2 Mart 2025 Pazar

PIRPIR

PırPır
12 Eylül faşist darbesine kadar Taksim Meydanı’nda miting yapmak serbestti. Bunun için seçim dönemi olması da gerekmiyordu. Siyasi partilerin, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin Vilayete bildirimde bulunması yeterliydi. Gösterilerde kürsü, şimdiki The Marmara’ya bakar vaziyette, Gezi Parkı merdivenlerinin başladığı yere kurulurdu.

İlçe yöneticisi olduğum Türkiye İşçi Partisi de Taksim’de seçim mitingi yapacaktı. Daha önce bu tür etkinliklerde gereken görsel malzemeleri sağlamak üzere genel merkeze bağlı bir kadromuz vardı, bu kadroyla Partide Grafik Sanatlar Seksiyonu yeni kurulmuştu. O sıradaki İl Başkanımız aynı zamanda Başkanlık Kurulu ve MYK üyesi Mimarlar Odası İst. Şb. Başkanlarından Müşfik Erem, bu kadronun toparlayıcısı ve yönlendiricisi olmuştu. Her alanda olduğu gibi, işin “en iyisini” yapmayı ilke edinmiştik ve gözü kara bir şekilde hep iddialı işler planlıyorduk.

1977 kanlı 1 Mayısı sonrası 5 Haziranda milletvekili seçimleri yapılacaktı. Biz de seçim çalışmaları kapsamında kanlı 1 Mayıstan sonra Taksim’de yapılan ilk mitingi 28 Mayısta yapacaktık. Seçim mitinginde kullanmak üzere dev bir parti heykeli ile devasa ölçekte iki pankart hazırlayacaktık. Pankartlardan birinde “bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm”, diğerinde “Sosyalizm Bayrağını Meclise Dikelim” yazacaktı. Heykelimiz, Gezi Parkı merdivenlerinin üst kısmında, çok önceleri yapılan 7-8 metre yüksekliğindeki bir heykel kaidesine yerleştirilecekti. Kaidenin, ne kadar doğru bilmiyorum, bir İnönü heykeli için dikildiği söylenirdi. Ben bu İnönü heykelini görmedim (*). Yapacağımız heykel, anımsadığım kadarıyla 3.5x4 metre boyutunda partimizin amblemi çark ve başaktan oluşacaktı. İki parçadan oluşacak çark kırmızı, tek parça olan başak da sarı olacaktı. Başka yerlerde de taşıyacağımız için heykelin taşınabilir ve sağlam olması gerekiyordu. Ayrıca heykelin iki yanına yine anımsadığım kadarıyla 20x8 metre boyutlarında iki dev pankart asacaktık.
Ekipte daha çok pankartlar konuşulmuş, pankartlardan önce bitirilmesi planlanan heykel, biraz da benim reklam filmlerindeki benzer deneyimlerimden kaynaklandığı anlaşılan güven nedeniyle pek konuşulmamıştı. Heykelin çark kısmının ahşaptan yapılacağı hemen hemen kesindi. Asıl zorluk başaktan kaynaklanıyordu. Bir defa başağın amorf bir yapısı vardı ve hacimliydi. Ayrıca çarkın içinde küçük bir kısmı yer alacağı için gövdesinin büyük kısmı boşta kalacaktı.

Çarkın kartondan şablonunu projeksiyon makinesi kullanarak çıkarttık. İçine ahşap masif karkas dönülüp üzeri kontrplak kaplanacaktı. Başağın geçeceği yerde ahşap daha dayanıklı olmak durumundaydı. Çark iki parçalı olacak, yerine yerleştirildiğinde birleştirilecek, başak da birleşme yerinde düzenlediğimiz açıklığa girecekti. Taksim’deki anıt kaidesinin içi boş ve üzeri açıktı. Bunu dikkate alarak bizim heykelin kendi kaidesini de geniş tuttuk.
Çarkı ilçemiz üyesi Nevzat Yıldırım’ın marangoz atölyesinde yapacaktık. Masif kesitlerini hesaplayıp çizim ve şablonlarla beraber ona teslim ettim. O da hemen işe başladı. Nevzat, mesleğinde iyi bir usta olduğundan gözüm arkada kalmamıştı; arada bir uğruyordum o kadar. Başağın taşıyıcı sistemini inşa etmek için demir profilden yararlanacaktık. Onun da şablonunu çıkarttık. Demir gövde işi basitti, hemen kaynak işleri yapılıp ilçeye getirildi.

Ben başakları, defalarca benzerlerini uyguladığım strafor köpük kütüğünden yapmayı düşünüyordum. Ekipten bir arkadaşımızsa gazete kâğıtlarını tutkala batırıp profilin üstüne sıvayarak yapmakta ısrar etti. Bunun üzerine Levent'deki ilçedeki yönetim kurulu odasını boşalttık. Arkadaşımıza da evlerden getirilen iki leğen verdik. İlçe üyesi arkadaşla gazete lazım olduğunu söylemiştim, o kadar çok geldi ki, büyük bir kısmını atmak veya geri göndermek zorunda kaldık. Sorumlu arkadaşımız ilçedeki arkadaşlarımızın meraklı bakışları altında büyük heves ve çalışkanlıkla işe koyuldu. Başağın tanesinin birinin yarısı bile bir haftada tam kurumadı ve daha da önemlisi, o yarım başak tanesi bile yerinden kaldırılamayacak kadar ağır olunca strafor köpüğe döndük. Strafor köpük çok döküntü bıraktığı için artık ilçede çalışmak doğru olmazdı. İlçenin binamızın hemen yanındaki evimde, reklam işlerinde kullanmak için yaptığım elektrikli kesme aparatları ve düzeneği hazırdı. Kâğıthane’deki hep aldığım fabrikadan 200x60x50 cm ebatlarındaki strafor kütükleri evime getirip bir arkadaşımızla kesme ve şekil verme işlemlerini tamamladık.

Başak tanelerini sorunsuz bir şekilde profillere geçirip yapıştırdık. Başak tamamlandıktan sonra ilçeye götürüp üstüne iki-üç kat tutkala batırılmış gazete kâğıdı yapıştırarak sağlamlık ve boya dayanıklılığı sağladık. O hali ile başağımız, tek kişi tarafından bile kolaylıkla kaldırabilecek ağırlıktaydı. Son işlem boya, en kolayıydı. O sırada çark da atölyede tamamlanınca her ikisinin montajını da tamamlayıp gururla seyrettikten sonra boya işine giriştik.
Heykel işinin devam ettiği sırada dev pankartların tasarım toplantıları sürüyordu. Önümüzde çözmemiz gereken birçok sorunla yüz yüzeydik. O boyutlardaki pankartların alt uçlarını yere sabitlemek için Taksim Meydanı’na çukur kazamazdık. Bunu yapsak bile üst uçlarda daha beter sıkıntı vardı. Kaidenin sağındaki elektrik direği belki de Osmanlı döneminden kalmış, ince, süslü, eski ve zayıftı. Tüm hesabımızı bu zayıf direğe göre yapmalıydık.

Ekip çalışmasına her zaman inanmış ve defalarca yararını görmüştüm. Hem ekip ruhuna bağlı hem de özgür düşünebilenlerle başarı kesindir. Bizim ekip de öyleydi. Çoğumuz, yakın çevremiz için bile aykırı tiplerdik. Ben 76 yaşıma geldim, hâlâ öyleyim. Taksim bölgesindeki rüzgâr şiddetini de hesaba katınca, o direklere asacağımız pankartların ebatları en fazla 3x10 metre olabilirdi. Oysa pankartlarımız bunun beş katı büyüklükteydi. Dolayısıyla pankartlarımızdaki rüzgâr etkisini en aza indirmeliydik.

Toplantılarda ilk aklımıza gelen tül perde kullanmak olmuştu. Bunu denemek için, ekipten arkadaşımız Bahattin Demirkol’la birlikte, elimizdeki dört-beş metrelik tülü açıp, gelip geçenlerin şaşkın bakışları altında Beyoğlu’nda koşarak rüzgâr etkisini ölçmeye çalıştık. Tül aralıklarını farklılaştırsak da istediğimiz sonuca ulaşamayacağımıza karar verdik. İzleyen ekip toplantımız uzun ve tartışmalı sürdü. Varabildiğimiz tek sonuç, rüzgârın etkisini, esme anında ona direnmeyecek şekilde tek parçası esnek, diğerleri serbest hareketli yapmaktı. Bunu geliştirip son şekline karar verdik. Bahattin’le denemelerimiz sonucunda ve yapılan hesaplamalarla istediğimiz sonucu alabileceğimize neredeyse hepimiz ikna olduk ve kararlaştırdık.

Pankartları 20 santimlik kare şeklinde örülmüş iplerden oluşturacaktık. Yazıları plastik levhalardan üstten iplere boşluk bırakacak şekilde zımbalayacak, diğer üç kenar serbest kalacaktı. Rüzgâr vurduğunda plaka rüzgâr yönünde ileriye doğru açılacak, o da direncini çok azaltacaktı. Önce “sadece yazıları plakalarla yazalım diğer kısımlar boş kalsın” dedik, ama direncin kararlaştırdığımız yöntemle çok azalacağını hesaplayınca ve Taksim’de bağlayacağımız en güçsüz direği de destek bir halatla yere sabitleyerek güçlendirebileceğimizi hesaplayınca tüm pankartı kaplamaya karar verdik. Beyoğlu içesi üyesi mimarlar odası İstanbul şubesi yönetim kurulu üyesi Haluk Somer hesaplamalar konusunda bir kez daha devreye girdi. Şu anda kalınlıklar tam aklımda değil, ama plastik levhaların 0.15 mm kalınlığında olması gerektiği hesaplandı. Haluk da buna göre ip kalınlıklarını buldu. En üstte en kalın, ortada ve altta daha ince üç kalın ip kullanacaktık. Aralardaki de balık ağı iplerinden olacaktı.

Beklemediğimiz bir sorun daha çıktı: Bütün bu montaj işlemini nerede yapacaktık? Bize basketbol sahasından daha büyük bir alan gerekliydi. Üstelik de en az 10 gün boyunca ve el ayakaltında da olmayacaktı. İmdadımıza Mimarlar Odası İst. Şb. Başkanı Engin Omacan yetişti. Babası Hüseyin Amca, Silivri Değirmenköy’deki kullanılmayan ilkokulu kiralamış. Okulun etrafı da duvarla çevriliymiş. Gidip baktık, gerçekten ideal bir yerdi. Tek kusuru uzaklığıydı. Onu da her gün işi yapacak arkadaşlarımız taşıyarak çözebilirdik. Sorumlu ekip orada kalırdı.

Bahattin’in teknik, Sefa Önatlı’nın görsel sorumluluğunda ekibi oluşturduk. O büyük boyutta yazıların hatasız ve hızlı yerleştirilmesi, harita mühendisliği okuyan Sefa’nın uzmanlığıyla mümkündü. Arkadaşlarımız, zemin temizliğiyle işe koyuldu.
Ben de henüz elimizde olmayan naylon plakaları nereden alacağımızı araştırmaya başladım. İki günlük uğraşla hazırda 0.15 mm kırmızı ve sarı hazır plaka bulamayacağımızı anladım. İstediğimiz miktar az olduğu ve zaman darlığı, özel imalatı da imkânsız kılıyordu. Bir yerde hesaplamamızın iki katı, 0.30 mm plaka vardı, renkler ve miktar da uyuyordu, ama kalınlık, oluşturduğu ağırlık nedeniyle sorundu. Haluk tekrar hesaplamaya girişti. En üstteki ip kalınlığını epeyce artırdı. Diğer ipleri de buna göre yeniden düzenledi. Gereken ilave ipleri satın alıp 4 kişilik yeni ekiple Demirköy’e gittiğimde, pankartın birinin ipleri yere gerilmiş, çakışan yerleri büyük ölçüde bağlanmıştı. O pankartın üç ipinin, olduğu yerde daha kalın olan yenileriyle değiştirilmesi gerekiyordu ve bu yeni bir işti. Bu gerekliydi çünkü basit hesapla bile iplerin üzerine binen yük iki kata çıkmıştı. Bahattin, hem zaman darlığı hem de “Gerek yok, bu ipler o yükü taşır” diyerek ip değiştirmeye karşı çıktı.

Orada 24 saat çalışan arkadaşları alıp geri döndüm. Ertesi gün yeni bir arkadaş grubuyla gittiğimde plastikleri zımbalamaya başlamışlardı ve epey de ilerlemişlerdi. Ancak Bahattin ve Sefa, “ince ipler idare eder” diye düşünmüş olmalılar ki, sonradan götürdüğüm kalın ipleri takmamışlardı. O andan itibaren yapacak bir şey de yoktu. Heykelin başağındaki tutkallı gazete denememizde olduğu gibi, deneme yanılma olanağımız kalmamıştı.

Çalışan arkadaşları değiştirip döndüm. Ertesi gün yeni arkadaşlarla gittiğimde yazıların da neredeyse yarısını bitirmişlerdi. Sefa’nın sonradan anlattığına göre, o arada komik bir sorun da yaşamışlar. Sakinlerinin çoğunu deprem nedeniyle göçmüş olanların dışında kalanların oluşturduğu bu sakin köydeki kimileri için bizim çalışma alanımız ciddi bir ilgi odağı haline gelmiş. Öğlenden gelip okulun bir metrelik duvarlarının üzerine dizilip merak içinde izleyip arada sorular soruyorlarmış. Arkadaşlarımız da “Sosyalizm” sözü de geçen metnini görmeleri bir şikâyet konusu olabilir diye, yazıları ek yerlerinden ters çevirerek okunmaz hale getiriyorlarmış. Ben bir reklam ajansında çalıştığım için “reklam panosu” demiştim ilk gittiğimde köy kahvesindekilere.
Dört veya beşinci gidişimin akşamında arkadaşlar pankartın birini bitirmiş, akşam saati köylüler de olmadığından tamamını açmışlardı. Arkadaşlarımız çok iyi bir iş çıkarmıştı; mükemmel görünüyordu. Tamamlanan pankartı sabah erkenden ve tek başıma götürmenin güvenlik açısından daha doğru olacağına karar vermiştik. O akşam ben de köyde kalıp işlere yardım ettim. Sabah da erkenden pankart bagajda yola çıktım. Tam E-5 yoluna çıkarken polis çevirdi. Ya ihbar vardı ya da arabanın arkasının bagajdaki ağırlıktan iyice çöktüğünü fark edip huylanmışlardı. Ben de polise, en büyüklerinden olduğu için adı da bilinen reklam ajansında çalıştığımı, yaptırdığımız plastik reklam panosunu taşıdığımızı söyledim. Açtık bagajı, bir kısmı arka koltukların üstünde kocaman plastik bir yığın, üstünde de bir sürü ip. Açıp bakacak halleri yoktu. Anlaşılan bir ihbar üzerine durdurulmamıştık. Pankartın tekini sorunsuz bir şekilde ilçe merkezine getirdim.

İkinci pankart kalın iplerle yapıldı. Ben 8-10 gün boyunca akşam dört arkadaşı götürüp, oradakileri de getirdim, böylelikle bitti işler. Pankartlar da heykel de hazırdı.

Miting gününden bir önceki gece, meydanı hazırlamak için çalışmalara başladık. Heykeli kaideye çıkarmak ve pankartları asmak için belediyeden merdivenli itfaiye kamyonu istemiştik. Onlar da sanki oradaki Osmanlıdan kalan direk kadar eski belki o zamandan kalma küçücük merdiveni incecik demirlerden yapılmış, korkuluksuz bir itfaiye kamyonu göndermişlerdi. Ona da razıydık. İlk işimiz, üç parçadan oluşan heykeli yerleştirmekti. Önce iki parça olan çark teker teker çıkarılarak montajı yapılacak, ardından başak ortasına geçirilecekti. O ağırlıkla, havaleyle beraber ince ve hiç güven vermeyen merdivenle çıkmak hiç içime sinmiyordu, ama ben başlamalıydım zor işe. Çarkın bir parçasını önden ben, arkadan da Nevzat kaldırdı. Merdivende çıkmaya başladık, ama bizimle beraber merdiven de sallanmaya başladı. Yükseklik korkum yoktur, ama sevmem ve biraz da sağlamcı olduğum için ürkerim. Merdiveni yarıladığımızda biz de hem yorgunluk hem dengesizlik nedeniyle o kadar çok sallanmaya başlamışız ki, Müşfik Erem aşağıdan, “Osman bırakın düşsün” diye bağırdı birkaç kere. Kim dinler? Kaidenin üst tablasına gelince oturdum, Nevzat’a “Kusura bakma biraz soluklanacağım” dedim onu merdivende bırakıp bacaklarım titreyerek. Diğer parçaları Nevzat’la kimlerin çıkardığını anımsamıyorum.

Bu sahneyi Kadıköy İlçe Başkanı Elektrik Mühendisleri Odası başkanlarından Yüksel Birdal hep yaptığı gibi yine 8 mm film kamerasıyla kaydetmiş. Yılmaz Derebaşı kitabını hazırlarken cenaze filminin kopyasını almak için Tarih Vakfı’na gittiğimde görünce izlemiştim (Yeri gelmişken... Partinin birçok etkinliğinde çekilmiş onlarca film rulosu, orada bozulmayı bekliyordu. Bugün de bekliyor sanıyorum). Zayıf direğe yere destekli takviye halat bağladık, yine merdiveni kullanarak astık. Taksim’den bakıldığında sağdaki, ilk yapılan pankarttı. Zaten diğer pankart, kürsü ve benzerleri o arada hazırlanmıştı. Böyle zor işleri bitirdikten sonra karşısına geçip bakmak, tüm zorlukları unuttur nitelikte oluyor. İnsanın yaşı kaç olursa olsun, o anı ve duyguları yaşamayı hep özlüyor.

Miting başladığında herhangi bir görev alamayacak kadar yorgun ve bitkindim. Kürsünün sağ tarafındaki duvara dirseklerimi dayamış, bir yandan Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Behice Boran’ın konuşmasını dinliyor, bir yandan da pankartlardan gelen hışırtılı hoş sesi dinlerken keyifle kalabalığa bakıyordum.

Kalabalık birden iç çekti hışırtılı bir sesle birlikte. Ben pankartın hışırtılı bir sesle yere inişini kalabalığın iç çekişiyle birleştirmiştim. Sağdaki pankart yere yığılmıştı.

Daha sonra anlattılar. Türkiye İşçi Partisi Genel Sekreteri Nihat Sargın pankart yere yığılınca “Osman’a bakın ne durumda?” demiş haklı olarak. Benim için endişe etmiş.

Kalın iple yapılan pankart sapasağlam, yerli yerindeydi. Yere yığılansa işin matematiğine uyulmadan, ilk yapılandı. O da belki bu yazıyı yazmamın nedenlerinden biri oldu.

Heykel, düşündüğümüz gibi, daha sonra da hep kullanıldı; sökülüp takıldı, arada boyandığını duyuyordum. Onunla beraber çekilen çok fotoğraf görmüştüm.

Bu hışırtılı pankarta miting alanında isim de koyulmuştu: Pırpır. Yıllar sonra bu tekniği ve benzerlerini kullanarak yapılan reklâm panoları gördüm.

Bu da benim için sorumluluk anlamında büyük sanatçımız Ruhi Su’ya yaptığım saygısızlık gibi birer tatsız anı olarak kaldı. Bugünlere bakınca, belki de “tatlı anı” demeliyim. Ne dersin?

Bu mitinge ait bulabildiğim iki fotoğraftan biri, mitingden 2 yıl sonra 10 Eylül 1979 da hukuk bürosu basılarak 39 yaşında öldürülen avukat Adana il başkanımız Ceyhun Can’ın da olduğu bir fotoğraftı. (fotoğrafta bıyıklı olan). Diğeri çoğunlukla benim de olduğum ilçe yöneticilerinden oluşan grup fotoğrafı.

Bu yazıyı yazdıktan sonra aklıma takıldı. Wikipedia sağ olsun, oradan gerçeği öğrendim. Enteresan bir hikâyesi varmış.
(*) https://tr.wikipedia.org/wiki/Atlı_İnönü_Heykeli

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder