderli motosikletçiler geçti kocaman motorlarıyla. Nedense bisikletçileri de kendilerinden sayıyor selam veriyorlardı, bu her zaman böyleydi zaten.
Balıkesir’e kadar rüzgârın şiddeti hiç azalmadı, yer yer daha da arttı ve o ölçüde de bunalttı.
Balıkesir’de birlikte bir dağa tırmandığımız dağcılık kulübü yöneticisi Onur’u aramıştım. Akşam çadır kuracağım bir yer ayarlamasını söylemiştim. “Abi yer de hazır yemeğin de” deyince doğrusu özellikle kamp yerine sevinmiştim. Kamp yeri akşam yaklaşınca dert olur hep. Yoldan hem ses hem güvenlik açısından uzak olması gerekiyordu. Ayrıca mutlaka su da gerektiği için tercih çeşme başı aranıyordu.
Rüzgârdan bunalmış halde kente girdim. Onur konum göndermişti, ama navigasyon beni yanlış yönlendirince valilik önünde buluşmaya karar verdik. Hava iyice kararmıştı. Onur üç arkadaşını daha getirmişti yanında. Bir kafede oturmuş sohbet ederken, kamp yerini sordum. O gün motofest varmış, akşam da kamp yerinde eğleneceklermiş, çekiliş de varmış ve beni de eklemiş. Yemek de kamp yerinde yenecekmiş. Bana hiç, ama hiç uymazdı. Biliyorum sıkışık halde çadırlar kurulmuştur, sabaha kadar da eğlencenin, müziğin gürültüsü vardır. Teşekkür edip bunun bana uymayacağını, tek ihtiyacımın sessiz ve mümkünse yeşil bir alanda çadır kurmak olduğunu söyledim. Valilik parklarda çadır kurmayı kesin yasaklamış. Kamp kuracağım yerin de 13 km ileride olduğunu söyledi.
Vedalaşıp hemen kalktım. Ön ışığım arızalanmıştı. Ertesi gün buna aşırı şarjın sebep olduğunu öğrenecektim. Akşama kadar yediğim rüzgârın üzerine 13 km daha gitmek çok fazlaydı ama çarem yoktu. Bir lokantaya girip oyalanmak da, karanlıkta gideceğim için, işime gelmedi. Yol üzerindeki bir yerden kuru pasta aldım, ekmek yoktu, anlaşılan akşam aç kalacaktım. Kentin sokak aydınlatmasıyla, kötü yol ve trafikte sürekli çadır yeri bakınıp üstelik de bulamayarak 8 km kadar gittim. Sanayi tesisleri bitmiş, kent de artık geride kalmaya başlamıştı. Hafif bir yokuşu inerken,  ileride sağda ağaçlar olduğunu tahmin ettiğim bir karaltı ilişti gözüme. Yol kenarında 40-50 ağaçlık bir yerdi, bir TIR, bir de binek oto vardı eskice. 
Bir site yapmak için yedi sekiz ev için yerlerine beton dökmüşler, şantiye kulübeleri harap halde, anlaşılan yıllardır öylece kalmış. Ağaçlığın başında iki kişi portatif bir masa ve sandalyede oturmuş bira içiyordu. Sordum, oranın yerlileriymiş. Orada çadır kursam, o metruk yerlerden bir sorun olur mu diye sordum. Önce buyur dediler, ben rakınız bittiyse vereyim dedim, içtik biralar cila dediler. Çadır için de hiçbir sorun olmaz dediler. Hemen ardından biri, beş litrelik yarısı çözülmüş bir pet şişe uzatıp “Şimdi senin soğuk suyun yoktur” dedi. Diğeri de bir torbaya domates salatalık vb koyup verdi. Ne kadar mutlu olduğumu iyi ki karanlıkta görmediler diye düşünüp arkada karanlık bir yere çadırımı kurmaya çalışırken, arkamdan yanıma gelen sesle suyu veren Balıkesirli “Tabağın var mı?”  dedi elindeki tabağı göstererek. Kuru pastanın pet kabı vardı, onun bir tarafını açtım. Dört tane zeytinyağlı dolma koydu kaba ve hemen de gitti. O arkasını döner dönmez dolma üçe inmişti bile. 
Sabah erkenden toparlanıp yola çıktım yine büyük bir keyifle. Hep yokuştu, ama daha rüzgâr şiddetlenmediğinden hava fazla bunaltmıyordu. Bir yerde bir kâse çorba içmekten başka bir şey düşünemiyordum. Tepelerde bir yerde, önünde TIR’ların park ettiği lokanta kapalıymış, durmadan devam ettim. Yokuşu bitirdiğimde bir lokantanın o günkü ilk müşterisi olarak, sevimsiz bir garsonun hizmetiyle, tatsız bir çorba içtim.
Susurluk’a yaklaşırken bitmemiş bir sosyal tesis inşaatı önünde kahve demleyip içtim.
Susurluk’ta durmadım, sevimsiz çorba iştahımı kaçırmıştı. Otobüslerin durduğu bir tesiste, bu tür turlarda bilmediğim ve güvenmediğim yerde yemek yemiyorum yıllardır. Sadece çorba içip kalan kahvemi bitireyim diye düz yolda karşıdan gelen rüzgâra karşı devam ettim yola.  
Küçük bir benzincide durdum, çok genç biri vardı sadece, kahvemi içerken epey sohbet ettik.
Artık yol oldukça düzdü ama rüzgâr hışımla ve sol karşımdan geliyor, dengemi bozuyor ve iyice bunaltıyordu. Öğlen küçük bir yerleşim yerinde, yeşillikte mola verdim sıcak biraz azalana kadar. 
Niyetim Karacabey’de konaklamaktı, ama rüzgâr ve trafik germiş ve bunaltmıştı. Uygun bir yer kollayarak gidiyordum. Uygun yer yoktu, yol bariyerinin hemen arkası bir kanal ve içi sazlık doluydu, geçmek olanaksızdı. Hızla geçen TIR ve otobüslerin rüzgârı önce kendine çekip araç geçerken de savuruyordu. İki kez sağdaki demirlere yaslandım rüzgârdan. Uluabat kamp için daha uygundu.
Karacabeyi geçip Uluabat girişindeki benzinciden çikolata alıp girdim. Evinin bahçe duvarına derz yapan birine sordum çadır yerini. İleride sağda su deposu en uygunu dedi. Gittim, yerleşimin tam bittiği yerdeydi su kulesi, önü de düz bir çayırlıktı. Bir kenarda çocuk parkı gibi bir yerde kadınlar çocuk oyalıyorlar, ortaokul çağlarında üç çocuk da bisikletle dolaşıyorlardı. Tarlalara doğru gitmemin köpek sürüleri nedeniyle iyi olmayacağını söylemişlerdi. Çadırımı kurarken üç çocuk da yanıma gelmiş bakıyorlardı. Soracağınız bir şey varsa sorun dedim, sormadılar. Su kulesinin altında 1 lira atınca 20 litre su akan bir musluk vardı. Bir liraya sularımı doldurdum, yüzümü yıkadım. Çadırın önünde gelirken aldığım makarnayı pişirdim, üstüne ton balığıyla yemeğimi yiyip yattım. Rüzgârın bunaltmasının etkisiyle anlaşılan hemen de uyumuşum.
Çarpan bir şeyin çıkardığı sesle uyandım. Önce dışarıda birileri bir şeye vuruyor sandım biraz ayılınca çadıra bir şeyin çarptığını anladım. Bir meyvenin de altına, eski deneyimim olduğu için, kurmamıştım çadırımı. Dışarı çıkınca akşam tanıştığım o üç bisikletli çocuğun kaçtığını gördüm. Niyeyse veletler çadırımı taşlamışlardı. Uykum kaçmıştı, çocukların yine geleceklerinden emindim. 
Kaçtıkları yönde, büyük bir ağacın arkasına gizlendim, bekledim uzunca bir süre. Epeyi bir sonra evlerin arasından çıktılar, çevreden taş toplamaya başladılar, daha ilk taşı atamadan çıktım yerimden bağırdım “Sizi gördüm, tanıdım da” dememle topukları kıçlarında giderken “Yarın da buradayım,  sizi yakalayacağım” diye bağırıp, bir daha gelmeyeceklerinden emin yattım ve kaldığım yerden uykuya devam ettim. Ben böyle “yattım uyudum” diyorum, okuyan yaşıtlarım bunu yadırgayabilirler doğal olarak. Ama bisiklet turunda ikinci günden sonra kafadaki eski sorunlar, dertler silinince ve tatlı bir yorgunluk da eklenince temiz ve saf bir uyku için hiç zorlanmak gerekmiyor.
Sabahın köründe kalkıp 1 lira daha atıp yüzümü yıkadım, akşamdan aldıklarımla kahvaltı yapıp kahve demleyip termosuma koydum. İzmir-İstanbul otoyoluna çıktığımda hava aydınlanmaya başlamıştı ve rüzgâr da hafif esiyordu. Sağdaki bir fabrikanın bahçesinde kahvemden biraz içtim. Zaman ilerleyince hem rüzgâr şiddetlenmiş hem araç trafiği artmıştı. Acele bu yoldan sol tarafta köy yollarına girmeliydim. Trafik ve rüzgâr olmasa Bursa-Mudanya yoluna girecektim, daha önce bu yoldan gitmiştim “Hep Kıyıdan İstanbul-Datça Turu” dönüşü, ama araç trafiği beni çok geriyordu. Bir dönüşten geri dönüp hemen sağdaki benzincide mola verip Mudanya’ya yol sordum. Çok yanlış geldiğimi söylediler, ama bildiğimi benim arkadaki köy yollarından gideceğimi söyledim. Aralarında biraz tartıştılar, ileriden sağa dönerek gidebileceğimi ama bisikletle neredeyse imkânsız olacağını ve yokuşları söylediler. Arabaların yanımdan hızla geçerken çıkardıkları uğultu ve rüzgâr etkileri karşısında ne gam yokuşlar.
Köy yolarına çıkınca hemen kendime geldim. Bir ağaç veya çeşme beklemeden, kalan kahvemi içtim sessizliğin ortasında. Biraz yokuş çıkıp köye vardım. Muhtemelen Alevi köyüydü, kahvede Atatürk fotoğraflı bir pankart asılıydı ve insanları çok cana yakındı. Çayımı içip kalktım. Epey ilerledikten sonra haritadan bularak gittiğim yolda küçük bir fabrika önünde bekleyen birine, muhtemelen patrondu, yolu sordum. Sözünü ettiğim yoldan gidebileceğimi, karşıda tepeye çıkan toprak yolumsu çizgiyi göstererek, “Ama buradan gitme eziyet olur, yürümen gerekir çoğunlukla.  Yol, yol denmeyecek kadar kötü. Biraz uzar, ama sağdan git” dedi. Uydum önerisine, 100 metrelik yolu geri dönüp devam ettim.
Gerçekten de hani yokuşun biri bitip biri başlıyor denir ya, burada hiç bitmiyordu desem yeridir. Bir köyden, artık son olduğunu umduğum yokuşa vurdum, ama gücüm de tükenmişti. Köy çıkışında incir ağacı görünce durdum, ama meyveleri daha olgunlaşmamıştı. Biraz dinlenip yürüyerek 100 metre kadar çıkıp yokuşu bitirdim. Gerçekten de yokuşlar bitmişti.
Mudanya’ya çok dik bir yokuştan indim. Deniz otobüsünün kalkmasına beş saat vardı. Bir şeyler atıştırıp güzel bir dondurmayı da mideye indirdikten sonra bir park sordum. Tarif etiler. Arkalarda evlerin arasında sıkışmış, vaha gibi küçücük bir parktı, çeşmesi de vardı. Gölge yerlerde oturanlar vardı, az gölge bir yere oturdum, yüzümü yıkadım suyumu doldurdum. Dört saat geçirecektim burada.  
Bisiklet süren biri orta yaşlı biri yaşlıca iki kişi gördüm. Bisikletimi görünce gelip yanıma oturdular. İyi de oldu, iki saate yakın sohbet ettik,  emekli olan yaşlının bisikleti çok eski ve kötüydü. Sürekli zincir atıyormuş, tamirci dişlileri değiştirmeyi önermiş ciddi bir paraya. Baktım aynakol da ruble de oldukça iyi durumdaydı ve zincir atmasına sebep olamazdı. Zincirin gerginliğini ölçünce anladım nedenini. Zincir o kadar uzamış ki pedal çevirmesi bile mucize sayılırdı. İnternete girip baktım, çok pahalı değildi, söyledim alır taktırırsın dedim.
Evime ulaşmak için deniz otobüsüyle Kadıköy’e gidip metrobüse binecektim, kent trafiğine girmeyeyim diye. Deniz otobüsünde kendimi yabancı hissettim, neredeyse benden başka herkes yabancıydı. İskeleye yanaştığımıza herkes ayaklanınca ben de kalktım, son insan olarak çıktım. Baktım bisikletim bağladığım yerde yok. Gemici, abi ben indirdim iskeleye dedi. İndim, iskeleden çıkınca gözüme bir tuhaflık ilişti, Yenikapı’daydık, bilmiyordum burada duracağını. Gemi de kalkmıştı. Fena sinirlendim, yürüyerek, haritaya da bakmadan, sormadan epeyce yürüyüp Marmaray’a geldim. Bisikletle binmem için daha 1,5 saat vardı. Görevliye “Biraz başını öbür tarafa çeviri misin?” dedim tebessümle. O da karşılık verip “Abi ben görmüyorum ki” dedi. Bindim. Söğutlüçeşme’de inip metrobüse bisikletle binebilmem için daha 1 saatten fazla vardı. Oradaki görevli benim çekinerek yaklaştığımı görünce işaret etti, geçtim.
Vakit gece yarısı olmuştu son durağa geldiğimizdi. TÜYAP’tan eve ışıklarımı yakarak gittim. 
Bir tur daha böylece bitmiş oldu.
Bisiklet üzerindeyken vücut jimnastiğimi, bu yazıyı yazarken de beyin jimnastiğimi tamamlamış oldum.
Bu yazıyı 3 yıl önce yazmış ama yayınlamamıştım, öylece duruyordu bilgisayarın belleğinde. Biraz elden geçirip yazım hatalarını düzelttik. 
Hatalı protezden dolayı yaşamımı harcamak yerine çıtayı yükseltip Pamir projesi ve devamı beni neredeyse normal yaşamıma döndürdü. Dağ zirve defterlerine adımı yazmayı çoktan bıraktım. 2 km.den fazla yürüdüğümde bir gün sıkıntı çektiğim için her gün 7 km yaptığım yürüyüşleri de haftada bir 2 km ye indirdim. Bisiklette ve yüzmede sorunum hiç yok. Her yıl 5 bin km civarında pedal çeviriyor, 100 km ye yakın yüzüyorum.
Kısaca pisiklet en büyük yardımcım ve doktorum oldu. Çevremdeki yakınlarım hatalı protezimi unuttular bile.












Yine çok güzel bir yol hikayesi.
YanıtlaSilGurur duyduğum bir üstadım. Bir gün birlikte tura çıkmak ümidiyle. 🙏
YanıtlaSilSevgideğer dostum, insan dostu abim, çok uzun olmuş, 1 Ağustosta öncesi ve sonrasını iki bölüm halinde yayımlasaydın sanki daha iyi olurdu. Tashihleri kim düzeltiyse galiba kaydetmemiş. Ellerinden öper sağlıklı mutlu yollar diliyorum. Sevgiyle selamlıyorum.
YanıtlaSilRoman tadında bir yazı olmuş.. Paylaşım için teşekkürler.. 👍👏
YanıtlaSil